Biden’in çocukları başarabilecek mi?

Başkan Biden, ülkemizi teslim almak için her ne kadar artık darbe yolundan vazgeçtiklerini ima edip muhalefeti kullanarak seçim yoluyla işi bitireceklerini söylemiş olsa da, hukuk ve demokrasi dışı birtakım başka yolları da denemeye devam edeceklerinden şüphe yoktur. Ne yapabilirlerse yapacaklardır. Yalanlarla, çeşitli provokasyonlarla toplumda kargaşa çıkarmaya, becerebilirlerse kitle hareketleri meydana getirip iktidarı yıpratmaya çalışacaklar.

ABD çok geniş bir toprağa ve son derece zengin tabiî kaynaklara sahip varlıklı bir ülkedir. Alabildiğine geniş tarım alanlarına, üzerinde gemilerin seferler yaptığı nehirlere, göllere, denizlere, uçsuz bucaksız ormanlara, petrol ve doğal gaz dâhil çeşitli yeraltı kaynaklarına, muhteşem tabiî güzelliklere, bütün bunların yanında yeterli insan kaynağına, 360 milyon gibi makul bir nüfusa ve dünyanın en ileri teknolojilerine sahiptir.

Ülke, coğrafî konumu itibarıyla her türlü tehditten azade, sadece Kanada ve Meksika gibi iki kara komşusuyla da sorunsuz olarak hayatiyetini sürdürüyor. Hülâsa, Allah Amerikan milletine nimetini pek cömertçe sunmuş.

Bu kaynaklar ve şartlar muvacehesinde bu insanlar başka hiçbir ülkeye muhtaç olmadan topyekûn tam bir ekonomik refah içerisinde yaşama imkânına sahip bulunuyorlar. Nitekim onlar da kaynaklarını gayet güzel değerlendirmişler, ihtiyaçtan da fazla üretiyorlar, ihracat yapıyorlar, fert başına millî gelir seviyesi bakımından küçük birkaç petrol zengini ülkeyi hariç tutarsak dünyada lider durumundadırlar. Dolayısıyla bu devletin başka ülkelerin kaynaklarında gözü olmaması, hiçbir ülkeye karşı düşmanlık yapmaması gerekir.

Bununla beraber, şayet bir başka ülkenin kaynaklarına ihtiyaç duyacak olursa, bunu da ücretini ödeyerek satın alması yahut gerekiyorsa o ülkeyle anlaşarak “kazan-kazan” temelinde işbirliği yaparak kaynakları işletmesi ve gelirini hakça bölüşmesi icap eder. 

Fakat böyle olmuyor!

Bir defa, bütün bu zenginliğe rağmen Amerikan halkının çok önemli bir kesimi, tahminen yüzde 15-20’si tam bir yokluk ve sefalet içerisinde yaşıyor. Öbür yandan Amerikan Devleti dünyanın neresinde bir ekonomik kaynak görse, onun sahibi olan halkın ihtiyacını düşünmeden, rızasına bakmadan hemen atlıyor, üzerine çökmeye çalışıyor. Bunun hiçbir sınırı, hiçbir ahlâkî, vicdanî ölçüsü bulunmuyor. Yeryüzünün tamamını sömürgesi hâline getirmek için her türlü kirli yola başvuruyor. Maksadını gerçekleştirmek için çeşitli hile ve desiselerle ülke yönetimlerine kendi hizmetkârlarını getiriyor, gerektiğinde de güç kullanmaktan, ülkeleri kan deryasına çevirmekten çekinmiyor. Kendisine diklenen ülke yöneticilerine karşı askerî darbeler yaptırıyor ya da onları “uyuşturucu kaçakçısı”, “terör destekçisi” gibi uydurma suçlamalarla yargılatıp mahkûm ettiriyor.

Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan için de birkaç sene önce DEAŞ terör örgütünü desteklediği iddiasıyla Can Dündar, Kemal Kılıçdaroğlu, Enis Berberoğlu, Cumhuriyet Gazetesi ve FETÖ örgütünün diğer elemanlarını kullanarak bir tezgâh kurmuşlardı da sonuçta başarısız olmuşlardı. Bu defa da Türkiye’nin Suriye’de çocuk asker savaştırdığı iddiasını dillendirmeye başladılar, bakalım arkasından ne gelecek?

Vahşetin felsefik temelleri

Venezuela, küçük fakat petrol rezervi bakımından dünyanın en zengin bir Güney Amerika ülkesidir. Fakat bu ülkenin insanları yokluk, hatta petrol ihtiyacı içinde yaşıyorlar. Bunun sebebi, Amerikan aklının, “Venezuela halkının da bizim gibi mutluluk ve refah içinde yaşamaya hakkı vardır” gibi en sade bir insanî düşünceden mahrum bulunması, bunun yerine illâ ki o petrol kaynağına çökmek için her türlü ahlâksızlığı yaparak Venezuela halkının kendi petrolünü işletmesine ve satmasına engel olmasıdır. 

ABD, Cumhurbaşkanı Maduro’yu devirmek ve yerine kendi adamını getirmek için hiç utanıp sıkılmadan dünyanın gözü önünde aşikâre bir sürü dolap çeviriyor.

Şurası bir gerçektir ki, Allah’ın hükmünün olmadığı yerde zulüm vardır. Bu itibarla, elbette yalnızca ABD değil, yeryüzünde güç sahibi olanlar, güçleri ölçüsünde başka insanların haklarını gasp ediyorlar, zulmediyorlar. Tabiatıyla bu durum toplumları meydana getiren bireylerin inanç ve ruhî yapılarının kolektif tezahüründen ibarettir. Allah (cc) Kur’ân-ı Kerîm’in Tin Sûresi’nde, insanı en güzel şekilde yarattığını ifade buyurduktan sonra, “Onu aşağıların aşağısına indirdik” ifadesinde bulunuyor. Demek ki, aslında insan yaratılış itibariyle yüksek bir mertebede bulunmakta, ancak bilahare kendi iradesiyle aşağılara, çok aşağılara düşmektedir. Bunun en bariz örneklerinden birisi de, Batı medeniyetinin ürünü olan bu ülkenin insanlarıdır. Kendi menfaati söz konusu olduğunda Batı insanı, âdeta vahşi bir yırtıcıya dönüşüyor.

Batı insanını iyi tanıyabilmek ve ona karşı doğru tavır koyabilmek için onun zihniyetinin nasıl oluştuğunu anlamamız gerekiyor. Onun zihniyetinin ve şekillendirdiği kişiliğinin oluşmasında iki önemli unsur etkili olmuştur.

Bunlardan birincisi, Rönesans’la birlikte başlayan maddîleşme-dünyevîleşme akımının zirvesine oturan Darvin’in ileri sürdüğü bir tezdir. Darvin bu tezinde, Amazon ormanlarında gözlemlediği vahşi hayatın kuralının aynen insanlar için de geçerli olduğunu yani dünyada kıt olan nimetlerin sadece güçlülerin meşru hakkı olduğunu, bu sebepten güçlülerin zayıfları ezmesinin ayıplanacak bir şey olmadığını ileri sürmüştür.

Bu görüşe göre, güçlülerin işlediği/işleyeceği cinayet ve zayıflara reva gördüğü/göreceği her türlü zulüm meşrulaştırılmış, zaten büyük ölçüde materyalistleşen Batı insanının yüreğine bu görüş cuk diye oturmuştur. Şayet Batı insanının kalbinde bir miktar merhamet, acıma duygusu ve vicdan kırıntısı kalmış ise, Darvin’in bu nazariyesi onu da silip atmıştır.

İkinci etken, Hıristiyan Protestan mezhebinin öğretisidir. Bu mezhebi kuran Martin Luther adındaki Hıristiyan papazı, Yahudi inancının temelini oluşturan Kabala’nın ve “Eski Atik” denilen muharref Tevrat’ın tamamen etkisi altında kalmış, oradaki görüşleri, kurduğu mezhebine aynen yerleştirmiştir. Dolayısıyla özellikle de İngiltere yoluyla Amerika’ya geçmiş olan Protestan Puriten (Evangelik) mezhebi bir nevi Hıristiyan Yahudiliğidir.  Aradaki fark, sadece bu mezhepte Peygamber ve Tanrı olarak Hazreti İsa’nın kabul ediliyor olmasıdır. 

Kuzey Amerika’ya ilk ayak basan ve koloni oluşturanlar Püritenler olduğundan, bugünkü mevcutlarının 60 milyon kadar olduğu söyleniyorsa da, Amerikan toplumunun tamamı üzerinde bu mezhebin etkisi büyüktür. Eski Atik’te Yahudilere hitaben Tanrı Yahova’nın,  “Onların (diğer insanların) şehirlerini, mallarını alacaksınız, kendilerini öldüreceksiniz” gibi ifadelerinden esinlenen ilk Avrupalı göçmenler olan Püritenler, Kızılderilileri çok acımasızca, çadırlarında kadın, erkek, çocuk demeden hepsini yakarak, suda boğarak, daha pek çok işkencelerle öldürürken, bunları bir ibadet anlayışı ve böylece daha çok sevap kazandıkları inancıyla yapmışlardır.

İşte Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da, Vietnam’da kadınların, çocukların, yaşlıların bedenlerini paramparça edenler, PKK’nın vahşetini destekleyenler bunlardır! Şayet bölgemizdeki insanî facialar karşısında bunların etkilenebileceğini sananlar varsa, bilsinler ki, tamamen yanılıyorlar!

Vahşi bir yırtıcı gibi uzaklara sulanmak

İnsanlıktan nasibini tamamen kaybetmiş olan bu zalimler, şimdi de aziz milletimizi hedefe koymuştur. Bunların şimdiye kadar yapmış oldukları düşmanlık ve saldırılarını biliyoruz. Bu yaptıklarıyla milletimize büyük zararlar vermiş olsalar da ülkemizi parçalamaya, devletimizi teslim almaya güçleri yetmemiştir. Eğer milletçe topyekûn birlik içinde olabilmiş olsaydık, onları sonuna kadar hüsrana uğratabilirdik. Ancak ABD an itibariyle, ülkemizde birisi ana muhalefet CHP olmak üzere, İP ve HDP olarak üç muhalefet partisine sahiptir. Bunlara DEVA ve Gelecek Partisi adındaki mikrobik partileri de dâhil edebiliriz. ABD Başkanı Biden ülkemizi teslim almak için bu partileri kullanacağını açıkça deklare etmiştir.

Başkan Biden, ülkemizi teslim almak için her ne kadar artık darbe yolundan vazgeçtiklerini ima edip muhalefeti kullanarak seçim yoluyla işi bitireceklerini söylemiş olsa da, hukuk ve demokrasi dışı birtakım başka yolları da denemeye devam edeceklerinden şüphe yoktur. Ne yapabilirlerse yapacaklardır. Yalanlarla, çeşitli provokasyonlarla toplumda kargaşa çıkarmaya, becerebilirlerse kitle hareketleri meydana getirip iktidarı yıpratmaya çalışacaklar. Zaten çalışıyorlar. Bir de utanmadan, açıkça, bu işleri yalanla yapacaklarını söylüyorlar, güya yalanı bilimselleştiriyorlar.

Muhalefet partileri ABD’den aldıkları talimatla iktidarı erken seçime zorladılarsa da bir sonuç alamadılar. Herhâlde niyetleri pandeminin de tesiriyle ortaya çıkmış olan ekonomik sıkıntıyı değerlendirmek, pandemi sona ermeden iktidarı en sıkıntılı olduğu bu zamanda hâlletmekti.

Belediye seçimlerinde elde ettikleri kısmî başarılara ve aslı varsa yaptırdıkları birtakım anket sonuçlarına bakarak Cumhurbaşkanlığı Seçimi’ni kazanabileceklerine inanmaya başladılar; seçime daha iki sene olmasına rağmen kendi kendilerine seçim sath-ı mailine girdiler.

Muhalefetin problemi

Ancak hepsinin kalbinde yatan aslan, başta Cumhurbaşkanlığı olmak üzere çeşitli iktidar nimetleri olduğu için sinirler gerildi, kendi aralarında her gün sertleşen fakat henüz su yüzüne çıkmamış olan bir paylaşım mücadelesi başladı. Korkak Kılıçdaroğlu bile Cumhurbaşkanlığı hayâline kapılmaya başladı, bir yardımcısının ağzından adaylık konusunda bir yoklama yaptı, buna karşı Meral Akşener sinirli, soğuk, daha doğrusu azarlama havasında bir cevap verdi. Meral Hanım’ın kalbinde öteden beri önce Başbakanlık, şimdi ise Cumhurbaşkanlığının yattığını herkes biliyor. “Şu fırsat ele geçmişken neden Cumhurbaşkanı olmasın dişi kurt Asena?”

Ortakların boynunda bir de HDP meselesi var. HDP bu defa ortaklarına kök söktüreceğe benziyor. Sırf Tayyip Erdoğan’ı indirme uğruna ortaklıktaki kilit rolünü bu kez ucuza satmayacağını açıkça belirtiyor; hem geçmişin diyetini istiyor, hem de özgül ağırlığının bedelinin somut olarak imza altına alınmasını talep ederek böylece ortakları CHP ve İP’i iyice köşeye sıkıştırıyor.

Bu iki parti, HDP’nin muhayyel iktidar pastasından istediği payı vermeye razı olabilirler ama bunu açıkça kamuoyu önünde yapamıyorlar. Gizlice yapmak isteseler, bu defa da hem HDP kendisinin “yok sayılmasını” kabul etmiyor, hem de şayet yapılsa bile, tıpkı daha önce gizlice yapmış oldukları anayasa çalışmasında olduğu gibi bunun da ifşa olması hâlinde rezil olacaklarından korkuyorlar.    

Görüldüğü gibi CHP ve İP, terör örgütü PKK’nın elinde tutsak olmuş kıvranıyor.  Bunlar mı devlet yönetecekler? Birbirine benzemez, hatta birçok konuda taban tabana zıt, tek ortak noktaları Tayyip Bey’i düşürmek olan bu üç partinin koalisyonu ülkeyi nasıl bir programla yönetecektir? Tabiatıyla onlar bunu düşünmüyorlar. ABD’nin onlara verdiği görev, Tayyip Bey’i devirmektir, ondan sonra ne yapacaklarını nasıl olsa Biden onlara söyleyecektir. Allah muhafaza, es kaza bunların seçim kazanması, ülkenin felâketi demektir. Allah esirgesin!

Seçime kadar olan süreçte, sanırım en çok üç muhalefet partisinin kendi aralarında muhayyel iktidarı paylaşma mücadelesini izleyeceğiz. Uzlaşamazlarsa Biden Amca devreye girerek onları belki uzlaştırır. Evet, uzlaştırmasına uzlaştırır da, seçimin akabinde bir arkadaşı Biden’e “Bizim çocuklar başardı” şeklinde bir müjdeli haber ulaştırabilir mi, o kesin belli değil!