ABD çok geniş bir
toprağa ve son derece zengin tabiî kaynaklara sahip varlıklı bir ülkedir.
Alabildiğine geniş tarım alanlarına, üzerinde gemilerin seferler yaptığı
nehirlere, göllere, denizlere, uçsuz bucaksız ormanlara, petrol ve doğal gaz
dâhil çeşitli yeraltı kaynaklarına, muhteşem tabiî güzelliklere, bütün bunların
yanında yeterli insan kaynağına, 360 milyon gibi makul bir nüfusa ve dünyanın
en ileri teknolojilerine sahiptir.
Ülke,
coğrafî konumu itibarıyla her türlü tehditten azade, sadece Kanada ve Meksika
gibi iki kara komşusuyla da sorunsuz olarak hayatiyetini sürdürüyor. Hülâsa,
Allah Amerikan milletine nimetini pek cömertçe sunmuş.
Bu
kaynaklar ve şartlar muvacehesinde bu insanlar başka hiçbir ülkeye muhtaç
olmadan topyekûn tam bir ekonomik refah içerisinde yaşama imkânına sahip
bulunuyorlar. Nitekim onlar da kaynaklarını gayet güzel değerlendirmişler,
ihtiyaçtan da fazla üretiyorlar, ihracat yapıyorlar, fert başına millî gelir
seviyesi bakımından küçük birkaç petrol zengini ülkeyi hariç tutarsak dünyada
lider durumundadırlar. Dolayısıyla bu devletin başka ülkelerin kaynaklarında
gözü olmaması, hiçbir ülkeye karşı düşmanlık yapmaması gerekir.
Bununla
beraber, şayet bir başka ülkenin kaynaklarına ihtiyaç duyacak olursa, bunu da
ücretini ödeyerek satın alması yahut gerekiyorsa o ülkeyle anlaşarak “kazan-kazan”
temelinde işbirliği yaparak kaynakları işletmesi ve gelirini hakça bölüşmesi icap
eder.
Fakat
böyle olmuyor!
Bir
defa, bütün bu zenginliğe rağmen Amerikan halkının çok önemli bir kesimi,
tahminen yüzde 15-20’si tam bir yokluk ve sefalet içerisinde yaşıyor. Öbür
yandan Amerikan Devleti dünyanın neresinde bir ekonomik kaynak görse, onun
sahibi olan halkın ihtiyacını düşünmeden, rızasına bakmadan hemen atlıyor,
üzerine çökmeye çalışıyor. Bunun hiçbir sınırı, hiçbir ahlâkî, vicdanî ölçüsü
bulunmuyor. Yeryüzünün tamamını sömürgesi hâline getirmek için her türlü kirli
yola başvuruyor. Maksadını gerçekleştirmek için çeşitli hile ve desiselerle ülke
yönetimlerine kendi hizmetkârlarını getiriyor, gerektiğinde de güç
kullanmaktan, ülkeleri kan deryasına çevirmekten çekinmiyor. Kendisine diklenen
ülke yöneticilerine karşı askerî darbeler yaptırıyor ya da onları “uyuşturucu
kaçakçısı”, “terör destekçisi” gibi uydurma suçlamalarla yargılatıp mahkûm
ettiriyor.
Cumhurbaşkanımız
Tayyip Erdoğan için de birkaç sene önce DEAŞ terör örgütünü desteklediği
iddiasıyla Can Dündar, Kemal Kılıçdaroğlu, Enis Berberoğlu, Cumhuriyet Gazetesi
ve FETÖ örgütünün diğer elemanlarını kullanarak bir tezgâh kurmuşlardı da
sonuçta başarısız olmuşlardı. Bu defa da Türkiye’nin Suriye’de çocuk asker
savaştırdığı iddiasını dillendirmeye başladılar, bakalım arkasından ne gelecek?
Vahşetin
felsefik temelleri
Venezuela,
küçük fakat petrol rezervi bakımından dünyanın en zengin bir Güney Amerika
ülkesidir. Fakat bu ülkenin insanları yokluk, hatta petrol ihtiyacı içinde
yaşıyorlar. Bunun sebebi, Amerikan aklının, “Venezuela halkının da bizim gibi
mutluluk ve refah içinde yaşamaya hakkı vardır” gibi en sade bir insanî
düşünceden mahrum bulunması, bunun yerine illâ ki o petrol kaynağına çökmek
için her türlü ahlâksızlığı yaparak Venezuela halkının kendi petrolünü
işletmesine ve satmasına engel olmasıdır.
ABD,
Cumhurbaşkanı Maduro’yu devirmek ve yerine kendi adamını getirmek için hiç
utanıp sıkılmadan dünyanın gözü önünde aşikâre bir sürü dolap çeviriyor.
Şurası
bir gerçektir ki, Allah’ın hükmünün olmadığı yerde zulüm vardır. Bu itibarla,
elbette yalnızca ABD değil, yeryüzünde güç sahibi olanlar, güçleri ölçüsünde
başka insanların haklarını gasp ediyorlar, zulmediyorlar. Tabiatıyla bu durum
toplumları meydana getiren bireylerin inanç ve ruhî yapılarının kolektif
tezahüründen ibarettir. Allah (cc) Kur’ân-ı Kerîm’in Tin Sûresi’nde, insanı en
güzel şekilde yarattığını ifade buyurduktan sonra, “Onu aşağıların aşağısına
indirdik” ifadesinde bulunuyor. Demek ki, aslında insan yaratılış itibariyle
yüksek bir mertebede bulunmakta, ancak bilahare kendi iradesiyle aşağılara, çok
aşağılara düşmektedir. Bunun en bariz örneklerinden birisi de, Batı
medeniyetinin ürünü olan bu ülkenin insanlarıdır. Kendi menfaati söz konusu
olduğunda Batı insanı, âdeta vahşi bir yırtıcıya dönüşüyor.
Batı
insanını iyi tanıyabilmek ve ona karşı doğru tavır koyabilmek için onun
zihniyetinin nasıl oluştuğunu anlamamız gerekiyor. Onun zihniyetinin ve
şekillendirdiği kişiliğinin oluşmasında iki önemli unsur etkili olmuştur.
Bunlardan
birincisi, Rönesans’la birlikte başlayan maddîleşme-dünyevîleşme akımının
zirvesine oturan Darvin’in ileri sürdüğü bir tezdir. Darvin bu tezinde, Amazon
ormanlarında gözlemlediği vahşi hayatın kuralının aynen insanlar için de geçerli
olduğunu yani dünyada kıt olan nimetlerin sadece güçlülerin meşru hakkı
olduğunu, bu sebepten güçlülerin zayıfları ezmesinin ayıplanacak bir şey
olmadığını ileri sürmüştür.
Bu
görüşe göre, güçlülerin işlediği/işleyeceği cinayet ve zayıflara reva
gördüğü/göreceği her türlü zulüm meşrulaştırılmış, zaten büyük ölçüde
materyalistleşen Batı insanının yüreğine bu görüş cuk diye oturmuştur. Şayet
Batı insanının kalbinde bir miktar merhamet, acıma duygusu ve vicdan kırıntısı
kalmış ise, Darvin’in bu nazariyesi onu da silip atmıştır.
İkinci
etken, Hıristiyan Protestan mezhebinin öğretisidir. Bu mezhebi kuran Martin Luther
adındaki Hıristiyan papazı, Yahudi inancının temelini oluşturan Kabala’nın ve “Eski
Atik” denilen muharref Tevrat’ın tamamen etkisi altında kalmış, oradaki
görüşleri, kurduğu mezhebine aynen yerleştirmiştir. Dolayısıyla özellikle de İngiltere
yoluyla Amerika’ya geçmiş olan Protestan Puriten (Evangelik) mezhebi bir nevi
Hıristiyan Yahudiliğidir. Aradaki fark,
sadece bu mezhepte Peygamber ve Tanrı olarak Hazreti İsa’nın kabul ediliyor
olmasıdır.
Kuzey
Amerika’ya ilk ayak basan ve koloni oluşturanlar Püritenler olduğundan, bugünkü
mevcutlarının 60 milyon kadar olduğu söyleniyorsa da, Amerikan toplumunun
tamamı üzerinde bu mezhebin etkisi büyüktür. Eski Atik’te Yahudilere hitaben
Tanrı Yahova’nın, “Onların (diğer
insanların) şehirlerini, mallarını alacaksınız, kendilerini öldüreceksiniz”
gibi ifadelerinden esinlenen ilk Avrupalı göçmenler olan Püritenler,
Kızılderilileri çok acımasızca, çadırlarında kadın, erkek, çocuk demeden hepsini
yakarak, suda boğarak, daha pek çok işkencelerle öldürürken, bunları bir ibadet
anlayışı ve böylece daha çok sevap kazandıkları inancıyla yapmışlardır.
İşte
Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da, Vietnam’da kadınların, çocukların,
yaşlıların bedenlerini paramparça edenler, PKK’nın vahşetini destekleyenler
bunlardır! Şayet bölgemizdeki insanî facialar karşısında bunların etkilenebileceğini
sananlar varsa, bilsinler ki, tamamen yanılıyorlar!
Vahşi
bir yırtıcı gibi uzaklara sulanmak
İnsanlıktan
nasibini tamamen kaybetmiş olan bu zalimler, şimdi de aziz milletimizi hedefe
koymuştur. Bunların şimdiye kadar yapmış oldukları düşmanlık ve saldırılarını
biliyoruz. Bu yaptıklarıyla milletimize büyük zararlar vermiş olsalar da
ülkemizi parçalamaya, devletimizi teslim almaya güçleri yetmemiştir. Eğer
milletçe topyekûn birlik içinde olabilmiş olsaydık, onları sonuna kadar hüsrana
uğratabilirdik. Ancak ABD an itibariyle, ülkemizde birisi ana muhalefet CHP
olmak üzere, İP ve HDP olarak üç muhalefet partisine sahiptir. Bunlara DEVA ve
Gelecek Partisi adındaki mikrobik partileri de dâhil edebiliriz. ABD Başkanı
Biden ülkemizi teslim almak için bu partileri kullanacağını açıkça deklare
etmiştir.
Başkan
Biden, ülkemizi teslim almak için her ne kadar artık darbe yolundan
vazgeçtiklerini ima edip muhalefeti kullanarak seçim yoluyla işi
bitireceklerini söylemiş olsa da, hukuk ve demokrasi dışı birtakım başka yolları
da denemeye devam edeceklerinden şüphe yoktur. Ne yapabilirlerse yapacaklardır.
Yalanlarla, çeşitli provokasyonlarla toplumda kargaşa çıkarmaya,
becerebilirlerse kitle hareketleri meydana getirip iktidarı yıpratmaya
çalışacaklar. Zaten çalışıyorlar. Bir de utanmadan, açıkça, bu işleri yalanla
yapacaklarını söylüyorlar, güya yalanı bilimselleştiriyorlar.
Muhalefet
partileri ABD’den aldıkları talimatla iktidarı erken seçime zorladılarsa da bir
sonuç alamadılar. Herhâlde niyetleri pandeminin de tesiriyle ortaya çıkmış olan
ekonomik sıkıntıyı değerlendirmek, pandemi sona ermeden iktidarı en sıkıntılı
olduğu bu zamanda hâlletmekti.
Belediye
seçimlerinde elde ettikleri kısmî başarılara ve aslı varsa yaptırdıkları birtakım
anket sonuçlarına bakarak Cumhurbaşkanlığı Seçimi’ni kazanabileceklerine
inanmaya başladılar; seçime daha iki sene olmasına rağmen kendi kendilerine
seçim sath-ı mailine girdiler.
Muhalefetin
problemi
Ancak
hepsinin kalbinde yatan aslan, başta Cumhurbaşkanlığı olmak üzere çeşitli
iktidar nimetleri olduğu için sinirler gerildi, kendi aralarında her gün
sertleşen fakat henüz su yüzüne çıkmamış olan bir paylaşım mücadelesi başladı.
Korkak Kılıçdaroğlu bile Cumhurbaşkanlığı hayâline kapılmaya başladı, bir
yardımcısının ağzından adaylık konusunda bir yoklama yaptı, buna karşı Meral
Akşener sinirli, soğuk, daha doğrusu azarlama havasında bir cevap verdi. Meral
Hanım’ın kalbinde öteden beri önce Başbakanlık, şimdi ise Cumhurbaşkanlığının
yattığını herkes biliyor. “Şu fırsat ele geçmişken neden Cumhurbaşkanı olmasın
dişi kurt Asena?”
Ortakların
boynunda bir de HDP meselesi var. HDP bu defa ortaklarına kök söktüreceğe
benziyor. Sırf Tayyip Erdoğan’ı indirme uğruna ortaklıktaki kilit rolünü bu kez
ucuza satmayacağını açıkça belirtiyor; hem geçmişin diyetini istiyor, hem de özgül
ağırlığının bedelinin somut olarak imza altına alınmasını talep ederek böylece
ortakları CHP ve İP’i iyice köşeye sıkıştırıyor.
Bu
iki parti, HDP’nin muhayyel iktidar pastasından istediği payı vermeye razı
olabilirler ama bunu açıkça kamuoyu önünde yapamıyorlar. Gizlice yapmak
isteseler, bu defa da hem HDP kendisinin “yok sayılmasını” kabul etmiyor, hem
de şayet yapılsa bile, tıpkı daha önce gizlice yapmış oldukları anayasa
çalışmasında olduğu gibi bunun da ifşa olması hâlinde rezil olacaklarından korkuyorlar.
Görüldüğü
gibi CHP ve İP, terör örgütü PKK’nın elinde tutsak olmuş kıvranıyor. Bunlar mı devlet yönetecekler? Birbirine
benzemez, hatta birçok konuda taban tabana zıt, tek ortak noktaları Tayyip
Bey’i düşürmek olan bu üç partinin koalisyonu ülkeyi nasıl bir programla
yönetecektir? Tabiatıyla onlar bunu düşünmüyorlar. ABD’nin onlara verdiği görev,
Tayyip Bey’i devirmektir, ondan sonra ne yapacaklarını nasıl olsa Biden onlara
söyleyecektir. Allah muhafaza, es kaza bunların seçim kazanması, ülkenin felâketi
demektir. Allah esirgesin!
Seçime kadar olan süreçte, sanırım en çok üç muhalefet partisinin kendi aralarında muhayyel iktidarı paylaşma mücadelesini izleyeceğiz. Uzlaşamazlarsa Biden Amca devreye girerek onları belki uzlaştırır. Evet, uzlaştırmasına uzlaştırır da, seçimin akabinde bir arkadaşı Biden’e “Bizim çocuklar başardı” şeklinde bir müjdeli haber ulaştırabilir mi, o kesin belli değil!