İTAAT kültürünün yaygın
olarak yaşandığı bir toplum hâline dönüştük. Birileri hükmetmenin zevkini
yaşarken, birçoğu da “Siz en iyisini bilirsiniz” yarışında olmanın rahatlığının
tadını çıkarmaktadır. Her şeyin doğrusunu bildiğini zannedenler, düşünüp akıl
etmekle yükümlülüklerini yerine getirdiklerini zannederken, diğerleri de dünya
ve ahiret işlerini bir taşerona havale etmenin vurdumduymazlığı içinde
günlerini geçirmenin avantajını yaşar oldular. Tabiî ki o birilerine köle
hizmeti vermenin karşılığında...
Gerçek
olan şudur ki, durup dururken olmadı bunlar. Toplumsal gelenek ve görenekten
tutun da aile büyükleri, hatırı sayılır kişiler, yöneticiler, siyâsî liderler, yönetimin
her kademesinde yer alan başkanlar, şeyhler, halifeler, vekiller, vekillerin
vekilleri derken kimin ne zaman ve nerede etkili ve yetkili olduğu belli
olmayıp, karmaşa içinde kendine yer edinmiş kişilikler, fırsattan istifade bunu
kullanır oldular.
Bu
karmaşa içinde sürüklenip giden, her farklı yerde farklı kişiye itaat etmek
zorunda hisseden insanlar ya da insancıkların oluşturduğu bir toplum hâline
geldik sonunda. “İnsancıkları” bilerek ekledim. İnsan, farkındalığının
bilincinde olan, neyi nerede ve ne için yapması gerektiğini bilen varlıktır.
İnsancık ise, insan görünümünde olup kendince yaşamasını bilmeyen ve
başkalarının arzu ve isteklerine göre bir yaşam çizgisi tutturmuş
yaratıklardır. Düşünmezler, sorgulamazlar, birey olmanın özgürlüğünü
tadamazlar. İnsan olarak dünyaya gelen bu varlıkların nasıl olup da insancığa dönüştüğünü
ya da toplumun onları nasıl dönüştürdüğünü irdelemekte yarar var diye
düşünüyorum.
İnsanları
bir başkasına boyun eğmeye iten, söz dinleyen duruma gelmenin altyapısı
incelendiğinde, uslu çocuk olmadan başlayan ve söz dinleyen insan olma yolunda
sürekli beslenen bir kültürün ürünü olunduğu ortaya çıkacaktır. Toplumsal uyum
adına gelişen bu durum, insanı bağımlı hâle sokan bir sonuca ulaştırmaktadır. “Uyum,
intibak ve itaat gibi kavramların arkasına sığınılarak varılan nokta, insanın
köleleşmesine kadar uzanmaktadır” dersek, fazla abartmış olmayız.
Özellikle
bu ve benzeri kavramları birbirine karıştırmış olmamızdan yola çıkarak, bu
konuda bize ışık tutacak kelimeleri, sözlük anlamları kapsamında ele alalım.
Uyum;
“Bulunulan yere, şartlara uyma konusunda gösterilen çaba, fizikî veya ruhî
değişim” olarak ele alınmaktadır. “Kişinin kendi durum ve şartları
dışındakilerle yakınlaşması, ters düşmemesi yönünde gelişim göstermesidir” de
diyebiliriz.
İntibak;
“Uygun gelme, çeşitli durumlara uyma kabiliyeti” olarak izah edilmektedir.
Kişinin birlikteliği sürdürebilmek için, ilişkide olduğu kişilere uygun beceri
ortaya koyma çabasıdır. Uygun beceri, kişinin bir başkasına yönelik olduğu gibi,
kendine karşı gösterilen tutum ve davranışların olumlulaşmasına da katkı
sağlamalıdır.
İtaat;
“Emre uyma, söz dinleme, baş eğme” olarak izah edilebilir. Kişinin her şart ve
durumda verilen emre uyma, söyleneni dinleyip yerine getirme, şartsız ve şekilsiz
kabul etmesidir. Kendi duygu ve düşüncesinin önemi yoktur. Durum, geleni olduğu
gibi kabul edip gereğini yapmadan ibarettir.
Birbirinden
farklı anlamlar içeren bu kavramların içerikleri birbirine karıştırılmış, biraz
da söz söyleme noktasında olanların da menfaatleri gereği, uyum ve intibak
gerektiren durumlar bile “itaat” kavramı içine sıkıştırılır olmuştur.
Bunu
nereden mi anlıyoruz?
Uyum
ve intibak konusunda hata yapan ve uygun davranma konusunda zorlanan kişiler,
itaatsizlikle itham edilip töhmet altında bırakılmaktadır.
Burada,
ast-üst ilişkisinde, mevzuatın gerektirdiği konularda itaat gerektirecek
durumları dikkatten uzak tutmamakta yarar vardır. Bu durumlarda itaat olmadığı
takdirde kargaşa doğar ve işleyiş zarar görür. Bununla birlikte, etkili ya da
yetkili kişinin, her şeye rağmen emrine itaat etmesi gereken kişiye konu ile
ilgili fikrini sorması, iletişimin sağlıklı ve doğru yürümesi açısından
elzemdir. Aynı zamanda görev veya sorumluluğu yerine getirecek olanın yapacağı
işi benimsemesi ve onu sahiplenmesine de katkı sağlayacaktır.
Söz
dinlemek makbul değer midir?
Üzerinde
durmak istediğimiz problem, insanların duygu ve düşüncelerini özgürce ifade
edememesi, kişiliklerin kabul edilip ona değer verilmemesi, onun fikrinin
sorulmaması olayıdır. Bu noktaya nereden gelindiği düşünüldüğünde, toplumsal
yapının işleyişine bir göz atmakta yarar var.
Daha
çocukluktan itibaren söz dinleyen, uslu olan, söyleneni yapan kişinin makbul
olduğu her vesile ile telkin edilmekte, büyüklerin sözünü dinlememenin
saygısızlık olduğu fikri beyinlere işlenmektedir. Bu sayede düşünmeyen, soru
soramayan, sorgulayamayan, itiraz edemeyen bir nesil ile karşı karşıya
kalınmaktadır. Etkili ve yetkili konumda olanların istediği ve beklediği bir
sonuç olduğu için de kimsenin aksini beklemek gibi bir lüksü bulunmamaktadır.
Böyle bir kültürün içine doğan çocuktan da farklı bir tavır beklemek boşuna
olacaktır tabiî olarak.
Söz
dinlemek; ikna edilerek istenilen davranışın ortaya konulması anlamıyla algılanmalıyken,
sorgusuz sualsiz itaat etme olarak algılanmaktadır. Bu şekilde gelişen bir
ilişki, iki insan arasında olması gerekenden çok, bir insan ile robot arasında sürdürülebilecek
bir davranış biçimidir. Bilinen tabirle, efendi-köle ilişkisidir. Efendisi için
nefes alıp veren bir birey olarak hayatını sürdürmek, onlar için ideal bir
yaşantı hâline gelmiştir.
Daha çocukluktan itibaren söz dinleyen, uslu olan, söyleneni yapan kişinin makbul olduğu her vesile ile telkin edilmekte, büyüklerin sözünü dinlememenin saygısızlık olduğu fikri beyinlere işlenmektedir.
Ailenin
gözbebeği, bütün fertleri tarafından el üstünde tutulan çocuk, kendini ifade
etmeye başladığı andan itibaren aile fertlerinin gözünde, olanca sevimsizliğini
gösteren bir kişiliğe dönüşmüşçesine dışlanmaya başlanmaktadır. “Sen çocuksun”,
“Sen küçüksün”, “Sen anlamazsın”, “Henüz adam olmadın”, “Büyükler varken sana
söz düşmez”, “Sana ne söylenirse dinleyecek, sözü söyleyene itaat edeceksin”
zihniyeti, ne yazık ki her zaman geçerliliğini koruyan bir tutum hâlini
almıştır.
Bunun
sonucu olarak da özgüvenden yoksun zayıf kişilikler, geleneksel toplum içinde yaşamını
sürdürmektedir. Bu tür ilişki içinde olan kişilikler, nerede bir güç görürse
oranın tahakkümü altına girmekten imtina etmeyecektir. Aileden ve çevreden
gördüğü itaat kültürü içinde hayatına devam etmekten hiçbir zaman rahatsızlık
duymayacaktır. Böyle olunca da kudret erleri aranıp kendini ona teslim etmekten
başka çare kalmamaktadır.
Özgüveni
sağlam, kişilikli, düşünen, düşüncelerini ifade edebilen, soran, sorgulayan,
eleştiren ve eleştirildiğinde hazmedebilen neslin temeli öncelikle ailede
atılır. Çocukluktan itibaren ailenin bir bireyi olduğu hissettirilir, bütün
gelişmelerden haberdar edilir ve yaşına uygun şekilde fikri sorulup görüşleri
ciddîye alınırsa, çocuğun özgür bir birey olarak gelişmesine zemin hazırlanmış
olur. Mevcut hâliyle kabul gören ve sözüne değer verilen bireyin özgüveni
gelişir, kendi ayakları üzerinde durabilen bir birey olarak gelişimini sağlar.
Ailede
başlayan bu eğitim, okulda da devam eder; öncelikle öğretmenleri, yöneticileri
ve kurum çalışanlarınca saygı gören bir birey olarak yaşantısını sürdürme imkânı
bulan çocuk, kendi farkındalığının bilincinde olan bir insana dönüşür.
Başkaları
tarafından ciddîye alınan çocuğun, diğer çocuklar başta olmak üzere bütün
insanlara değer vermekten başka bir davranışı olmayacaktır. Kötülük görmeyen
çocuk, başkaları hakkında olumsuz düşünmeyecektir. Yalanla tanışmayan çocuk,
kendi çıkarları uğuruna başkalarını kandırmaya çalışmayacaktır.
Etkili
ve yetkililerin tahakkümünü yaşamayan çocuk, birlikte olduğu insanların birer
birey olduklarını art niyetsiz kabul edecektir. Ailede, çevrede ve okul ya da
arkadaş ortamlarında bastırılmayan kişilikler, özgür birey olarak toplumda
yerini alacaktır. Baskının olmadığı ortamlarda yetiştirildiğinde, başkasına
baskı kurmayı düşünmeyecektir.
Evde
anne baba, sokakta diğer insanlar, okulda öğretmen ve yöneticilerin altında
uslu ve söz dinleyen kişi olması yönünde bastırılan çocukların, itaat
kültürünün birer bireyi olmaktan başka çaresi olmayacaktır.
“Ben bilmem, babam bilir”den başlayıp “Ben bilmem, büyüklerim bilir”, “Ben bilmem, şeyhim bilir, liderim bilir” demeye başlar. O bilenler sorgulanmaz, eleştirilmesi akıldan bile geçirilmez ve ne yaparlarsa yapsınlar, doğru yapmış kabul edilirler.
O
kişinin bu duruma gelmesine ilk katkıyı veren ebeveynlerin sözü bir noktadan
sonra geçerliliğini yitirir, yeni bağım noktalarının, kudret erlerinin sözü
geçerli kılınır. Yeni efendiler hükümlerini sürdürebilmek için öncekilerin
etkisizleşmesi konusunda bilinçli bir yaklaşım uygular. Bu noktaya gelen kişi,
beynini kiralamıştır artık.
Kendisinin
düşünmesine, herhangi bir konuya kafa yormasına gerek yoktur; şeyhler, cemaat liderleri,
farklı kademelerdeki yöneticiler, kısacası onun nezdinde büyük olanlar, onun
için her şeyin en iyisini düşünüp yapıyormuş gibi hesap edilirler.
Onun
yapması gereken ise söylenenleri dinlemek, emirleri yerine getirmek, “Yap”
denen şeyi her şeye rağmen uygulamaktır. Bu yerine göre “Ailenden,
çocuklarından vazgeçeceksin” olabilir, “Vatana ihanet edeceksin” olabilir. Fark
etmez. Onlar ne söylerse haklıdırlar. Çok bariz yanlışlarına rastlanırsa bile “Büyüğün
bir bildiği vardır” diye sineye çekilmesi, en makbul olanıdır. “Onun üzerinde
düşünmek kimin hâddine?! Allah’ın verdiği aklı kullanmak o aciz insanlara mı
kalmış? Büyükler her şeyin en iyisini ve en doğrusunu bilirler zaten” diye
düşünülür.
Gelişmemiş
ya da az gelişmiş toplumların bulundukları yerde olmaları, itaat kültürünün
yaygın şekilde kullanılıyor olmasındandır. Benzer toplumlarda fırsatı, kendi
çıkarları hesabına kullanmak isteyen kişiler mutlaka çıkacaktır. Bunlar,
toplumun zaaflarını iyi okuyan ve gidişatı kendi lehlerine kullanmakta mahir olanlardır.
Birileri, mevcut durumdan kurtulmanın tek çıkar yolunun kendi yönetimi
olduğundan yola çıkarken, peşinden gelindiğinde refaha erecekleri vaadinde
bulunurlar. “Kişilerin dünyalıklarını düşünmelerine gerek yoktur” diye telkin
edilir. Düşenin sonuca ulaşmak için canlarını dahi vermekten sakınmamaları
gereğini de uygun zaman ve zeminde telkin etmekten geri durmayacaklardır.
Bir
başkası, geçici olan dünya için çaba sarf etmeye gerek olmadığından dem vurarak
cennet vaadiyle yola çıkacak, bu arada da bağlılarının dünyalıklarını kendi
hesabında toplamaktan geri durmayacaktır. Ortaya koyduğum iki örneğin sayısını
arttırmak mümkün, ancak konunun yeteri kadar anlaşıldığını kabul ederek kısa noktalamak
itiyorum.
Hangi
şart ve zeminde olursa olsun, aklını kullanmayanların yerine düşünen, onların
menfaatlerini koruduğunu iddia eden birileri çıkacak ve sürüyü yönetmeye talip
olacaktır. Bu gibilerin ne maksatla yola çıktığı hiç önemli değildir. Ne kadar
farklı amaçlarla yola çıkarlarsa çıksınlar, hepsinin vardığı nokta kudreti elde
tutmak, insanları sömürmek ve kendi kirli emelleri uğruna onları kullanmak ve
sahip olduklarına el koymaktır. O kadar ileri giderler ki, insanların canları
dahi onların hedeflerine ulaşmak için birer araçtan başka bir şey ifade etmez.
Oysa
insan, eşref bir mahlûktur. Yaratılmışların en şereflisi, Yaratıcının
yeryüzündeki halifesidir. Böyle bir varlık, olgu ve olaylar üzerine düşünür,
tefekkür eder, akıl eder, sorar, sorgular, eleştirir. Aksi takdirde yaratılış gayesinin
dışına çıkmış olur ki kendi olmak yerine başkalarının kölesi olur, ona ya da
onlara itaat etmek zorunda kalır. Buna benzer kişiler, her ne kadar insan
vasfında varlıklarını sürdürmüş olsalar da beyinlerini kiraya vermiş
kişiliklerdir. Ailesinin rızkını efendisi uğruna harcamakta mahsur görmez,
sahip olduğu makam ve mevkiin imkânlarını onun uğurunda kullanmaktan imtina
etmez, o uğurda masum insanların öldürülmesi, hatta vatana ihanet etmek dahi
hedefe ulaşabilmenin caiz olan yöntemlerinden biri olarak kabul edilebilir. Bu
şartlarda beynin nasıl kullanılacağı, kiracının insafına kalmıştır.
Yüce
Yaratan’ın kendisine bahşettiği bedenine ve ruhuna sahip çıkan, bireyin özgür
yaratılışlı bir varlık olduğu bilincinde olan insanlar, aklını ve beynini
kullanabilen, başkalarının etkisi altında kalmayan varlıklardır. Yaşanan
dünyanın huzur ve refahı için uyum ve intibakı “itaat” ile karıştırmayan
kişilikli özgür insanlara ihtiyaç vardır.