Beyni kiraya vermek

Yüce Yaratan’ın kendisine bahşettiği bedenine ve ruhuna sahip çıkan, bireyin özgür yaratılışlı bir varlık olduğu bilincinde olan insanlar, aklını ve beynini kullanabilen, başkalarının etkisi altında kalmayan varlıklardır. Yaşanan dünyanın huzur ve refahı için uyum ve intibakı “itaat” ile karıştırmayan kişilikli özgür insanlara ihtiyaç vardır.

İTAAT kültürünün yaygın olarak yaşandığı bir toplum hâline dönüştük. Birileri hükmetmenin zevkini yaşarken, birçoğu da “Siz en iyisini bilirsiniz” yarışında olmanın rahatlığının tadını çıkarmaktadır. Her şeyin doğrusunu bildiğini zannedenler, düşünüp akıl etmekle yükümlülüklerini yerine getirdiklerini zannederken, diğerleri de dünya ve ahiret işlerini bir taşerona havale etmenin vurdumduymazlığı içinde günlerini geçirmenin avantajını yaşar oldular. Tabiî ki o birilerine köle hizmeti vermenin karşılığında...

Gerçek olan şudur ki, durup dururken olmadı bunlar. Toplumsal gelenek ve görenekten tutun da aile büyükleri, hatırı sayılır kişiler, yöneticiler, siyâsî liderler, yönetimin her kademesinde yer alan başkanlar, şeyhler, halifeler, vekiller, vekillerin vekilleri derken kimin ne zaman ve nerede etkili ve yetkili olduğu belli olmayıp, karmaşa içinde kendine yer edinmiş kişilikler, fırsattan istifade bunu kullanır oldular.

Bu karmaşa içinde sürüklenip giden, her farklı yerde farklı kişiye itaat etmek zorunda hisseden insanlar ya da insancıkların oluşturduğu bir toplum hâline geldik sonunda. “İnsancıkları” bilerek ekledim. İnsan, farkındalığının bilincinde olan, neyi nerede ve ne için yapması gerektiğini bilen varlıktır. İnsancık ise, insan görünümünde olup kendince yaşamasını bilmeyen ve başkalarının arzu ve isteklerine göre bir yaşam çizgisi tutturmuş yaratıklardır. Düşünmezler, sorgulamazlar, birey olmanın özgürlüğünü tadamazlar. İnsan olarak dünyaya gelen bu varlıkların nasıl olup da insancığa dönüştüğünü ya da toplumun onları nasıl dönüştürdüğünü irdelemekte yarar var diye düşünüyorum.

İnsanları bir başkasına boyun eğmeye iten, söz dinleyen duruma gelmenin altyapısı incelendiğinde, uslu çocuk olmadan başlayan ve söz dinleyen insan olma yolunda sürekli beslenen bir kültürün ürünü olunduğu ortaya çıkacaktır. Toplumsal uyum adına gelişen bu durum, insanı bağımlı hâle sokan bir sonuca ulaştırmaktadır. “Uyum, intibak ve itaat gibi kavramların arkasına sığınılarak varılan nokta, insanın köleleşmesine kadar uzanmaktadır” dersek, fazla abartmış olmayız.

Özellikle bu ve benzeri kavramları birbirine karıştırmış olmamızdan yola çıkarak, bu konuda bize ışık tutacak kelimeleri, sözlük anlamları kapsamında ele alalım.

Uyum; “Bulunulan yere, şartlara uyma konusunda gösterilen çaba, fizikî veya ruhî değişim” olarak ele alınmaktadır. “Kişinin kendi durum ve şartları dışındakilerle yakınlaşması, ters düşmemesi yönünde gelişim göstermesidir” de diyebiliriz.

İntibak; “Uygun gelme, çeşitli durumlara uyma kabiliyeti” olarak izah edilmektedir. Kişinin birlikteliği sürdürebilmek için, ilişkide olduğu kişilere uygun beceri ortaya koyma çabasıdır. Uygun beceri, kişinin bir başkasına yönelik olduğu gibi, kendine karşı gösterilen tutum ve davranışların olumlulaşmasına da katkı sağlamalıdır.

İtaat; “Emre uyma, söz dinleme, baş eğme” olarak izah edilebilir. Kişinin her şart ve durumda verilen emre uyma, söyleneni dinleyip yerine getirme, şartsız ve şekilsiz kabul etmesidir. Kendi duygu ve düşüncesinin önemi yoktur. Durum, geleni olduğu gibi kabul edip gereğini yapmadan ibarettir.

Birbirinden farklı anlamlar içeren bu kavramların içerikleri birbirine karıştırılmış, biraz da söz söyleme noktasında olanların da menfaatleri gereği, uyum ve intibak gerektiren durumlar bile “itaat” kavramı içine sıkıştırılır olmuştur.

Bunu nereden mi anlıyoruz?

Uyum ve intibak konusunda hata yapan ve uygun davranma konusunda zorlanan kişiler, itaatsizlikle itham edilip töhmet altında bırakılmaktadır.

Burada, ast-üst ilişkisinde, mevzuatın gerektirdiği konularda itaat gerektirecek durumları dikkatten uzak tutmamakta yarar vardır. Bu durumlarda itaat olmadığı takdirde kargaşa doğar ve işleyiş zarar görür. Bununla birlikte, etkili ya da yetkili kişinin, her şeye rağmen emrine itaat etmesi gereken kişiye konu ile ilgili fikrini sorması, iletişimin sağlıklı ve doğru yürümesi açısından elzemdir. Aynı zamanda görev veya sorumluluğu yerine getirecek olanın yapacağı işi benimsemesi ve onu sahiplenmesine de katkı sağlayacaktır.

Söz dinlemek makbul değer midir?

Üzerinde durmak istediğimiz problem, insanların duygu ve düşüncelerini özgürce ifade edememesi, kişiliklerin kabul edilip ona değer verilmemesi, onun fikrinin sorulmaması olayıdır. Bu noktaya nereden gelindiği düşünüldüğünde, toplumsal yapının işleyişine bir göz atmakta yarar var.

Daha çocukluktan itibaren söz dinleyen, uslu olan, söyleneni yapan kişinin makbul olduğu her vesile ile telkin edilmekte, büyüklerin sözünü dinlememenin saygısızlık olduğu fikri beyinlere işlenmektedir. Bu sayede düşünmeyen, soru soramayan, sorgulayamayan, itiraz edemeyen bir nesil ile karşı karşıya kalınmaktadır. Etkili ve yetkili konumda olanların istediği ve beklediği bir sonuç olduğu için de kimsenin aksini beklemek gibi bir lüksü bulunmamaktadır. Böyle bir kültürün içine doğan çocuktan da farklı bir tavır beklemek boşuna olacaktır tabiî olarak.

Söz dinlemek; ikna edilerek istenilen davranışın ortaya konulması anlamıyla algılanmalıyken, sorgusuz sualsiz itaat etme olarak algılanmaktadır. Bu şekilde gelişen bir ilişki, iki insan arasında olması gerekenden çok, bir insan ile robot arasında sürdürülebilecek bir davranış biçimidir. Bilinen tabirle, efendi-köle ilişkisidir. Efendisi için nefes alıp veren bir birey olarak hayatını sürdürmek, onlar için ideal bir yaşantı hâline gelmiştir.

Daha çocukluktan itibaren söz dinleyen, uslu olan, söyleneni yapan kişinin makbul olduğu her vesile ile telkin edilmekte, büyüklerin sözünü dinlememenin saygısızlık olduğu fikri beyinlere işlenmektedir.

Ailenin gözbebeği, bütün fertleri tarafından el üstünde tutulan çocuk, kendini ifade etmeye başladığı andan itibaren aile fertlerinin gözünde, olanca sevimsizliğini gösteren bir kişiliğe dönüşmüşçesine dışlanmaya başlanmaktadır. “Sen çocuksun”, “Sen küçüksün”, “Sen anlamazsın”, “Henüz adam olmadın”, “Büyükler varken sana söz düşmez”, “Sana ne söylenirse dinleyecek, sözü söyleyene itaat edeceksin” zihniyeti, ne yazık ki her zaman geçerliliğini koruyan bir tutum hâlini almıştır.

Bunun sonucu olarak da özgüvenden yoksun zayıf kişilikler, geleneksel toplum içinde yaşamını sürdürmektedir. Bu tür ilişki içinde olan kişilikler, nerede bir güç görürse oranın tahakkümü altına girmekten imtina etmeyecektir. Aileden ve çevreden gördüğü itaat kültürü içinde hayatına devam etmekten hiçbir zaman rahatsızlık duymayacaktır. Böyle olunca da kudret erleri aranıp kendini ona teslim etmekten başka çare kalmamaktadır.

Özgüveni sağlam, kişilikli, düşünen, düşüncelerini ifade edebilen, soran, sorgulayan, eleştiren ve eleştirildiğinde hazmedebilen neslin temeli öncelikle ailede atılır. Çocukluktan itibaren ailenin bir bireyi olduğu hissettirilir, bütün gelişmelerden haberdar edilir ve yaşına uygun şekilde fikri sorulup görüşleri ciddîye alınırsa, çocuğun özgür bir birey olarak gelişmesine zemin hazırlanmış olur. Mevcut hâliyle kabul gören ve sözüne değer verilen bireyin özgüveni gelişir, kendi ayakları üzerinde durabilen bir birey olarak gelişimini sağlar.

Ailede başlayan bu eğitim, okulda da devam eder; öncelikle öğretmenleri, yöneticileri ve kurum çalışanlarınca saygı gören bir birey olarak yaşantısını sürdürme imkânı bulan çocuk, kendi farkındalığının bilincinde olan bir insana dönüşür.

Başkaları tarafından ciddîye alınan çocuğun, diğer çocuklar başta olmak üzere bütün insanlara değer vermekten başka bir davranışı olmayacaktır. Kötülük görmeyen çocuk, başkaları hakkında olumsuz düşünmeyecektir. Yalanla tanışmayan çocuk, kendi çıkarları uğuruna başkalarını kandırmaya çalışmayacaktır.

Etkili ve yetkililerin tahakkümünü yaşamayan çocuk, birlikte olduğu insanların birer birey olduklarını art niyetsiz kabul edecektir. Ailede, çevrede ve okul ya da arkadaş ortamlarında bastırılmayan kişilikler, özgür birey olarak toplumda yerini alacaktır. Baskının olmadığı ortamlarda yetiştirildiğinde, başkasına baskı kurmayı düşünmeyecektir.

Evde anne baba, sokakta diğer insanlar, okulda öğretmen ve yöneticilerin altında uslu ve söz dinleyen kişi olması yönünde bastırılan çocukların, itaat kültürünün birer bireyi olmaktan başka çaresi olmayacaktır.

“Ben bilmem, babam bilir”den başlayıp “Ben bilmem, büyüklerim bilir”, “Ben bilmem, şeyhim bilir, liderim bilir” demeye başlar. O bilenler sorgulanmaz, eleştirilmesi akıldan bile geçirilmez ve ne yaparlarsa yapsınlar, doğru yapmış kabul edilirler.


O kişinin bu duruma gelmesine ilk katkıyı veren ebeveynlerin sözü bir noktadan sonra geçerliliğini yitirir, yeni bağım noktalarının, kudret erlerinin sözü geçerli kılınır. Yeni efendiler hükümlerini sürdürebilmek için öncekilerin etkisizleşmesi konusunda bilinçli bir yaklaşım uygular. Bu noktaya gelen kişi, beynini kiralamıştır artık.

Kendisinin düşünmesine, herhangi bir konuya kafa yormasına gerek yoktur; şeyhler, cemaat liderleri, farklı kademelerdeki yöneticiler, kısacası onun nezdinde büyük olanlar, onun için her şeyin en iyisini düşünüp yapıyormuş gibi hesap edilirler.

Onun yapması gereken ise söylenenleri dinlemek, emirleri yerine getirmek, “Yap” denen şeyi her şeye rağmen uygulamaktır. Bu yerine göre “Ailenden, çocuklarından vazgeçeceksin” olabilir, “Vatana ihanet edeceksin” olabilir. Fark etmez. Onlar ne söylerse haklıdırlar. Çok bariz yanlışlarına rastlanırsa bile “Büyüğün bir bildiği vardır” diye sineye çekilmesi, en makbul olanıdır. “Onun üzerinde düşünmek kimin hâddine?! Allah’ın verdiği aklı kullanmak o aciz insanlara mı kalmış? Büyükler her şeyin en iyisini ve en doğrusunu bilirler zaten” diye düşünülür.

Gelişmemiş ya da az gelişmiş toplumların bulundukları yerde olmaları, itaat kültürünün yaygın şekilde kullanılıyor olmasındandır. Benzer toplumlarda fırsatı, kendi çıkarları hesabına kullanmak isteyen kişiler mutlaka çıkacaktır. Bunlar, toplumun zaaflarını iyi okuyan ve gidişatı kendi lehlerine kullanmakta mahir olanlardır. Birileri, mevcut durumdan kurtulmanın tek çıkar yolunun kendi yönetimi olduğundan yola çıkarken, peşinden gelindiğinde refaha erecekleri vaadinde bulunurlar. “Kişilerin dünyalıklarını düşünmelerine gerek yoktur” diye telkin edilir. Düşenin sonuca ulaşmak için canlarını dahi vermekten sakınmamaları gereğini de uygun zaman ve zeminde telkin etmekten geri durmayacaklardır.

Bir başkası, geçici olan dünya için çaba sarf etmeye gerek olmadığından dem vurarak cennet vaadiyle yola çıkacak, bu arada da bağlılarının dünyalıklarını kendi hesabında toplamaktan geri durmayacaktır. Ortaya koyduğum iki örneğin sayısını arttırmak mümkün, ancak konunun yeteri kadar anlaşıldığını kabul ederek kısa noktalamak itiyorum.

Hangi şart ve zeminde olursa olsun, aklını kullanmayanların yerine düşünen, onların menfaatlerini koruduğunu iddia eden birileri çıkacak ve sürüyü yönetmeye talip olacaktır. Bu gibilerin ne maksatla yola çıktığı hiç önemli değildir. Ne kadar farklı amaçlarla yola çıkarlarsa çıksınlar, hepsinin vardığı nokta kudreti elde tutmak, insanları sömürmek ve kendi kirli emelleri uğruna onları kullanmak ve sahip olduklarına el koymaktır. O kadar ileri giderler ki, insanların canları dahi onların hedeflerine ulaşmak için birer araçtan başka bir şey ifade etmez.

Oysa insan, eşref bir mahlûktur. Yaratılmışların en şereflisi, Yaratıcının yeryüzündeki halifesidir. Böyle bir varlık, olgu ve olaylar üzerine düşünür, tefekkür eder, akıl eder, sorar, sorgular, eleştirir. Aksi takdirde yaratılış gayesinin dışına çıkmış olur ki kendi olmak yerine başkalarının kölesi olur, ona ya da onlara itaat etmek zorunda kalır. Buna benzer kişiler, her ne kadar insan vasfında varlıklarını sürdürmüş olsalar da beyinlerini kiraya vermiş kişiliklerdir. Ailesinin rızkını efendisi uğruna harcamakta mahsur görmez, sahip olduğu makam ve mevkiin imkânlarını onun uğurunda kullanmaktan imtina etmez, o uğurda masum insanların öldürülmesi, hatta vatana ihanet etmek dahi hedefe ulaşabilmenin caiz olan yöntemlerinden biri olarak kabul edilebilir. Bu şartlarda beynin nasıl kullanılacağı, kiracının insafına kalmıştır.

Yüce Yaratan’ın kendisine bahşettiği bedenine ve ruhuna sahip çıkan, bireyin özgür yaratılışlı bir varlık olduğu bilincinde olan insanlar, aklını ve beynini kullanabilen, başkalarının etkisi altında kalmayan varlıklardır. Yaşanan dünyanın huzur ve refahı için uyum ve intibakı “itaat” ile karıştırmayan kişilikli özgür insanlara ihtiyaç vardır.