Beton ormanı

Oyalansınlar diye çocuklarımı parka getirdim. Plâstik oyun alanlarında eğlenmeye çalışıyorlar. Anneleri ile bankta oturup onları seyrediyorum. Ne gerçekten onlar oyalanıyor ve eğleniyor, ne de biz. Fark ettiniz mi, her şey ne kadar plâstik, yaşamımız gibi! Öyle bir yaşıyoruz ki, sanırım doğada çözünmemiz daha çok yıllarımızı alacak.

SOLUK yüzlü apartmanlar ile yoldan geçenleri cansız ve isteksiz selâmlayan ticarethaneler, sarmaşık gibi sarmış şehrin dört bir yanını. Yollar sanki zihinlerimizin göstergesi. Karışık bir düzen; gündüzleri soluk almayan bir trafik ve her geçen gün artan araç (düşünce) sayısı… Parklarımız birer yara bandı lâkin merhem olmuyor derdimize. Hasta bu şehir! Betondan bir ormana dönmüş bu koca şehir, bu başkent. Başkent, “doğakent” olsa daha iyi olmaz mıydı?

“İnsan nereye baksa kendi yansımasını görür” derler. İnsanın dokuduğu kilim kendi içinin bir yansımasıdır. Gel, gör şehrini ey kilimci, için ne hâlde bir sorgula!

Hem bizler doğaya bu kadar düşkünken neden tersine gideriz ki? Hani meşhur bir söz var, ona benziyor birçok işimiz: “İnsan önce para kazanmak için sağlığını fedâ eder, sonra sağlığını kazanmak için parasını.” Önce maddiyat ve meşgûliyet peşinde kaskatı bir dünya inşâ ediyor, sonra bedenimiz ve çocuklar dinlensin/görsün diye doğaya kaçıyoruz şehirlerden.

Doğa keskin hatlar, sert ve kaba yapılanmalardan kaçınır. Rûha, yaşamın heyecanına ters düşer çünkü. İnsan heyecansız kaldı, sabit ve değişkenleri az bir şekilde ilerlediği için mi bu kadar sert çiziyor yapıları. Aklımın almadığı en garip olaylardan biri de gökdelenler, yüksek yapılar. Gösteriş için midir bu yükselişler, yoksa her yükselen katla alçalıyor muyuz? İçinde yükselemeyen insan, altına tabure diye gökdelenler mi koyuyor? İçindeki değerleri sıçrama taşı olarak kullanamayan insan, başkalarının sırtına çıkmayı sevdiği için mi basamaklar inşâ etmeyi de seviyor?

Dışarısı yetmezmiş gibi evlerimizin içini de dolduruyoruz. Eşya ve yapılaşma paralel gidiyor. İç donanımlarımızın yetersizliğini oturma, mutfak, yatak odası, salon takım ve gruplarıyla telâfi etmeye çalışıyoruz. Genişliği ve ferahlığı pek sevmiyoruz galiba. Düşüncelerimiz gibi sıkışık yaşamayı seçiyor, nefes almayı bile aklımıza getiremiyoruz. Vitrinlerimizi öyle süslüyoruz ki gören, içimizi de öyle sansın. “Konu komşu beni içimdekilerle değil, sahip olduklarımla değerlendirsin” istiyoruz. Güneşi, ayı, yıldızları çok fazla ağırlayamadığımız için yüreklerimizde, onun yerine ışıltılı avizelerle oyalanıyoruz. Kendi ışıltımızı avizeler yeterince gösteriyor mu sizce?

Yollara dalıyor gözlerim yine. İçimizde, ilmimizde, dostlukta, barışta çok hızlı yol alamadığımızdan olsa gerek, hızlı her geçen gün daha hızlı araçlar üretiyoruz. Görüşümüz o kadar sabitlenmiş ki, araca yapılan yatımın yarısını yolları genişletmeye harcamayı düşünemiyoruz ya da daralan içimizi daralan yollar ile ifade etmek istiyoruz.

Tek başımıza uyumayı da sevmiyoruz -ki bunun çözümü de hazırdı-. Teknoloji ve sosyal medya plâtformları ile artık kitlesel olarak uykuya dalıyoruz. Teknoloji o aşamaya geliyor ki, tüm gerçekliğimiz sanal bir dünyada hayat bulacak ve o günden sonra “doğa” ve “dışarı” diye bir şey olmayacak. Kaldırım kenarındaki bir çiçek, yağmurda ıslanmak, yürüyüşler sanal birer olgu olarak kalacak.

Suçumuz çok, boyacılara çok iş düşüyor. Yaptığımız hatâların üstleri kapanmadı, boyayı iki kat at usta!

Her evin penceresi doğaya, kapısı önce bahçeye açılmalıydı. Şimdi pencereler pencereleri, perdeler perdeleri ağırlıyor. “Bende bir şey yok, sana bakayım, baka baka kararayım”... İnsan kapıdan çıkınca direkt ayağını betona atıyor ve günlerce bedeni toprağa dokunmamış oluyor. Yoksa bizler bir uzay yolculuğuna çıktık da toprağı yanımıza almayı mı unuttuk? “Milyonlarca ışık yılı mesafelerinde maddî-mânevî olarak değeri en yüksek olacak iki nesne söyleyin” deseler, “Altın, elmas, yakut” mu diyeceğiz?

Geçenlerde bir haberde çıkmıştı. Tamamen elmas kaplı meteor dolaşıyor uzayda. Örneklerden birisi bu sadece…

İçinde can olan bir avuç ve bir yudum su, kâinatta paha biçilemez bir değere sahiptir bence. Niye bu kadar zulmediyoruz kendimize?

Büyükşehirdeyim, çok büyük… Denizi yok ama… Gölleri ile avunuyoruz zaman zaman. Bazen fırsat bulup denizi olan bir şehri ziyarete gidiyoruz. Gitmesi neyse de dönmesi zor oluyor. Denize bakıp da ilham alamayan var mıdır? Denizin gücü nasıl oldu da yetmedi, kendine bakan, kendine hayran insanı kendine benzetemedi? Aklım almıyor gerçekten. Denizi olan şehirlerin ara sokaklarında yol alırken bir nehir olup da akamıyorum denize. İnsanın karamsarlığına, üretkensizliğine ve sanatsızlığına çıkıyor yollar. Kendi içime kapandığım gibi kapanmış caddeler, meydanlar… O yüzden sanırım denize ve ormana kavuşan insan, denizden çıkmış gibi nefes nefese kalıyor.

Hâlbuki aradığımız ne barınma, ne giysi, ne doktor. Eczacıdaki bir ilâç da değil. Aradığımız, kayıp bile olduğunu bilmediğimiz özümüz, birliğimiz, yaşama heyecanımız, Yaratıcı ile olan bağımız. Bağlarımız o denli zayıfladı ki köylere de bulaştı virüs. Köylerde de yaşam zayıfladı. Kim tutacak şu insanı toprağın üstünde? Ne diye herkes asfalt yollara koşturup durur ki?

Yemyeşil ormanları, yapraktan yolları, kuş seslerini, kanguruları, tavşanları terk edip de betondan ormanlarda yaşamayı kim seçti de biz bu ormanlarda dünyaya geldik? Yaşamımız buralara demir attı hep.

Kimse çocuklara soramayacak mı nasıl bir dünyada yaşamak istediklerini? Evlerin içinde, kanepelerin üzerinde geçirdikleri çocuklukları gerçekten içimize siniyor mu? İçimize siniyor mu tabiatla bunca kavga?

Biliyor musunuz, insan doğaya uyumlu yaratılmış bir canlıdır. Bir ormanın nefesi, kokusu dolaşmalı ciğerlerinde, ayağına, eline muhakkak toprak dokunmalı, dalından domates, dalından salkım salkım üzüm kopartıp yemeli. Dağ bayır koşmalı, denizlerine yüzmeli, çayırlarında çocukları ile yuvarlanmalıydı. Onun yerine, kendini aklının, işlerinin, bitmeyen hesaplarının, sıkıntılarının, haklılıklarının, tembelliğinin ya da ürettiğinin peşinden yuvarladı. Üretmek yerine hazır almak, çalışmak yerine çalıştırmak hoşuna gitti. Alın teri yerine kredi kartını seçti. Binaları ve caddeleri birbirine öyle çok yaklaştırdı ki dışarıdan birileri görse, “Bunlar ne güzel yaşıyorlar! Üst üste, yan yana her yer apartman, birbirlerine çok bağlılar, birbirlerini çok seviyor ve ayrı kalmaya dayanamıyorlar” sanırlar.

Komşuluk… Ah komşuluk, yitik hazîne! Seni de kaybettik ya… Seni değil, kendimizi kaybettik. Gülen yüzümüzü, sıcak hatırımızı, bir demlikte odun ateşinde kaynayan muhabbeti nelere değiştik.

Akşam oluyor, eve gidiyorum. Hane halkı ile kısa bir sohbet, akşam yemeği, sonra herkes kendi köşesine… “Televizyon” denen cihaz ağırlıyor bizleri saatlerce. “Avun” diyor, “Avun benimle! Kaybettiklerini unutturacak tek çâre benim”.

Bir sigara dumanına bağlanan dertler gibi bağlanıyoruz cep telefonlarımıza, sanal âleme, içsel sıkıntılarımıza. Sahip olduğumuz insanlık değerini, Hakk’ın rahmetini, ilmini, var olmanın sorumluluğunu, yaşamın dayanılmaz heyecanını görmeyip dert diye birkaç şeyi ömrümüz yapıp da geçip gitmek nereye kadar?

Bir yerlerde güzel insanlar, doğayla iç içe hayatlar, şen çocuklar var. Barış var, deniz var, çimenler ve okyanuslar var. İnsanların çoğu uzakta ama… Kendinden, doğadan, özden, heyecandan o kadar uzakta bir yaşam sürüyor ki… O kadar hasta ki… Küçük hastaneler yetmez oldu, şehir hastaneleri, sonra da belki ülke hastaneleri kurulacak. Alıştık.

“Doğasız yapamam” diyen toplumlardan “İlâçsız yapamam” diyen bir yaşayışa terfi ettik. Dostlar arasında çimenlerin rüzgârda sallanan bedenleri değil, hangi ağrıya hangi ilâcın iyi geldiği konuşulur oldu. Aspirinler, ateş düşürücüler, bitki çayları… Zamanında çocukların avucundan eksik olmayan ceviz, şimdi nasihat oldu: “Ceviz ye, beyne iyi gelir…”

Teknoloji ve yapılaşmayı şuna benzetiyorum: Kendi oyuncağını kendi üreten, sonra da bir ömür boyu onunla oynayan çocuk gibi olmak...  

İnsanlık bir hazîne, yaşam bir sır, Yüce Yaratıcı tek hedef; gel gör ki, evlerimizin sıkışık ortamında, yollardaki trafikte, iş yerlerindeki bürokraside, gerginlikte, dinî, ülkesel, dilsel ve güçsel ayrılıklarda yol bulup da ulaşabileceğimiz şeyler değil bunlar. Apartmanların arasından ufuk görünmüyor usta!

Oyalansınlar diye çocuklarımı parka getirdim. Plâstik oyun alanlarında eğlenmeye çalışıyorlar. Anneleri ile bankta oturup onları seyrediyorum. Ne gerçekten onlar oyalanıyor ve eğleniyor, ne de biz. Fark ettiniz mi, her şey ne kadar plâstik, yaşamımız gibi! Öyle bir yaşıyoruz ki, sanırım doğada çözünmemiz daha çok yıllarımızı alacak.