
SON zamanlarda görünmez bir elin pervasızca her birimizin hayatına ve bize ait maddî-manevî tüm varlıklarımıza ve bizim için fayda sağlayan bütün imkânlara uzanıp hissettirmeden çaldığı hissini taşıyorum.
Varlık içinde yokluk çığlığı atışlarımızın, sabretme melekemizin şükürsüzlüğe evrilmesinin bir nedenini ise bu tür bir hissedişin yan etkisi olarak yorumluyorum.
Her ne kadar bitip tükenmez bir “yenilik” koşuşturmacası içinde yaşamaya alışmış görünsek de ruhumuz orijinal yaratılış kodlarımızı unutmadığından ve madde ile doyuma erişilmeyeceğini akıllara ve kalplere hatırlattığından, huzursuzluk ve tatminsizlik kesif bir karanlık gibi çörekleniyor üzerimize.
Alıyoruz, olmuyor; atıyoruz, değiştiriyoruz, gidiyoruz, içiyoruz, yiyoruz, çeşit çeşit giyinip kuşanıyoruz, yine olmuyor. Yeniliğe yetişmek zor. Tam “Yaklaşıyoruz” derken, sahip olduklarımızın daha iyisi, daha yenisi bir kamçı gibi çarpıyor heveslerimize ve yeniden yeniye doğru koşuyoruz. İpi göğüsleyeceğimiz zannı bir hayâlden ibaret kalıyor. Asla yetişemeyeceğimizi kestirsek de kendimizi durduramıyoruz. Çünkü o görünmez el yapışıp yakamıza bizi “yeni” olanın efsunlu yolculuğuna sürüklüyor. Farkında olanlar müstesna…
Sadece bu koşuşturmaca ile kalsak ne iyi; paran vardır, almışsındır ve aldığının sahibi olmuşsundur. Fakat o görünmez el bununla yetinmenden memnun olmayacağından, bizim için plânladığı bir hipnozu kullanıyor ve pek çok insan yarı ayık yarı sarhoş bir hâlde sunulan her hizmete yahut her imkâna talip oluveriyor.
Kimi anne, gencecik kızının ısrarlı talepleri üzerine estetik merkezlerine bir markete girmek kadar doğal kabullerle götürüyor yavrusunu. Delikanlıların sosyal medyadan etkilenip feminen giyim kuşam, takı ve makyaj malzemelerine olan ilgisinin önüne geçemiyor ebeveynler. Çünkü o görünmez küresel el, dijital aygıtlar aracılığı ile anne ve babalardan daha hızlı ulaşıyor çocuklarımıza.
Dört mevsimi muhteşem biçimde yaşayan ülkemizde her türlü meyve ve sebze yetişiyorken, reklâmlarla vitamin takviyeleri cazip hâle getiriliyor ve her geçen gün hapçı oluyoruz. Güneşi tenimizde yakasıya hissediyorken, neden D vitamini eksikliği yaşadığımızın gerekçelerini sorgulamıyoruz.
Yine televizyon ve telefon ekranlarından kapitalizmin sihirli eli uzanıyor reklâmlar aracılığıyla ve ürün tercihlerimizi belirliyor. Bundan yirmi yıl öncesine kadar kalın saç örgülü çocuklarımız, kuaförde saçlarına ara makas attıran hanımlarımız vardı. Fakat şimdilerle gençlerde de, yetişkinlerde de dökülmüş veya azalmış saçı olan ne çok. “Bu seyirden bizi alıkoyan nedir?” sorusunu neden sormuyoruz?
Meselâ çok satan bir ürünün şampuanını kullanıyoruz fakat bir süre sonra saçlarımız dökülmeye başlıyor, dermatoloğa gidiyoruz ve aynı markanın “saç dökülme karşıtı” ürünü tavsiye ediliyor, onu da alıyoruz. “Önce saçımızı döküyor, sonra alternatif ürünlerini satıyor olabilir mi bu marka?” sorusunu sorana pek rastlamıyoruz.
Hazır gıdaların raf ömrünü uzatmak için içine konulan kanserojen maddeler paketin üzerinde yazıyor olmasına rağmen kullanılmaya devam ediliyor. Üstelik talibi çok. Cips, gazlı içecek ve enerji içeceklerinin reklâmları yayınlanırken akar bant yazısının neden yerleştirildiğini, niçin uyarı yapıldığını düşünenlerin sayısı ne de az.
İşte bu görünmez elin oluşturduğu görünmez ablukadan ancak her birimizin dikkati, duyarlılığı ve farkındalığı ile çıkabiliriz. Paramızla satın aldığımız ürünlerin beden, ruh, akıl ve kalp sağlığımızı tehdit ettiğini ve ceremesini yine kendimizin çekeceği gerçeğini kendimize hatırlatmadıkça, bu ablukadan kurtulmamız mümkün olmayacaktır.
Bu somut tehditlerin yanı sıra bir de soyu tehdit ile karşı karşıyayız ki aile bağlarımız, sosyal ilişkilerimiz ve dostluk anlayışlarımızı da etkileyen marka ve ürünler var. Bir kahve markasında kâğıt bardakla sunduğu kahveyi yürüyerek içmek gibi… Eğer mekânda içiyorsa kahvesini, gençlerin oturuş biçimleri gibi… Hızlı yiyecek ürünlere katılan iştah açıcı Çin şurubu ile açlık krizlerine girip etrafa terör estiren gençler gibi… Tencere yemeğine burun kıvıran, ebeveyninin ekonomik durumunu bildiği hâlde pizza siparişi vermek için yırtınan gençler gibi…
Öncelikle ilaç, sonra gıda ve bir de hijyen sektöründe millî marka çalışmaları yapılmadığı takdirde, önüne geçemeyeceğimiz bu zehirlenmenin devam edeceği endişesini taşıyorum. Ve o görünmez el, bu hipnoz ile uyutulmuş olanları kobay olarak görmeye devam edecek; erken kalp krizleri, kanser, şeker ve benzeri kronik hastalığı pek çok bir toplum hâline döneceğiz. Ve her fırsatta “Sağlık en büyük servet” repliğini bir tiyatro sahnesinde tekrar eden aktörler gibi defaatle tekrarlayıp kendi tragedyamızı yazmaya devam edeceğiz.
Kültür Ajanda’mızın bu ayki sayısını işte böylesi endişelerimize cevap ve çözüm bulmak için hazırladık. Kıymetli yazarlarımızın tavsiyeleri ile sayfalarımızı donattık ve siz güzide okurlarımızın dikkatine sunduk.
Huzurlu okumalar diliyorum efendim, hoşnut kalınız!