KİMYA hususunda kıymete
değer bir birikimim yoktur. Ancak bugüne dek bir dayatma şeklinde görülen fennî,
nahvî ve içtimaî tüm ilim derslerinin bir şekilde karşıma çıkardıkları
duraklar, kimya ilminin de pek çok noktada faydasını önüme arz etmiştir.
Asit
ve baz (alkali) farkı, bahsettiğim ilim çerçevesinde öğretilen başlıklardan
biri. Bu bahsin geçtiği konu ise, “çözeltiler” meselesi bünyesinde karşımıza
çıkar. Bir maddenin başka bir madde içinde gözle görülemeyecek
kadar küçük tanecikler hâlinde dağılarak homojen bir karışım oluşturması
olayına “çözünme”, elde edilen karışıma da “çözelti” deniyor kimyada. Tabiî bu
karışımdaki maddelerden yoğun olana “çözücü”, az olana da “çözünen” ismi
veriliyor.
Çözeltiler katı-katı, katı-sıvı, katı-gaz, sıvı-sıvı
ve sıvı-gaz şeklinde, maddenin her hâlinin birbiri bünyesinde meydana
ge(tiri)len karışımlarla karşımıza çıkabiliyor. Bir de “pH” şeklindeki ölçü birimi
ile tanışıyoruz bu noktada. “Hidrojen potansiyeli” yahut “Hidrojenin gücü” gibi
anlamlar taşıyan ve “potensial/power of Hydrogen” tamlamasının kısaltması olan
“pH”, Danimarkalı kimyager Soren Sorensen tarafından geliştirilmiş bir kavram.
Bu ölçü biriminin değer aralığı, “0 ilâ 14 pH”
arasında belirlenmiş. Günlük hayatta sürekli şekilde kimya ile ilgilenmek
elbette mümkün değil, ancak en olağan koşullardan bir örnekle, içtiğimiz su
şişelerinin üzerlerinde bu birimle anılan değerlerin kayıtlı olduğunu görürüz.
Suya
olan ihtiyacın insan için gerekli kıymeti ortada. Tüketimi doğrudan yahut dolaylı
en temel unsur çünkü… Tükettiğimiz suyun tek tip bir ölçü standardına sahip
olmadığını, bahsettiğimiz gibi su şebekelerinde gerçekleştirilen değerlendirme
raporları veya ambalajlı piyasa ürünlerinin üzerlerinde yazan değer
tablolarından anlıyoruz. Söz konusu rapor ve tablolarda yer alan bu değerler,
tüketilecek suyun insan sağlığına etkisi hakkında bilgi verirler. Buna göre
insan sağlığına etkisi olumlu olacak suyun sahip olması gereken pH değeri
7,5’tir. Su uzmanlarının verdikleri bilgiler ışığında ambalajlı (pet veya cam
şişe, damacana) olarak satın alınan suyun sahip olması gereken pH değeri ise 8
ilâ 8,5 arasında seyretmelidir.
Bahsetmiş
olduğumuz 7 buçuk, 8 ve 8 buçuk birimlik değerler, 0-14 aralığına dâhil pH
seviyelerinin “bazik (alkali) dereceler” kısmında yer alan değerlerdir. Bir de
bunun yanında “asidik dereceler” kısmı vardır. Söz konusu pH değerlerinin 0’dan
7’ye kadar olan birim aralığı “asit”, 7’den 14’e kadar olan birim aralığı da
“baz” değerlerini verir. Bu açıdan bakıldığında, sağlık açısından tüketimi en
ideal su, 7 buçuk birimlik pH değerine sahip baz seviyesindeki sudur.
Aslında
suyun pH derecesi, içinde çözülmüş hâlde bulunan bütün asidik ve bazik
maddelerden etkilenmektedir. Bu etkenden faydalanarak, yani suyun pH derecesi
faktörünü kullanarak, su içinde çözülmüş olan bütün maddelerin toplam etkisi
ölçülmüş olabilir. Yani suda ne kadar çok asidik madde varsa, sahip olduğu pH
değeri o kadar düşer; yani asidik değerdeki su, elektron almaya başlar. Bazik değerdeki
su içinse durum tam tersi bir sonuç verir ve su, elektron vermeye eğilimli hâle
gelir.
İnsan
vücudunun bir elektrolit dengesi vardır. Bu nedenle söz konusu pH değeri
seviyesi, vücudunun dörtte üçü su olan insan için de çok ama çok önemlidir. Kandaki
pH değerinin sabit tutulması işlemi, bütün bir metabolizma tarafından sağlanır.
Bu noktada olağan bir atardamar kanının sahip olduğu pH değeri 7,4’tür. Bu değer
çizgisinden aşırı sapma, büyük şiddetteki metabolik sonuçlara yol açar. Kandaki
fazla asit veya alkali madde, böbrekler ve solunum merkezinin uyarılması
sayesinde boşaltım kanalları yardımıyla vücuttan atılabilir. Bu noktada akciğer
ve böbreklerin ana işlevleri, vücuttaki asit-baz dengesini, yani pH seviyesini
korumaktır.
Baz,
kimya ilmine göre asitle birleştiğinde tuz ve kısmen su meydana getiren
maddeler için kullanılan terimdir. Lezzetleri yakıcı türdendir. Asit ise, suyla
hidrojen iyonları üreten hidrojen bileşimlerini ifade eden terimdir. Lezzetleri
ekşi türdendir.
Buraya
konu edindiğimiz pH kavramının en kolay deneyi, turnusol kâğıdı ile
gerçekleştirilen renk değiştirme deneyidir. Asidik özelliğe sahip çözelti, mavi
turnusol kâğıdının rengini kırmızıya çevirir. Bazik özelliğe sahip çözelti ise,
kırmızı turnusol kâğıdının rengini maviye çevirir. Bu noktada kırmızı turnusole
bırakılan bir damla su, onu mavi renge dönüştürüyorsa bazik; mavi turnusole
bırakılan bir damla su ise, onu kırmızı renge dönüştürüyorsa asidiktir.
Peki,
insan kırmızıyı maviye mi, maviyi kırmızıya mı dönüştüren niteliktedir?
İnsanın
rengi nedir?
İnsanın
ve insanlığın asit-baz çerçevesi içinde nasıl bir görüntü verdiğini, başka bir
deyişle turnusolü hangi renge boyadığını düşünmek üzere tasarlanmış birçok
fikriyatla karşı karşıya gelindi. Bu fikriyatı “ahlâk okumaları” üzerine
gerçekleştiren insanlığın geldiği nokta, kavram şeklinde yaklaşılan “ahlâk”ın
temel değerlendirmeler açısından yorumlandığında olumsuz bir tabloya çatar.
0
ilâ 14 değeri arasına yerleştirilen pH derecelerinin en idealinin “7” (yedi)
olduğunu, buraya kadar bahsettiğimiz konu üzerinde algılayabilmiştik. Yani
derece bakımından 7’nin altına aşırı biçimde düşmek veya yine aşırı biçimde
üstüne çıkmak, dengenin şaşması anlamına geliyor. Metabolik düzenin de aynı
dereceye sahip olduğundan bahsetmiştik. Tabiî suyun 7 buçuk, kanın da 7,4
değerine sahip olduğunu bir daha vurgulayalım. Yani bazik, başka bir deyişle turnusolü
kırmızıdan maviye boyayan özellikte ideal su da, kan da…
İlginçtir,
insanlık açısından bakıldığında, ferdî ve içtimaî anlamdaki tarihî görüntünün
yansıttığı renk “kırmızı”dır. Bu tabloda tarih turnusolse, esenlik yurdundan
kovulup “aşağılık yer” şeklinde tanımlanan dünyaya inen, başka bir deyişle pH 7’nin
altına inen insanın düzene çaldığı boya, maalesef kırmızı!
“Aşağılık
yere inmek”, pH cetvelinde asidik yani turnusolü kırmızıya çeviren nitelikteki
madde kıvamı içerir mi bilinmez, ancak bu formda ilginç bir tevafukla karşımıza
çıktığı kesin! Tarih turnusolü ise, Kabil’in Habil’e kastı olayından itibaren
çeşitli olaylarla şekillenir. Bu noktada her insanın turnusolünün, kendi
hayatıyla mayalandığı görülür.
Konuya
çözelti özelinde girince, çözeltide çözünmeyi yaşayan ve çözünme yaşanan
maddelerin insanda ve insan hayatındaki temsillerine de değinme gereği doğuyor.
Bu bakımdan hayatı çözelti, insan çözünen ve insanın yetiştiği/yaşadığı çevre
(kültür, medeniyet, ilim, cemiyet vs.) ise çözücü şeklinde anlamlandırılabilir.
Peki, bu anlamlandırmada çözücü ile çözüneni yer değiştirerek okursak ne olur?
İnsanın yetiştiği çevre “çözünen”, insanın kendisi de “çözücü” olsa?
Bu
soruya karşılık gelen hazır cevap, “Zaten öyle değil mi?” şeklindeki bir soru
tipi olabilir. Ancak çözelti konusu, bize çözücü ile çözünen arasında bir
“yoğunluk farkından” bahseder. Yani asıl mesele şudur: Sulu çözeltideki madde
asidik ise elektron alıyor, bazik ise elektron veriyor idi. Bu misâlle insan,
ya bulunduğu ortamın elektrik yükünü üzerine alacak ya da bulunduğu ortama
üzerinde taşıdığını verecek.
İki ihtimâl de, olumlu ve olumsuz anlamda yeni iki ihtimâl doğuruyor bu tabloda: Ferdin bulunduğu cemiyet negatif yoğunluklu değerlere sahip ve ferdin buna karşı koyacak gücü yok ise, sonunda fert, cemiyetin içinde çözünüp gider, “sistemin adamı olur”. Ferdin bulunduğu cemiyet negatif değere sahip olsa da ferdin buna karşı koyacak gücü/potansiyeli cemiyete göre daha yüksek ise, mümkündür ki cemiyet, ferde teslim olur. Bulunulan cemiyet pozitif yoğunluklu değerlere sahip ve ferdin buna karşı koyma gücü/isteği yok ise, sonunda fert, önceki örnekte olduğu gibi cemiyet içinde çözünür. Cemiyet pozitif değere sahip olup da fert buna karşı koyacak güce, isteğe (ve hatta yönlendirmeye) sahipse, mümkündür ki fert, cemiyeti teslim alabilir.
Firavun sarayında beslenmesine, büyümesine, bütün imkânlar elinde olmasına, hatta (mümkündü) geleceğin hükümdarı olacak hat önünde çizilmiş olmasına rağmen, Mûsâ Nebî bütün bunları elinin tersiyle nasıl itmiştir?
Saklı
erdem
“En
güzel kıssa” nitelemesiyle Kur’ân’a nakşedilen Yûsuf Nebî kıssası, bize bu
çerçevede çok çarpıcı detaylar sunar. Yûsuf Nebî’nin babası da bir
peygamberdir: Yakûb Nebî… Hikâyeye dair tüm gelişme ve detayları aktarmak
mümkün, ancak bahsimiz noktasında gerekli değil. Bize gerekli olan bölüm, Yûsuf
Nebî’nin kuyudan çıkarılarak Ken’an’dan Teps’e getirilip burada yok pahasına
satıldıktan sonra, kendisine “köle” sıfatı verilmesine karşın Mısır hükümdarı
Firavun karşısında eğilmediği ve yine buna rağmen akıl pırıltısını, incelik ve
erdemini küçük yaşta göstererek çocukluğu ve gençliği süresince kölelik değil,
zindana girene kadar Firavun’un en önemli adamına danışmanlık ettiği bölümdür.
Bu
bölümde kolaylıkla söylenebilir ki, o, zulmüyle nam salmış bir isim ve bu ismin
yönettiği erdemden uzak halkın içinde kendi üstlenmiş olduğu değerleri
gösterebilmiş ve negatif yoğunluğa karşı güç yetirebilmiş bir abidedir. Hayatının
sonrası ise malûm…
Peki,
yeryüzünde “Yûsufîler” namıyla tanınan bir kavim, topluluk, kabile, ırk yahut
sülâle tanınmakta mıdır? Yûsuf Nebî, Allah’ın dinini tüm Mısır’a tebliğ etmiş,
mümin bir halkın oluşumunda rol almıştı. Ken’an’dan gelerek Mısır’a yerleşen
Yakûb Nebî’nin oğulları, Yûsuf Nebî’den sonra Mısır’da sürmeyen Tevhîd’e rağmen
yaşamlarını idame ettirdiler. Hatta Yakûb Nebî’nin diğer ismiyle bağdaşık
hâldeki “İsrailoğulları” nesebi, Mısır’da tasarrufu olmuş Yûsuf Nebî’den atıfla
“Yûsufîler” şeklinde değil de Yakûb Nebî’nin büyük oğlu Yahuda’ya atıfla
“Yahudîler” şeklinde devam etti (ediyor). Babalarına ve kardeşlerine imanda
eksiklik yaşayan bu nesep, varlıkları boyunca en çok peygamberin kendi kavmine
gelişini övünç kaynağı bildi. Hâlbuki peygamberler, Kur’ân fikriyle
düşünüldüğünde taltif etmek için değil, uyarmak için gönderilmişlerdi. İnsan
vücudundaki pH dengesi konusunu hatırladığımızda, bu konu hemen karşılık bulur:
Söz konusu dengede aşırı sapma olduğunda metabolizma denge için devreye girer.
Yani İlâhî mânâda metabolik bir eylem gerçekleşir.
Konumuz
temelinde kıssanın bize gösterdiği manzara, ferdin cemiyeti, cemiyetin de ferdi
dönüştürmeye muktedir oluşu yönünde. Bu konuya dair ikinci güzel misâl, yine
aynı kavimden arz edilmiş Kur’ân’da: Mûsâ Nebî’nin Firavun sarayında yetişmesi
ve kavmini kurtarışı…
Mûsâ
Nebî, kehanete göre İsrailoğullarından doğacak bir oğlan çocuğunun Firavun’un
hükümranlığına son vereceği düşüncesiyle katledilen çocuklardan biri olacakken
annesi tarafından İlâhî bir öğretiyle nehre bırakılarak sağ kalmıştır. Akışla
birlikte Firavun’un eşinin hizmetlilerince bulunan Mûsâ Nebî, sarayda bebeklik,
çocukluk ve gençlik dönemini yaşamıştır. Biz, buraya kadar olan bölümle
birlikte sonrasını okur, ancak buraya kadar olan erdemi nedense görmezden
geliriz. Mûsâ Nebî’nin celâliyle tanınan bir peygamber oluşunu anlatan ayrıntılar,
belirttiğimiz erdem dolu karakterine değinmez bile. Şunu düşündürmez
okumalarımız: Firavun sarayında beslenmesine, büyümesine, bütün imkânlar elinde
olmasına, hatta (mümkündü) geleceğin hükümdarı olacak hat önünde çizilmiş
olmasına rağmen, Mûsâ Nebî bütün bunları elinin tersiyle nasıl itmiştir?
Mûsâ Nebî’de (as) de, Yûsuf Nebî’de (as) de görmezden gelinen, sahip oldukları erdemdir. Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (sav) peygamberlik vazifesini almadan evvel, daha gençlik yıllarına yeni girdiği günlerde bulunduğu ve Kendisini daha sonra “Emin” şeklinde sıfatlandıran yapılanma da “erdem” düşüncesi üzerine kurulmuştu: “Hilfu’l-Fudul”…
Ahlâkı
prizmadan çıkarmak
Erdem,
insanlık turnusolünü kırmızıdan maviye boyar mı bilmem, ancak Kur’ânî
çerçevedeki tarif bellidir: “‘Biz,
Allah’ın boyasıyla boyanmışızdır. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir?
Biz ona ibadet edenleriz’ (deyin).” (Bakara, 138)
Yûnus
Emre’ye “Boyandım rengine, solmazam artık!” dedirten bu İlâhî detay, kâinattaki
yüce sanatı dillendirmek adına kullanılan bir ölçüyken, her nedense erdem ve
ahlâk çizgisinde okunan bir parola olarak aktarılmadı.
Ahlâk
tanımlamaları üzerine yapılan okumalar, davranış bilimi, mutluluk ve özgürlük
çekişmesi arasında çekiştirile çekiştirile kolları koparılan oyuncak bebeklere
dönüştürüldü. Altyapısız, düşünceden arındırılmış, yalnızca iyilik yapmaya veya
bencillik üzerine yaşamaya endekslenmiş ahlâk okumaları, ya tam asidik düzeyde
ya da tam bazik düzeyde hapsedilmiştir.
Tarihten
bugüne bakıldığında çatışma üzerine temellendirildiği ortada olan insan
ilişkileri, insanın kendisine öğretilen saf, berrak ve duru İlâhî rengi vermek
yerine ya mutlaka mavi, ya mutlaka kırmızı rengi vermiştir. Zira zulmün,
sömürünün ve savaşın olduğu yerde kan, kanın olduğu yerde de kırmızı vardır.
Keza zulme başkaldırmamanın, sömürü düzenini bozmamanın, hak uğruna mücadele
ederek onuru aramamanın olduğu yerde ise, asil mavilerin imzaları…
Ahlâk
ve erdemin insanî ölçüsü, İslâmî ölçüdedir. İslâmî ölçü ise, “Selâmı (barışı)
yayınız” derken, “Müminlerden biri bir fenalık gördüğünde onu eliyle düzeltsin;
buna gücü yetmiyorsa diliyle söylesin; buna da gücü yetmiyorsa kalbinden buğz
etsin ki buğz, imanın en zayıf hâlidir” diyebilmektir.
Ahlâk, ifrat ve tefritten uzak, dengenin dengesinde, dengeyi denge yapan adaletin merkezinde aranır. Ahlâk, renklerin oluşmasını sağlayacak ışıktır, ışığın kırıldığı prizma değil. Bu yüzden ahlâkı prizmaya hapsetmemek, onu sonradan edinilen bilgi yahut yaşanılan kültür boyutunda ele almamak gerekir. Mesele bu minvalden taşındığında, beşeriyetin pH derecesini belirlemeye gerek kalmayacaktır.