
BEREKETİN kelime mânâsı “bolluk,
feyiz, Cenab-ı Hakk’ın lütfu ve ikramı”dır. Bir şeyde hayrın devamı, o hayrın
hissedilir derecede fazla olması, maddî ve manevî şeylerin artıp çoğalması gibi
anlamlara da gelir.
Bereket
konusu söze dökülünce, akıllara hep Halil İbrahim bereketi gelir. Kendileri
gibi hikâyeleri de anlamlı olan bu güzel kardeşlerin kıssalarına yer vererek bu
mühim konuya giriş yapacağız.
Vaktiyle
birbirini çok seven iki kardeş varmış. Büyüğü “Halil”, küçüğü ise “İbrahim”
imiş. Halil evli ve çocuklu, İbrahim ise bekârmış. Ortak bir tarlaları varmış
ve ne mahsul çıkarsa iki pay ederlermiş. Bununla geçinip giderlermiş. Bir yıl
yine harman yapmışlar, buğdayı ikiye ayırmışlar. İş taşımaya kalmış. Halil
hemen bir teklif yapmış: “Ben gidip çuvalları getireyim, sen buğdayları bekle!”
“Peki!”
demiş İbrahim. Halil gitmiş çuval getirmeye. O gidince düşünmüş İbrahim: “Ağabeyim
evli ve çocuklu. Daha çok buğday lâzım onun evine.” Bu düşünceyle kendi
payından bir miktar atmış onunkine. Az sonra Halil çıkagelmiş. “Haydi İbrahim!”
demiş, “Önce sen doldur da taşı ambara”.
“Peki
Ağabey!” demiş İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşmüş yola. O
gidince Halil düşünmüş bu defa: “Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de
var. Ama kardeşim bekâr, o daha çalışıp para biriktirecek, ev kurup evlenecek…”
Böyle düşünerek kendi payından onunkine birkaç kürek atmış. Velhasıl, biri
gittiğinde öbürü, kendi payından atar olmuş diğerine. Bu böyle gitmiş. Ama iki
kardeş de birbirinden habersizmiş. Nihayet bir akşam karanlık basmış ve
görmüşler ki buğdaylar bitmiyor, azalmıyor. Allah-u Teâlâ bu durumdan hoşnut
olmuş ve buğdaylarına bin bereket vermiş. Günlerce iki kardeş buğdayları
taşımış, yine de bitirememiş. Şaşmış kalmışlar bu işe.
Bugün
“bereket” denilince akla bu kardeşler gelir. Allah nâmına alıp Allah nâmına
veren bu kardeşler gelir hatırlara.
Bereket
kelâmına bir de Efendimizin penceresinden göz atalım. Allah, bereket kelâmını âdeta
Efendimiz ile nurlandırmış ve Kur’ân’da, Enbiya Suresi 107’nci ayette de
Efendimize, “Resulüm, Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” diye de
buyurmuştur. Peygamberimizin bereketi çocukluktan ömrünün sonuna kadar hep devam
etmiş, âlemlere rahmet olarak gönderilen O Kutlu Nebî, adım attığı her yeri
bereketi ile nurlandırmıştır.
Dünyaya
teşrif ettikleri zaman sütanneleri Halime Annemiz, Efendimizin bu bereketine
şahit olan o kutlu ailedendir. Beni Sa’d kabilesinden olan Halime Annemiz,
Mekke’ye süt emzirmek için kabilesi ile gelmişti. Yurduna boş dönmemek için
Abdulmüttalip tarafından kendisine gelen teklifi kocasına ilettiğinde, kocası
Haris, fikrine iştirak edip şu kelâmları söylemiş, âdeta Rahmet Peygamberindeki
hakikate işaret etmiştir: “Almanda bir beis yok ya Halime! Belki de Allah O’nun
yüzünden bize bereket ve hayır ihsan edecek…” (1)
Halime
Annemiz, Nur Yetimi kucağından bir an indirmeye razı olmadan kafilesi ile
Mekke’den ayrıldılar. Geceleyin Haris ve ailesi Mekke dışında rahat bir uyku
çekti. Sabahleyin Haris, develeri sağmaya koştu. Elini attığı her meme, âdeta
bir süt çeşmesi oluvermişti. Hayretler içerisinde Halime’ye şöyle seslendi: “Ey
Halime, bil ki sen çok mübarek ve hayırlı bir çocuk aldın.” (2)
Mekke
artık geride kalmıştı. Halime ve Halis yurtlarına dönmüştü. Artık Nur Yüzlü
Kâinatın Efendisi, Sa’d Oğulları yurdundaydı. O sırada Sa’d Oğulları beldesinde
müthiş bir kıtlık ve kuraklık hâkimdi. Bereket kesilmiş topraklar, solgun
yüzler ve zayıflıktan ayakta duracak mecâli kalmamış hayvanlar vardı. Fakat
Efendimizin ayak bastığı hanenin manzarası birden değişiverdi. Hanenin daha
önceden yiyecek ot bulamayan hayvanları, şimdi tıka basa doyuveriyorlardı.
Memeleri dolup taşıyor, bir rahmet çeşmesi gibi devamlı süt akıtıyorlardı.
Solgun yüzler yoktu artık Halime’nin evinde. Beldenin sair sakinleri yine
kıtlık içinde, yine sıkıntı çemberinde kıvranıyorlardı. Hayvanları hâlâ zayıf
ve nahif hâlde istenilen sütü veremiyordu. Sanki Peygamberimizi yetim diyerek
almayanlar, maruz kaldıkları mahrumiyet içinde bırakılmakla
cezalandırılıyorlardı.
Yayla
halkı gözleriyle gördükleri bu durum karşısında meraklarından çatlayacak hâle
gelmişlerdi. Bir mânâ da veremiyorlardı. Kabahati çobanlarda buluyor ve onlara
çıkışıyorlardı: “Gidin görün bakalım Halime’nin çobanı koyunlarını nasıl
doyurmuş? Yürürken memelerinden şıpır şıpır süt damlıyor. Kim bilir,
koyunlarını nerede otlatıyor? Siz de onun gittiği yere gidip koyunları orada
otlatsanız ya!”
Çobanlar,
efendilerinin bu çıkışlarında haksız olduklarını adları gibi biliyorlardı.
Halime’nin çobanının koyunlarını otlattığı yerin, kendilerinin otlattığı yerden
hiçbir farkı yoktu. Bunun için de itiraz ediyorlardı. Ama itirazları hiçbir
fayda vermiyordu. Efendilerinin bu sefer de şu sözlerine muhatap oluyorlardı: “Peki,
sizin sürülerin koyunları açlıktan kendilerini zar zor taşıyorlar da onunkiler
neden tıka basa tok, hem de memeleri sütle dolarak dönüyorlar?”
Ne
çobanlar, ne de efendileri bu sorulara cevap bulabiliyorlardı. Sadece
birbirlerine hayret ve şaşkınlık dolu bakışlarla bakıp kalıyorlardı. Elbette
bunun bir sebebi vardı ve bu sebebi, henüz o zaman Hazreti Halime ile
kocasından başkası bilmiyordu. Bir gün çobanların tüm bu olan bitenlerin
sebeplerini sormaları üzerine, Halime onlara şu anlamlı cevabı verdi: “Vallahi
bu iş ne ot, ne de otlak işidir! Bu iş, Rabbimin sırlarından bir sırdır. Her
şey Mekke’den dönüşümüzle birlikte başladı…”
Tabiî
ki çobanlar, bu sözlerden bir şey anlamıyorlardı ve meraklarından da kurtulamıyorlardı.
Yayla halkının akıl erdiremediği sır aslında şuydu: Kâinatın yegâne sahibi olan
Allah, en sevdiği insan olan Peygamberimizi evlerine misafir etme âl-i cenaplığını
gösterdiklerinden dolayı Hazreti Halime’nin evine rahmet hazinesinden bol bol
ihsanda bulunuyordu. Bu yüzdendir ki Hazreti Halime ve kocası, Nur Yavruya
bambaşka bir gözle bakıyor, büyük bir sevgi ve dikkat ile üzerine
titriyorlardı.
Peygamberimiz
daha çocukken ayak bastığı her yeri bereketlendirdiği gibi, Peygamber olduktan
sonra da mucize olarak her gittiği yere bereket götürdü. Bunlardan bir diğeri
de şöyleydi: Ensar’dan Cabir’in babası, Uhud günü savaşırken şehit düşmüş, altı
kız çocuğu yetim kalmış ve geride de bir hayli borç bırakmıştı. Cabir’in babasının
iki bahçesi bulunmakla beraber, bunların mahsulü, bıraktığı borçları
karşılayacak derecede değildi. Kendinin de Yahudilerden yalnızca birine otuz
deve yükü hurma borcu vardı. Hurma mevsimi girince alacaklılar, alacaklarını
ısrarla istemeye ve Cabir’i de sıkıştırmaya başladı. Bunun üzerine Cabir,
Peygamberimize gelerek, “Ya Resulullah! Biliyorsun ki babam Abdullah, Uhud Savaşı’nda
şehit düştü. Bana da birçok borç bıraktı. Alacaklılara hurma bahçesinin bütün
mahsulünü vermeyi teklif ettiğim hâlde kabul etmediler. Bu hususta bana
yardımcı olmanızı bekliyorum” dedi.
Peygamberimiz,
Cabir’in babasının alacaklılarına, alacaklarına karşılık hurma bahçesinin bütün
mahsulünü almalarını ve borcu da silmelerini teklif etti ise de alacaklılar
buna asla yanaşmadılar. Hatta Peygamberimiz borcun bir kısmını bu yıl, geri
kalanını da gelecek yıl almalarını teklif ederek yeni çözümler üretti. Ancak
alacaklılar bu çözüme de yanaşmadı. Peygamberimiz, Cabir’e, “Ben yarın kuşluk
vakti yanına gelirim” diyerek oradan ayrıldı ve ertesi gün Hazreti Ebubekir ve
Hazreti Ömer ile birlikte Cabir’in bahçesine doğru gitti.
Cabir,
Peygamberimizi ve arkadaşlarını hoş karşıladı, ikramda bulundu. Efendimiz, “Ey
Cabir! Haydi bize şu hurma bahçesini gezdir” deyince, Cabir, Peygamberimizi
bahçede dolaştırdı, birlikte bahçeyi gezdiler. Bahçeden ayrılacakları sırada
Cabir’in hanımı, “Ya Resulullah, Sizden dua bekleriz!” deyince, Efendimiz de, “Evet,
Allah size bahçenizi de, meyvesini de mübarek kılsın!” dedi. Cabir’e de, “Git,
hurmanı topla ve işini bitirince Bana haber ver” dedi. Cabir de öyle yaptı.
Efendimiz hurma bahçesine giderek hurma öbeklerinin en büyüğünün çevresini üç
kere dolaştıktan sonra, “Şu alacaklıları yanıma çağır” dedi.
Alacaklılar geldiler. Onlara, alacaklarına karşılık, hurma yığınından ölçüp ölçüp hurmalar verildi. Nihayet borçlar tamamıyla ödendi. Üstelik Cabir’e de, Efendimizin duası sayesinde on yedi deve yükü hurma kaldı. Efendimizin bereket mucizesini bizzat yaşayan bir kimse de, “Peygamberimiz, alacaklılara mübarek elleriyle bütün hurmayı dağıttığı hâlde bir tek hurmanın eksilmediğini gördüm ve mahsulün bereketlendiğine de şahit oldum” diyerek bu mucizeyi anlatmıştır. (3)
(1) İbn Hişam, Sire, c1, s. 171-172
(2) İbn Hişam, Sire, c1, s. 173
(3) M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, Medine Devri, Cilt 4, sf 71/73