Bereket kelâmı

Yayla halkı gözleriyle gördükleri bu durum karşısında meraklarından çatlayacak hâle gelmişlerdi. Bir mânâ da veremiyorlardı. Kabahati çobanlarda buluyor ve onlara çıkışıyorlardı: “Gidin görün bakalım Halime’nin çobanı koyunlarını nasıl doyurmuş? Yürürken memelerinden şıpır şıpır süt damlıyor. Kim bilir, koyunlarını nerede otlatıyor? Siz de onun gittiği yere gidip koyunları orada otlatsanız ya!”

BEREKETİN kelime mânâsı “bolluk, feyiz, Cenab-ı Hakk’ın lütfu ve ikramı”dır. Bir şeyde hayrın devamı, o hayrın hissedilir derecede fazla olması, maddî ve manevî şeylerin artıp çoğalması gibi anlamlara da gelir.

Bereket konusu söze dökülünce, akıllara hep Halil İbrahim bereketi gelir. Kendileri gibi hikâyeleri de anlamlı olan bu güzel kardeşlerin kıssalarına yer vererek bu mühim konuya giriş yapacağız.

Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmış. Büyüğü “Halil”, küçüğü ise “İbrahim” imiş. Halil evli ve çocuklu, İbrahim ise bekârmış. Ortak bir tarlaları varmış ve ne mahsul çıkarsa iki pay ederlermiş. Bununla geçinip giderlermiş. Bir yıl yine harman yapmışlar, buğdayı ikiye ayırmışlar. İş taşımaya kalmış. Halil hemen bir teklif yapmış: “Ben gidip çuvalları getireyim, sen buğdayları bekle!”

“Peki!” demiş İbrahim. Halil gitmiş çuval getirmeye. O gidince düşünmüş İbrahim: “Ağabeyim evli ve çocuklu. Daha çok buğday lâzım onun evine.” Bu düşünceyle kendi payından bir miktar atmış onunkine. Az sonra Halil çıkagelmiş. “Haydi İbrahim!” demiş, “Önce sen doldur da taşı ambara”.

“Peki Ağabey!” demiş İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşmüş yola. O gidince Halil düşünmüş bu defa: “Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var. Ama kardeşim bekâr, o daha çalışıp para biriktirecek, ev kurup evlenecek…” Böyle düşünerek kendi payından onunkine birkaç kürek atmış. Velhasıl, biri gittiğinde öbürü, kendi payından atar olmuş diğerine. Bu böyle gitmiş. Ama iki kardeş de birbirinden habersizmiş. Nihayet bir akşam karanlık basmış ve görmüşler ki buğdaylar bitmiyor, azalmıyor. Allah-u Teâlâ bu durumdan hoşnut olmuş ve buğdaylarına bin bereket vermiş. Günlerce iki kardeş buğdayları taşımış, yine de bitirememiş. Şaşmış kalmışlar bu işe.

Bugün “bereket” denilince akla bu kardeşler gelir. Allah nâmına alıp Allah nâmına veren bu kardeşler gelir hatırlara.

Bereket kelâmına bir de Efendimizin penceresinden göz atalım. Allah, bereket kelâmını âdeta Efendimiz ile nurlandırmış ve Kur’ân’da, Enbiya Suresi 107’nci ayette de Efendimize, “Resulüm, Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” diye de buyurmuştur. Peygamberimizin bereketi çocukluktan ömrünün sonuna kadar hep devam etmiş, âlemlere rahmet olarak gönderilen O Kutlu Nebî, adım attığı her yeri bereketi ile nurlandırmıştır.

Dünyaya teşrif ettikleri zaman sütanneleri Halime Annemiz, Efendimizin bu bereketine şahit olan o kutlu ailedendir. Beni Sa’d kabilesinden olan Halime Annemiz, Mekke’ye süt emzirmek için kabilesi ile gelmişti. Yurduna boş dönmemek için Abdulmüttalip tarafından kendisine gelen teklifi kocasına ilettiğinde, kocası Haris, fikrine iştirak edip şu kelâmları söylemiş, âdeta Rahmet Peygamberindeki hakikate işaret etmiştir: “Almanda bir beis yok ya Halime! Belki de Allah O’nun yüzünden bize bereket ve hayır ihsan edecek…” (1)

Halime Annemiz, Nur Yetimi kucağından bir an indirmeye razı olmadan kafilesi ile Mekke’den ayrıldılar. Geceleyin Haris ve ailesi Mekke dışında rahat bir uyku çekti. Sabahleyin Haris, develeri sağmaya koştu. Elini attığı her meme, âdeta bir süt çeşmesi oluvermişti. Hayretler içerisinde Halime’ye şöyle seslendi: “Ey Halime, bil ki sen çok mübarek ve hayırlı bir çocuk aldın.” (2)

Mekke artık geride kalmıştı. Halime ve Halis yurtlarına dönmüştü. Artık Nur Yüzlü Kâinatın Efendisi, Sa’d Oğulları yurdundaydı. O sırada Sa’d Oğulları beldesinde müthiş bir kıtlık ve kuraklık hâkimdi. Bereket kesilmiş topraklar, solgun yüzler ve zayıflıktan ayakta duracak mecâli kalmamış hayvanlar vardı. Fakat Efendimizin ayak bastığı hanenin manzarası birden değişiverdi. Hanenin daha önceden yiyecek ot bulamayan hayvanları, şimdi tıka basa doyuveriyorlardı. Memeleri dolup taşıyor, bir rahmet çeşmesi gibi devamlı süt akıtıyorlardı. Solgun yüzler yoktu artık Halime’nin evinde. Beldenin sair sakinleri yine kıtlık içinde, yine sıkıntı çemberinde kıvranıyorlardı. Hayvanları hâlâ zayıf ve nahif hâlde istenilen sütü veremiyordu. Sanki Peygamberimizi yetim diyerek almayanlar, maruz kaldıkları mahrumiyet içinde bırakılmakla cezalandırılıyorlardı.

Yayla halkı gözleriyle gördükleri bu durum karşısında meraklarından çatlayacak hâle gelmişlerdi. Bir mânâ da veremiyorlardı. Kabahati çobanlarda buluyor ve onlara çıkışıyorlardı: “Gidin görün bakalım Halime’nin çobanı koyunlarını nasıl doyurmuş? Yürürken memelerinden şıpır şıpır süt damlıyor. Kim bilir, koyunlarını nerede otlatıyor? Siz de onun gittiği yere gidip koyunları orada otlatsanız ya!”

Çobanlar, efendilerinin bu çıkışlarında haksız olduklarını adları gibi biliyorlardı. Halime’nin çobanının koyunlarını otlattığı yerin, kendilerinin otlattığı yerden hiçbir farkı yoktu. Bunun için de itiraz ediyorlardı. Ama itirazları hiçbir fayda vermiyordu. Efendilerinin bu sefer de şu sözlerine muhatap oluyorlardı: “Peki, sizin sürülerin koyunları açlıktan kendilerini zar zor taşıyorlar da onunkiler neden tıka basa tok, hem de memeleri sütle dolarak dönüyorlar?”

Ne çobanlar, ne de efendileri bu sorulara cevap bulabiliyorlardı. Sadece birbirlerine hayret ve şaşkınlık dolu bakışlarla bakıp kalıyorlardı. Elbette bunun bir sebebi vardı ve bu sebebi, henüz o zaman Hazreti Halime ile kocasından başkası bilmiyordu. Bir gün çobanların tüm bu olan bitenlerin sebeplerini sormaları üzerine, Halime onlara şu anlamlı cevabı verdi: “Vallahi bu iş ne ot, ne de otlak işidir! Bu iş, Rabbimin sırlarından bir sırdır. Her şey Mekke’den dönüşümüzle birlikte başladı…”

Tabiî ki çobanlar, bu sözlerden bir şey anlamıyorlardı ve meraklarından da kurtulamıyorlardı. Yayla halkının akıl erdiremediği sır aslında şuydu: Kâinatın yegâne sahibi olan Allah, en sevdiği insan olan Peygamberimizi evlerine misafir etme âl-i cenaplığını gösterdiklerinden dolayı Hazreti Halime’nin evine rahmet hazinesinden bol bol ihsanda bulunuyordu. Bu yüzdendir ki Hazreti Halime ve kocası, Nur Yavruya bambaşka bir gözle bakıyor, büyük bir sevgi ve dikkat ile üzerine titriyorlardı.

Peygamberimiz daha çocukken ayak bastığı her yeri bereketlendirdiği gibi, Peygamber olduktan sonra da mucize olarak her gittiği yere bereket götürdü. Bunlardan bir diğeri de şöyleydi: Ensar’dan Cabir’in babası, Uhud günü savaşırken şehit düşmüş, altı kız çocuğu yetim kalmış ve geride de bir hayli borç bırakmıştı. Cabir’in babasının iki bahçesi bulunmakla beraber, bunların mahsulü, bıraktığı borçları karşılayacak derecede değildi. Kendinin de Yahudilerden yalnızca birine otuz deve yükü hurma borcu vardı. Hurma mevsimi girince alacaklılar, alacaklarını ısrarla istemeye ve Cabir’i de sıkıştırmaya başladı. Bunun üzerine Cabir, Peygamberimize gelerek, “Ya Resulullah! Biliyorsun ki babam Abdullah, Uhud Savaşı’nda şehit düştü. Bana da birçok borç bıraktı. Alacaklılara hurma bahçesinin bütün mahsulünü vermeyi teklif ettiğim hâlde kabul etmediler. Bu hususta bana yardımcı olmanızı bekliyorum” dedi.

Peygamberimiz, Cabir’in babasının alacaklılarına, alacaklarına karşılık hurma bahçesinin bütün mahsulünü almalarını ve borcu da silmelerini teklif etti ise de alacaklılar buna asla yanaşmadılar. Hatta Peygamberimiz borcun bir kısmını bu yıl, geri kalanını da gelecek yıl almalarını teklif ederek yeni çözümler üretti. Ancak alacaklılar bu çözüme de yanaşmadı. Peygamberimiz, Cabir’e, “Ben yarın kuşluk vakti yanına gelirim” diyerek oradan ayrıldı ve ertesi gün Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer ile birlikte Cabir’in bahçesine doğru gitti.

Cabir, Peygamberimizi ve arkadaşlarını hoş karşıladı, ikramda bulundu. Efendimiz, “Ey Cabir! Haydi bize şu hurma bahçesini gezdir” deyince, Cabir, Peygamberimizi bahçede dolaştırdı, birlikte bahçeyi gezdiler. Bahçeden ayrılacakları sırada Cabir’in hanımı, “Ya Resulullah, Sizden dua bekleriz!” deyince, Efendimiz de, “Evet, Allah size bahçenizi de, meyvesini de mübarek kılsın!” dedi. Cabir’e de, “Git, hurmanı topla ve işini bitirince Bana haber ver” dedi. Cabir de öyle yaptı. Efendimiz hurma bahçesine giderek hurma öbeklerinin en büyüğünün çevresini üç kere dolaştıktan sonra, “Şu alacaklıları yanıma çağır” dedi.

Alacaklılar geldiler. Onlara, alacaklarına karşılık, hurma yığınından ölçüp ölçüp hurmalar verildi. Nihayet borçlar tamamıyla ödendi. Üstelik Cabir’e de, Efendimizin duası sayesinde on yedi deve yükü hurma kaldı. Efendimizin bereket mucizesini bizzat yaşayan bir kimse de, “Peygamberimiz, alacaklılara mübarek elleriyle bütün hurmayı dağıttığı hâlde bir tek hurmanın eksilmediğini gördüm ve mahsulün bereketlendiğine de şahit oldum” diyerek bu mucizeyi anlatmıştır. (3)


(1) İbn Hişam, Sire, c1, s. 171-172

(2) İbn Hişam, Sire, c1, s. 173

(3) M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, Medine Devri, Cilt 4, sf 71/73