“ALAN memnun, satan memnun”… Ticarete has bu deyimin başka hangi alanlarda
kullanıldığını araştırmaya gerek duymadan, “verenlerin memnun, alanların ise
razı olmadığı” bir uygulamadır berdel. Eski sıklığında görülmese de günümüzde
varlığını sürdüren bu çağdışı evlendirme şeklinin toplum barışına ne denli
katkı sağladığı meçhul!
Buluğ çağına henüz girmiş olan delikanlı, şatafatlı bir düğünün
ardından baş göz edilmişti. Silah sesleri dakikalarca değil, kemençe
ekşiliğindeki horon gibi saatlerce sürmüştü sürmesine ama evlilik istenildiği
gibi gitmiyordu. Çocuk, gelindi; damat ise çocuk…
Derken, damada askerlik yolu göründü. Karadeniz’in hırçın
dalgalarından ilk kez uzaklaşıyordu ve ilk kez görüyordu İstanbul ile şirin
ilçesi Kadıköy’ü. Bu şehir, ona Anadolu’dan kopup gelen tertiplerini de sunmuş
ve kısa sürede onlarla kaynaşmıştı. Her biri kendi memleketinden bir köşeye
benzetiyordu İstanbul’u. Bunlardan biri de Van gölü kıyı şeridinde yer alan
Ercişli silah arkadaşıydı. Onu dinledikçe, “Mutlaka görmeliyim” diyordu. Aylar
sonra terhis olduğunda, soluğu önce Diyarbakır’da, akabinde ise Erciş’te
almıştı. Kendisini misafir eden ailenin büyüğüne, “Yaşı küçük biriyle
evlendirseniz beni” diye çınlattı. Kısa sürede adayın bulunduğu müjdesi
verildi. Mevlüd-Sona çiftinin Seher ve Dudu’dan sonra, Fatma’dan da önce
dünyaya gelen dört kızından biriydi Nurten ve henüz on üçündeydi.
Aracıların referansı ve iknasıyla bir öküz arabasına
bindirilen gelin çocuğun üzerindeki elbise, “Terzi Pervin” imzasını taşıyordu.
Üç yüz metrelik mesafe, çilli yüzü duvakla kapatılan için kilometrelere
bedeldi. “Şoför” lakaplı genç Ahmet “Ohoo!” deyince öküzler durmuş, gıcırdayan
tekerlerin sesi kesilmişti.
Sönmek için, içine gözyaşı akıttı
Badanayla boyanan kerpiç evden içeri girer girmez, duvağı
kaldıran delikanlının yüzünde yayılan pişkin bir gülümsemeyle karşılaştı. “İyi
de ben niye gülmüyorum?” dedi içinden. O gece bir sırra muttali olacaktı. Daha
doğrusu itirafa… İtiraf, eşinden gelmişti: “Ben evliyim!”
Her yerinin yangın kapladığını hissetti. Kızcağız
yanıyordu ama ne alev vardı, ne de duman. Sustu ve sönmek için, içine gözyaşı
akıttı. Üstelik “Kimseye söylemeyeceksin!” diye de tembih, daha doğrusu tehdit
etti Hilmi Efendi. Akabinde ise yemin ederek, “Söz, sana göstermeyeceğim onu!”
dedi.
İki buçuk yıl sonra
İlk evlâtları Ahmet yürümeye başlamıştı. Eyvanda iki
ileri, bir geri gelirken, dış kapı yumruklanmıştı. “Hayırdır?” diyerek yerinden
kalktı, kapı arkasındaki uzun demir parçasını indirir indirmez karşısında
kayınbiraderi ile yanında duran güzeller güzeli genç kadınla göz göze geldi.
“Buyurun” demeye kalmadan alelacele içeri girdiler. Adam, elindeki mavi renkli tahta bavulu yere bırakınca
evin erkeği söze başladı. Söz, tanıdıktı: “Kimseye söylemeyeceksin! Eve de
kardeşin Süleyman’ın haricinde kimse gelmeyecek!”
Öyle oldu. Eve hariçten giren tek isim, askerden gelen
Süleyman’dı. Kız kardeşinin evine sığınanlara kol kanat olmuştu.
“Her şey yoluna girdi” diyerek yola çıktıklarında, jandarma ve polisin ortak operasyonuyla Hilmi Efendi’nin kardeşi Mehmet, kız kaçırmak (zorla alıkoymak, hürriyeti engellemek) suçundan yakalanarak cezaevine atıldı. Süleyman, cezaevi günlerinde de onun yanındaydı. Demir parmaklıkların arasından kurtulan Mehmet, Süleyman’ın vefası karşısında, “Seni bacım Safiye ile evlendireceğim” teklifinde bulunmuştu…
Mevlüd, oğulları Süleyman, Kadir, İzzet, İsmet ve Mehmet
ile birlikte bağbozumundaydı. Elindeki bıçkıyı büzdükten sonra yoncanın üzerine
bırakıp belini erik ağacına verdiğinde, imdadına Hacer Hanım yetişmişti. Odun
közünde demlediği çayın yanına kıyılmış şekeri bırakarak kocasının karşısına
oturdu. İkisi de aynı yöne, büyük oğulları Süleyman’a bakıyordu. Hacer Hanım, “Oğlanı
baş göz etsek artık! Vakti geldi de geçiyor” dedi. Teklifi duyan Mevlüd Efendi,
ağarmaya başlayan sakalını ovaladıktan sonra, önce alnında biriken teri elinin
tersiyle sildi, ardından dilinin altına şeker yerleştirdi ve sıcaklığına
aldırış etmeden çayını yudumladı. Sessizliği, “Olur” hükmündeydi…
Müstakbel gelin adayı Safiye’nin yüzü bembeyazdı, sanki
ışıkla geziyordu. Yuvarlak çehresini masmavi boncuk gözleri tamamlıyordu.
Simsiyah saçları ise beline varan uzunluktaydı. Ama önemli bir sorun vardı ve
bu sorunu aşmak için Nurten’e ihtiyaç duyulmuştu. Çünkü Safiye, ikinci kez
evleniyor olacaktı! O yüzden önce onu ikna etmeleri gerekiyordu. Nurten, durumu
ağabeyine aktardı ama olumlu bir yanıt alamadı. İlk denemesinde olduğu gibi
sonrakiler de başarısızlıkla sonuçlandı.
Devreye büyükler girmişti. “Kızla oğlana sormaya ne hacet
var!” denilerek yola koyuldular. Nurten ilk kez geçiyordu Zigana geçidinden.
Rize’ye vardıklarında, yanında anne ve babasının haricinde kocası, ablası
Seher, amcakızı Sünye ile ağabeyi Süleyman ve Terzi Ahmet vardı. Düğün
hazırlıkları tamamlanmış, sıra yola revan olmaya gelmişti. Ancak Nurten
salıverilmemişti. Safiye ile Süleyman, sade bir törenin ardından İyidere’den
Erciş’e uğurlandığında, berdelin “son ritüeli” de tamamlanmış oluyordu.
Uğurlu gelin
Nurten’in gelin olmasıyla birlikte işleri düzelen Hilmi,
bolluk ve bereket içinde “Sen benim uğurumsun” diyerek eşini taltif ediyordu.
On üçünde gelin olan Nurten, tam on üç doğum geçekleştirmişti. Bunlardan Ahmet,
Hasan, Mukaddes (Ayten), Ali Erdinç, Alparslan, Mehmet Emin, Kezban ve Kadriye
hayata tutunurken, ikisi kız, üçü oğlan olan beş bebeğini de kaybetmişti.
Evlât, koca ve kardeş acısı
Safiye ise, kocası Süleyman’a Emine, Ahmet Ali, Mahmut,
Necla, Murat ve Bülent isminde tam altı çocuk vermişti ama hazan mevsiminin
habercisi Eylül, en büyük oğlunu bir gece yarısı ellerinden almıştı. Kardeşi
Murat ile harmandan dönerken yaşanan elim kazada Ahmet Ali, en verimli çağında
hayattan kopmuştu. Karı koca öyle gözyaşı döktüler ki göz pınarları kurudu
âdeta.
Süleyman Efendi’nin ciğerleri evlât acısına daha fazla
dayanamadı. Bitkindi ve yatağa düşmüştü. Onu doktor doktor gezdirenler ile
yatağın etrafını çevirenler üzülürken, o içten içe seviniyordu. Çünkü işin
ucunda vuslat vardı. Dokuz yıl sonra, Mayıs ayında son nefesini vermiş, mezarı
da oğlunun yanında kazılmıştı. Safiye Hanım, duvar bitişiğindeki mezarlığı
sıklıkla ziyaret ediyor, ikisinin başucuna dikilen ağaçlara elinde su, gözünde
yaş, dilinde Fatiha taşıyordu…
Onlara imrenmişti. “Ha buraya, aranıza uzansam” diye
mırıldansa da ölüm meleği kendisini değil, ağabeyi Hilmi’yi almıştı. Acısını
toprakla buluşturmaya niyetliydi ama öncesinde evlâtlarının mürüvvetini görmek
istiyordu. Oğulları için üç düğün yaptı, torun verdi gelinleri. Annelikten
terfi etmiş, “babaanne” olmuştu. Kızları için de hayâl kuruyordu ama bir yandan
da “Allah’ın işine karışılmaz!” diyerek kaderci bir teslimiyet sergiliyordu.
Güzelliğine güzellik katan kırışıkları sayılmasa, yüzü
ilk günkü gibiydi. Sadece yüzünü değil, elli beş sene önce gelin olarak geldiği
evde dilini ve şivesini de korumuştu.
Berdele konu olanlar, bir kadından hep bir fazlaydılar; çay
bahçeleri ve üzüm bağlarında makas atmak, sulama ve çapa yapmak, fındık ve erik
toplamak, ot biçmek, odun kırmak, ineklerin sütünü sağmak, kazların tüyünü,
tavukların da yumurtasını toplamak, işçilere, hizmetkârlara, çocuklardan sonra
torunlara bakmak, tandıra ekmek vurmak, ocağa yemek koymak, omuzda sepet,
sırtta dert taşımak, acıyı gömmek, akan kan ve gözyaşını saklamak, gülmeyi ise
unutmak… Tam karşılığı ise, “Kan kusup kızılcık şerbeti içtim” demek… Tüm
bunlar ve daha niceleri Nurten ile Safiye’nin zayıf ama bir o kadar güçlü
omuzlarındaydı.
Artık çökmüştü Safiye, kalbi kaldırmıyordu dünya yükünü.
Sesi de, nefesi de, gücü de zayıflamıştı. Evlâtları, çilekeş annelerini el
üstünde tutuyor, bir dediğini ikiletmiyorlardı. Sadece oğulları ve kızları
değil, her üç gelini de hizmette kusur etmiyordu. Başta gün yüzü görmese de
ahirde huzur bulmuştu yorgun bedeni. Doktor muayeneleri sıklaşmıştı. Kim sorsa,
söze “Hastayım” diye başlıyordu.
Umutlu bekleyiş
Baharın müjdecisi Mayıs ayının ilk günü kalbi teklemişti.
Hemen ilçe hastanesine götürdüler. Durumu ciddiydi bu sefer. Doktorlar daha
donanımlı bir hastaneye sevk etiler. Ambulans, yüz kilometrelik yolu 40
dakikada almıştı. Bilinci açıktı ve yol boyunca evlâtlarıyla konuşmuştu. Van
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’ne vardıklarında
bilinci kapanmıştı. Tam on gün boyunca hastane önüne karargâh kuran evlâtları,
gelinleri, torunları ve sevenleri umutla bekledi. Ancak bekleyişleri, servis doktorunun
“Başınız sağ olsun, hastayı kaybettik” açıklamasıyla son bulmuştu.
Haber kulaktan kulağa yayıldı. Yakında ve ırakta olanlar,
son vazifelerini yapmak üzere yollara düştüler. Üç aylar içinde Ramazan’a
birkaç gün kala ahirete göç eden Safiye’nin nihayet acıları dinmişti. Cuma
namazını müteakip, naaşı oğlu ile kocasının arasına defnedildi.
Kur’ân ayında, yoldaşı Kur’ân-ı Kerîm olmuştu. En çok okuyanların başında ise görümcesi ve eltisi Nurten vardı…