Berdel: “İki gelin, iki damat”

Güzelliğine güzellik katan kırışıkları sayılmasa, yüzü ilk günkü gibiydi. Sadece yüzünü değil, elli beş sene önce gelin olarak geldiği evde dilini ve şivesini de korumuştu.

“ALAN memnun, satan memnun”… Ticarete has bu deyimin başka hangi alanlarda kullanıldığını araştırmaya gerek duymadan, “verenlerin memnun, alanların ise razı olmadığı” bir uygulamadır berdel. Eski sıklığında görülmese de günümüzde varlığını sürdüren bu çağdışı evlendirme şeklinin toplum barışına ne denli katkı sağladığı meçhul!

Buluğ çağına henüz girmiş olan delikanlı, şatafatlı bir düğünün ardından baş göz edilmişti. Silah sesleri dakikalarca değil, kemençe ekşiliğindeki horon gibi saatlerce sürmüştü sürmesine ama evlilik istenildiği gibi gitmiyordu. Çocuk, gelindi; damat ise çocuk…

Derken, damada askerlik yolu göründü. Karadeniz’in hırçın dalgalarından ilk kez uzaklaşıyordu ve ilk kez görüyordu İstanbul ile şirin ilçesi Kadıköy’ü. Bu şehir, ona Anadolu’dan kopup gelen tertiplerini de sunmuş ve kısa sürede onlarla kaynaşmıştı. Her biri kendi memleketinden bir köşeye benzetiyordu İstanbul’u. Bunlardan biri de Van gölü kıyı şeridinde yer alan Ercişli silah arkadaşıydı. Onu dinledikçe, “Mutlaka görmeliyim” diyordu. Aylar sonra terhis olduğunda, soluğu önce Diyarbakır’da, akabinde ise Erciş’te almıştı. Kendisini misafir eden ailenin büyüğüne, “Yaşı küçük biriyle evlendirseniz beni” diye çınlattı. Kısa sürede adayın bulunduğu müjdesi verildi. Mevlüd-Sona çiftinin Seher ve Dudu’dan sonra, Fatma’dan da önce dünyaya gelen dört kızından biriydi Nurten ve henüz on üçündeydi.

Aracıların referansı ve iknasıyla bir öküz arabasına bindirilen gelin çocuğun üzerindeki elbise, “Terzi Pervin” imzasını taşıyordu. Üç yüz metrelik mesafe, çilli yüzü duvakla kapatılan için kilometrelere bedeldi. “Şoför” lakaplı genç Ahmet “Ohoo!” deyince öküzler durmuş, gıcırdayan tekerlerin sesi kesilmişti.

Sönmek için, içine gözyaşı akıttı

Badanayla boyanan kerpiç evden içeri girer girmez, duvağı kaldıran delikanlının yüzünde yayılan pişkin bir gülümsemeyle karşılaştı. “İyi de ben niye gülmüyorum?” dedi içinden. O gece bir sırra muttali olacaktı. Daha doğrusu itirafa… İtiraf, eşinden gelmişti: “Ben evliyim!”

Her yerinin yangın kapladığını hissetti. Kızcağız yanıyordu ama ne alev vardı, ne de duman. Sustu ve sönmek için, içine gözyaşı akıttı. Üstelik “Kimseye söylemeyeceksin!” diye de tembih, daha doğrusu tehdit etti Hilmi Efendi. Akabinde ise yemin ederek, “Söz, sana göstermeyeceğim onu!” dedi.

İki buçuk yıl sonra

İlk evlâtları Ahmet yürümeye başlamıştı. Eyvanda iki ileri, bir geri gelirken, dış kapı yumruklanmıştı. “Hayırdır?” diyerek yerinden kalktı, kapı arkasındaki uzun demir parçasını indirir indirmez karşısında kayınbiraderi ile yanında duran güzeller güzeli genç kadınla göz göze geldi. “Buyurun” demeye kalmadan alelacele içeri girdiler.  Adam, elindeki mavi renkli tahta bavulu yere bırakınca evin erkeği söze başladı. Söz, tanıdıktı: “Kimseye söylemeyeceksin! Eve de kardeşin Süleyman’ın haricinde kimse gelmeyecek!”

Öyle oldu. Eve hariçten giren tek isim, askerden gelen Süleyman’dı. Kız kardeşinin evine sığınanlara kol kanat olmuştu.

“Her şey yoluna girdi” diyerek yola çıktıklarında, jandarma ve polisin ortak operasyonuyla Hilmi Efendi’nin kardeşi Mehmet, kız kaçırmak (zorla alıkoymak, hürriyeti engellemek) suçundan yakalanarak cezaevine atıldı. Süleyman, cezaevi günlerinde de onun yanındaydı. Demir parmaklıkların arasından kurtulan Mehmet, Süleyman’ın vefası karşısında, “Seni bacım Safiye ile evlendireceğim” teklifinde bulunmuştu…


Mevlüd, oğulları Süleyman, Kadir, İzzet, İsmet ve Mehmet ile birlikte bağbozumundaydı. Elindeki bıçkıyı büzdükten sonra yoncanın üzerine bırakıp belini erik ağacına verdiğinde, imdadına Hacer Hanım yetişmişti. Odun közünde demlediği çayın yanına kıyılmış şekeri bırakarak kocasının karşısına oturdu. İkisi de aynı yöne, büyük oğulları Süleyman’a bakıyordu. Hacer Hanım, “Oğlanı baş göz etsek artık! Vakti geldi de geçiyor” dedi. Teklifi duyan Mevlüd Efendi, ağarmaya başlayan sakalını ovaladıktan sonra, önce alnında biriken teri elinin tersiyle sildi, ardından dilinin altına şeker yerleştirdi ve sıcaklığına aldırış etmeden çayını yudumladı. Sessizliği, “Olur” hükmündeydi…

Müstakbel gelin adayı Safiye’nin yüzü bembeyazdı, sanki ışıkla geziyordu. Yuvarlak çehresini masmavi boncuk gözleri tamamlıyordu. Simsiyah saçları ise beline varan uzunluktaydı. Ama önemli bir sorun vardı ve bu sorunu aşmak için Nurten’e ihtiyaç duyulmuştu. Çünkü Safiye, ikinci kez evleniyor olacaktı! O yüzden önce onu ikna etmeleri gerekiyordu. Nurten, durumu ağabeyine aktardı ama olumlu bir yanıt alamadı. İlk denemesinde olduğu gibi sonrakiler de başarısızlıkla sonuçlandı.

Devreye büyükler girmişti. “Kızla oğlana sormaya ne hacet var!” denilerek yola koyuldular. Nurten ilk kez geçiyordu Zigana geçidinden. Rize’ye vardıklarında, yanında anne ve babasının haricinde kocası, ablası Seher, amcakızı Sünye ile ağabeyi Süleyman ve Terzi Ahmet vardı. Düğün hazırlıkları tamamlanmış, sıra yola revan olmaya gelmişti. Ancak Nurten salıverilmemişti. Safiye ile Süleyman, sade bir törenin ardından İyidere’den Erciş’e uğurlandığında, berdelin “son ritüeli” de tamamlanmış oluyordu.

Uğurlu gelin

Nurten’in gelin olmasıyla birlikte işleri düzelen Hilmi, bolluk ve bereket içinde “Sen benim uğurumsun” diyerek eşini taltif ediyordu. On üçünde gelin olan Nurten, tam on üç doğum geçekleştirmişti. Bunlardan Ahmet, Hasan, Mukaddes (Ayten), Ali Erdinç, Alparslan, Mehmet Emin, Kezban ve Kadriye hayata tutunurken, ikisi kız, üçü oğlan olan beş bebeğini de kaybetmişti.

Evlât, koca ve kardeş acısı

Safiye ise, kocası Süleyman’a Emine, Ahmet Ali, Mahmut, Necla, Murat ve Bülent isminde tam altı çocuk vermişti ama hazan mevsiminin habercisi Eylül, en büyük oğlunu bir gece yarısı ellerinden almıştı. Kardeşi Murat ile harmandan dönerken yaşanan elim kazada Ahmet Ali, en verimli çağında hayattan kopmuştu. Karı koca öyle gözyaşı döktüler ki göz pınarları kurudu âdeta.

Süleyman Efendi’nin ciğerleri evlât acısına daha fazla dayanamadı. Bitkindi ve yatağa düşmüştü. Onu doktor doktor gezdirenler ile yatağın etrafını çevirenler üzülürken, o içten içe seviniyordu. Çünkü işin ucunda vuslat vardı. Dokuz yıl sonra, Mayıs ayında son nefesini vermiş, mezarı da oğlunun yanında kazılmıştı. Safiye Hanım, duvar bitişiğindeki mezarlığı sıklıkla ziyaret ediyor, ikisinin başucuna dikilen ağaçlara elinde su, gözünde yaş, dilinde Fatiha taşıyordu…

Onlara imrenmişti. “Ha buraya, aranıza uzansam” diye mırıldansa da ölüm meleği kendisini değil, ağabeyi Hilmi’yi almıştı. Acısını toprakla buluşturmaya niyetliydi ama öncesinde evlâtlarının mürüvvetini görmek istiyordu. Oğulları için üç düğün yaptı, torun verdi gelinleri. Annelikten terfi etmiş, “babaanne” olmuştu. Kızları için de hayâl kuruyordu ama bir yandan da “Allah’ın işine karışılmaz!” diyerek kaderci bir teslimiyet sergiliyordu.

Güzelliğine güzellik katan kırışıkları sayılmasa, yüzü ilk günkü gibiydi. Sadece yüzünü değil, elli beş sene önce gelin olarak geldiği evde dilini ve şivesini de korumuştu.

Berdele konu olanlar, bir kadından hep bir fazlaydılar; çay bahçeleri ve üzüm bağlarında makas atmak, sulama ve çapa yapmak, fındık ve erik toplamak, ot biçmek, odun kırmak, ineklerin sütünü sağmak, kazların tüyünü, tavukların da yumurtasını toplamak, işçilere, hizmetkârlara, çocuklardan sonra torunlara bakmak, tandıra ekmek vurmak, ocağa yemek koymak, omuzda sepet, sırtta dert taşımak, acıyı gömmek, akan kan ve gözyaşını saklamak, gülmeyi ise unutmak… Tam karşılığı ise, “Kan kusup kızılcık şerbeti içtim” demek… Tüm bunlar ve daha niceleri Nurten ile Safiye’nin zayıf ama bir o kadar güçlü omuzlarındaydı.

Artık çökmüştü Safiye, kalbi kaldırmıyordu dünya yükünü. Sesi de, nefesi de, gücü de zayıflamıştı. Evlâtları, çilekeş annelerini el üstünde tutuyor, bir dediğini ikiletmiyorlardı. Sadece oğulları ve kızları değil, her üç gelini de hizmette kusur etmiyordu. Başta gün yüzü görmese de ahirde huzur bulmuştu yorgun bedeni. Doktor muayeneleri sıklaşmıştı. Kim sorsa, söze “Hastayım” diye başlıyordu.

Umutlu bekleyiş

Baharın müjdecisi Mayıs ayının ilk günü kalbi teklemişti. Hemen ilçe hastanesine götürdüler. Durumu ciddiydi bu sefer. Doktorlar daha donanımlı bir hastaneye sevk etiler. Ambulans, yüz kilometrelik yolu 40 dakikada almıştı. Bilinci açıktı ve yol boyunca evlâtlarıyla konuşmuştu. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’ne vardıklarında bilinci kapanmıştı. Tam on gün boyunca hastane önüne karargâh kuran evlâtları, gelinleri, torunları ve sevenleri umutla bekledi. Ancak bekleyişleri, servis doktorunun “Başınız sağ olsun, hastayı kaybettik” açıklamasıyla son bulmuştu.

Haber kulaktan kulağa yayıldı. Yakında ve ırakta olanlar, son vazifelerini yapmak üzere yollara düştüler. Üç aylar içinde Ramazan’a birkaç gün kala ahirete göç eden Safiye’nin nihayet acıları dinmişti. Cuma namazını müteakip, naaşı oğlu ile kocasının arasına defnedildi.

Kur’ân ayında, yoldaşı Kur’ân-ı Kerîm olmuştu. En çok okuyanların başında ise görümcesi ve eltisi Nurten vardı…