Benzerine az rastlanır bir bilge hekim: Sadık Canlı

Adındaki “Ahmet” ve “Sadık” kelimelerini bihakkın yaşamakta, yaşatmakta, yansıtmaktadır pırıl pırıl, ışıl ışıl, usûl usûl. Allah’a hamd, emirlerine sıdk ile bağlılık… Bunu ikrar ânından, son nefesini teslim ettiği âna kadar, ihlâsından, samimiyetin istikametinden zerrece sapma göstermeyecektir.

BU dünyadaki sığınakların en güzeli, en özeli, en sözeli Sadık Canlı merhumdu bu fakire göre; geçen Ramazan’da ötelere uğurladığımız…

Kimdi peki Sadık Canlı?

“İki metrelik sicim gibi bir boy, beyazı siyahına galip uzun saçlar ve uzun sakallar, uzun oval bir yüz, hafif kalın ve belirgin bir burun, tarihin derinliklerinden bakıyor izlenimi veren zeki bir çift göz... Geniş alnının altını süsleyen kavisli belirgin kaşlar…” Bunlardan söz etmeyeceğim size. El-hak, bunlar da onundu elbette.

İlimle merhametin bir çocuk kalbinde vuslata eriştiği, bir hikmet, bir gönül, bir ahlâk adamıydı o en çok.

Bosna göçmeni bir baba ile Kafkasya göçmeni bir annenin, Adapazarı’nın munis, mümbit, mülayim ruh ikliminde doğup büyüyen oğullarıydı o. İnancını ve geleneğini hayatının mihveri kabul etmiş esnaf/eşraf, manifaturacı Ömer Bey, biricik oğlunun kulağına, merhum babası ve merhum kardeşinin adını üfleyecekti ezanla: “Senin adın Ahmet Sadık olsun.”    

“Kökü mâzide olan âti” dizesini ne de güzel açıklayan bir baba-oğuldular onlar!

Zeki, zıpır, afacan bir çocukluk ve gençlik… Ama hep başarılı, ama hep okuyan, ama hep sevilen bir gençtir o. Arkadaş canlısı, mert, cömert… Yediren, içirendir ta o zamanlarında da. “Baba Sadık”tır hep, “Ağabey Sadık”tır hep.

Bekârlığında da, evliliğinde de, öğrenciliğinde de, uzmanlığında da hep güzel giyinen, güzel yaşayan, güzel yaşatan bir arkadaş, dost, babadır Sadık Canlı. O zamanlarda seyrekçe rastlanan beş yıldızlı otellerde kalır meselâ gittiği her yerde. En leziz ve lâtif restoranları o keşfeder, o bilir, o götürür meselâ. Yemeyi, yedirmeyi çok sever. Vefa, ikram, coşku adamıdır. Cömertliğin kitabını yazan adamdır.

Ve o bohem, aristokrat, debdebeli hayata rağmen elinden düşmeyen daima bir unsur vardır: Kitap! Tam bir kitap kurdudur Ahmet Sadık Canlı. Malûm, kitaplar bize güzel bir dünya armağan etmek için yazılmışlardır çoğu kez. Ta Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrenciliğinde Gazalî’yi keşfedecek, tamamını tekraren okuyacak, oradan da yeni kitaplara kanat çırpacaktır o da.


Cerrahpaşa Tıp’ı bitirdikten sonra dokuz buçuk yıl sürecek Almanya günleri başlayacaktır onun. Önce Geothe Üniversitesi’nde iki yıl Almanca öğrenecek, ardından çifte ihtisasa yapacaktır: Ortopedi ve kaza cerrahisi…

Almanya’da ihtisastayken 1978 yılında bankacı Hasan Alpcan’ın kendisi gibi bankacı kızı Ebru Hanım’la hayatını birleştirecek, prensesleri Ece ve Aslı orada dünyaya gelecektir. Bu okuyan, düşünen, hisseden adamı, aralarında yaşadığı Hıristiyanlık hayatı daha da rahatsız edecek, hep, daima, sürekli dönmek isteyecektir. O günün Almanya’sında çok çok iyi kazanan bir hekim olmasına karşın radikal bir karar alacak ve yurduna, şehrine, evine dönecektir.

Yıl 1982… Artık kendi şehrinde Adapazarı’ndadır. Bu dönüş aslında aslına, kendine, özüne dönüştür. Aslında kendine dönüş, kendine kaçış, kendine sığınıştır.

İslâm’a dört elle, dört kalple, dört koldan sarılmıştır artık.

Sadık, samimi, mütevekkil biridir artık o kelimenin tam mânâsıyla.

Adındaki “Ahmet” ve “Sadık” kelimelerini bihakkın yaşamakta, yaşatmakta, yansıtmaktadır pırıl pırıl, ışıl ışıl, usûl usûl. Allah’a hamd, emirlerine sıdk ile bağlılık… Bunu ikrar ânından, son nefesini teslim ettiği âna kadar, ihlâsından, samimiyetin istikametinden zerrece sapma göstermeyecektir.

Bu dönemde Rabbimiz onları Ayşe, Zeynep, Fatma ve Mustafa Ömer ile ödüllendirecektir. Yuvaları cennetten bir çocuk bahçesine dönmüştür âdeta.

Mihenk taşı

Nebevî ve tabiî tıbba gemilerini süren Sadık Canlı, cerrah Sadık Canlı, ilk büyük ameliyatını modern tıbba yapacaktır. Hasta otuz yıldır komadadır. Zira Doktor Canlı’ya göre, “Modern Tıp Emevîlerle başlar, Fransızlarla değil”. Modern Tıbbın bir tek itici gücü vardır: “Sömürü”… Dr. Canlı’nın “İslâmî Tıp Tezi”nde ilk reddiyesi İbni Sina ve Farabî’yedir. Zira “Modern tıbbın ilham kaynağı bu iki zattır; bozulma onlarla başlamıştır”.

On bir adet tıp kitabını Osmanlıcadan günümüz Türkçesine bizzat Sadık Canlı’nın çevirdiği de pek bilinmez. Deva iksirini fıtratın saf ve bakir diyarlarında arayan bir tıp dervişidir zira o. Modern tıbba karşı Muhammed Ali’ydi Sadık Canlı. Modern tıbbın beyaz lekesiydi o.

On bir adet tıp kitabını Osmanlıcadan günümüz Türkçesine bizzat Sadık Canlı’nın çevirdiği de pek bilinmez. 

Gerek Tozlu Camii’nin kuzeyindeki Necdet Birgen İşhanı’nın ikinci katındaki muayenehanesi, gerek deprem sonrası Dr. Kamil Sokak’taki prefabrik muayenehanesi, gerekse Marmara Göz Polikliniği’ndeki muayenehanesi âdeta şehrin Hikmet Meclisi, modern zamanlar tekkesidir. Her derdi olan, canı sıkılan, müşküle düşen ona, oraya koşar, akıl fikir sorar. Ziyaret edenlerin belki yüzde doksanı tedavi amaçlı değil, ruhî, fikrî veya şahsî meseleleri için gelmektedir. Gerek şehirden, gerekse yurtiçi ve dışından birçok insan Adapazarı’nda ilk ona uğramakta, huzur bulmakta, fikir, kanaat ve kararlarını mihenk taşına tâbi tutmaktadırlar.

Sadık Canlı hiçbir gün bir tarikata intisap etmemiştir elbette. Tek başına inanmış, hissetmiş, yaşamıştır. Taşıdığı çocuk kalbiyle aklını ve bilgisini mezcederek, bir tarafıyla bir Asr-ı Saadet Müslümanı örneği olmuştur topluma, diğer tarafıyla da İslâm’ın yirmi birinci asırda bihakkın yaşanabileceğini göstermiştir. Merhum Selahaddin Şimşek için söylediğimi elbette onun için de söylemeliyim: O da tek kişilik bir cemaat, tek kişilik bir çoğunluktu. Hiçbir gösterme isteği, arzusu, gayreti olmadan üstelik. Hazret Melâmî-meşrep, rind-meşrep ve kalender-meşrep mizaçlı biriydi zira.

Hamza Tekin Hocaefendi’ye göre “yarı doktor-yarı derviş, nevi şahsına münhasır güzel ve özel biri”ydi. Mustafa Aydın Hocaefendi’ye göre “doktor hoca değil, sanki hoca doktor gibiydi”. Hayatın Yûsuf gibi kuyuya attıklarındandı. Doçent Doktor Hasan Sağlam’a göre “o bir hekimlik okulu”ydu. Doktor Hasan Feyzi Katıöz’e göre “o bir manevî baba, feyiz menbaı”ydı. Tüccar Lütfü Salkım’a göre “bırakın Adapazarı’nda, Türkiye’de eşi benzeri olmayan iyi bir Müslüman”dı. Spor yazarı Erol Girişken’e göre “çok iyi bir insan, günahtan çok korkan, çok iyi bir Müslüman, çok iyi bir spor hekimiydi; Almanların meşhur kalecisi Maier’i iki dirseğinden de ameliyat etmişti”.

Tüccar Tarık Pekerken’e göre “Adapazarı’nda insanlara İslâm’ı hatırlatan bir simge”ydi. Tüccar Alaattin Kalay’a göre “coğrafyamızın her şeyiyle ilgili ama kendisinden vazgeçmiş biri”ydi. Tüccar İsmail Çakmak’a göre “tıbbı Nebevî”ydi; öte yandan “toplumun orta ve alt gelir gruplarıyla da diyalog kurabilen bir “bilge adam”, eşraf, yönetenler ve avam arasında bir “köprü”ydü.

Gazeteci Zeki Aydıntepe’ye göre “mesleğine ve bilgisine sırt çevirmesi hoş karşılanmasa da cefasıyla da, sefasıyla da bir güzel dost”tu. Bizim yazar Cihat Zafer’imize göre “hafif birkaç iyi adamdan biriydi tanıdığı; yükte hafif, pahada ağır”… “Gariplerin Kitabı” idi Sadık Canlı. Doktor değil, Ağabey Sadık Canlı… Sadık Ağabey idi!

Bizim çizer Osman Suroğlu’na göre “bir şehri şehir yapan insanlardan”dı. Bizim yayıncı İsmail Aydın’a göreyse “Adapazarı’nın Ağabeyi; karşısındakiyle makamı/görevi ne olursa olsun eşit ilişki kuran ve bunu da onu hiç rahatsız etmeden başarabilen bir münevver, her işini çocuk safiyetiyle yapan, hep dağıtan, bir tek dost biriktiren adam”dı.

Çok ama çok kardeşi vardı onun. Cenazesinde Orhan Camii avlusu buna tanıktır. Zengin fakir, yaşlı genç, okumuş okuyamamış, makamlı makamsız, belediye başkanı odacı, rektör öğrenci, işli işsiz, tok aç, hepsi “ağabey”lerini uğurlamaya gelmişti.


Ama dördünü ayırmamız gerekiyor yüzlercesinden. Son yirmi senesinde ona gerçek bir öz kardeş hassasiyeti, sabrı ve fedakârlığı ile sahip çıkan göz doktoru Hüseyin Berberler, ona cefa/sefa ayırımı yapmadan el, dil, gönül veren tüccar Tarık Pekerken, sonra da her daim yanında, yakınında, yanı başında olan tıpçılar Hasan Sağlam ve Hasan Feyzi Katıöz…

Bu satırların yazarının gerçek ağabeyiydi o. Her tanıyanının olduğu gibi… Yüzüne defalarca söylediği ve sakalını önce çekeleyip sonra da öptüğü gibi, “aklı çoğunlukla yanlış, kalbi hep doğru çalışan bir güzel adam”dı. “Yanlış çalıştığına inandıkları aklını düzeltmek amacıyla Tarık Pekerken’le birlikte aşağıdan yukarıya yönetilen ve yeryüzünde şeyhi düzeltmek için kurulan ilk ve tek tarikat olup yirmi beş senede yirmi beş santim ilerleme sağlanamayan” bir çabanın iki kişisinden biriydi bu satırların sahibi.

Hepimizin ağabeyiydi o. Bir tarafın değil, her tarafın... Adapazarı’nın ağabeyiydi, evet, ama aynı oranda da Ankara’nın, İstanbul’un, Anadolu’nun, Rumeli’nin de ağabeyiydi. Bir coğrafyanın bilge hekimiydi o.

Emaneti huzurla, zikirle, ezanla Sahibine teslime eden ve yeni ülkesinin kapısını gördüğünde tebessüm eden sadık kulun yeni makamının âli oluşuna tefsir ve te’vil ederiz elbette.

Yakında biz de geliyoruz Ağabey, bizler de!

Ağabeyliğini orada da yapacağın, yaşayacağın, yaşatacağın dileğiyle,

“Evvel giden ahbaba selâm olsun erenler!” diyoruz.