DÜNYANIN her yerinde,
insanlar birtakım sesler çıkarıyor ve bu yolla anlaşabiliyorlar.
O
seslerin toplu hâlde ne anlama geldiğini kısaca ifade etmek gerekince “lisan”
diyoruz.
Biri
“elma” dediğinde diğerleri elmayı anlıyor; “ekmek” dediğinde ekmeği…
İnsanların
çıkardığı sesler her yörede, ülkede değişebiliyor ve bütün lisanlarda elmanın
da, ekmeğin de bir adı var. Diğer her şeyin adı olduğu gibi…
Bu
tablo, hikmetlerden/delillerden biridir.
Dillerin
kendiliğinden oluşuverdiğini düşünenler, istedikleri kadar öyle düşünmeye devam
etsinler. Esintisi beri yana ulaşmaz.
*
İnsanlar
sesleri yazıya dökmeyi de başarmış ve elle çizdikleri birtakım işâretler
sayesinde sessiz anlaşma yolunu da bulmuş çok zaman önce.
Öyle
ki, târihin başlangıcı, yazının bulunuşuna dayandırılıyor.
Bu
itibarla, ya konuşarak ya da yazarak anlaşıyoruz.
Bazen
de tam tersi oluyor.
Konuşarak
da, yazarak da anlaşamıyor ve kavga ediyoruz.
Hem
de fenâ hâlde…
Dövüşmeye
kadar varabiliyor.
Savaşlar
bile böyle çıkıyor.
Zaten
geri plândaki maksat anlaşmamak ise, konuşmak da, yazmak da işe yaramaz.
Sesler
yükseliyor, taraflar karşılıklı bağırmaya başlıyor.
Yazılar
daha irileşiyor.
Savaşan
yahut savaşa tutuşmak üzere olan iki ülkenin gazetelerine bakın.
Gayet
iyi örnekler çıkar karşımıza.
Esas
maksadı kandırmak olanlar ise, yazıları gereğinden fazla ufaltıyorlar.
Dikkat
etmişsinizdir. Önünüze uzatılan bir sözleşmede en küçük harflerle yazılan ve
altını imzalamanız beklenen kısımlar, genellikle aleyhinize olan metinlerdir.
Ve
genellikle hiçbirimizin o minik yazıları okumaya ne vakti vardır, ne niyeti.
Formalite
olarak görür ve imzayı basar, çıkarız.
Patırtısı,
bir aksilik yaşandığında çıkacaktır.
*
“Beni
hayatta bir kişi anladı, o da yanlış anladı” demiş adamcağızın biri.
Acınacak
bir durum.
Ama
kimin başına gelmemiştir ki yanlış anlaşılmak!
Özellikle
büyük sanatçılar ve fikir adamları için söz konusudur.
(Yanlış
anlaşılmak mı daha kötü, hiç anlaşılmamak mı? İsteyen ve vakti olan keyfince
tartışabilir.)
Bazıları
da bu tespite dayanarak, yaşarken anlaşılmamanın buruk lezzetiyle avunur.
Geniş
kitlelerce kabul görmeyişlerinin, hak ettikleri kadar değerli bulunmayışlarının
izahı da vardır elbette her birinin nezdinde.
“Benim
kıymetim yüz yıl sonra anlaşılacaktır”, “Bugün reddettiğiniz fikirlerimi, ben
öldükten sonra kabul etmek zorunda kalacaksınız” gibi açıklamalarda bulunan
genç sanatçıların ne kadarı haklıdır, zamana bırakmak lâzım.
Zira
hayatı yokluk içinde geçen bazı ressamların, bestekârların eserleri, sonradan
çok rağbet görmüştür. Milyonlarla ifade edilen bedeller ödendiğine şâhit olduk
kaç defa.
Buradaki
anahtar kelimenin “bazı” olduğuna dikkat çekerim.
Hepsi
için geçerli değil.
Öbür
türlü olsaydı, hep birden elimize fırçayla boya alıp tuvalin karşısına
geçerdik.
Ne
de olsa badana yapmaktan kolaydır bir tuvali boyamak.
“Hiç
değilse bizden sonrakiler rahat etsin. Doğrusu ben de bakınca pek bir şeye
benzetemiyorum ama bu işler böyle imiş azizim… Çoluk çocuk, değeri sonradan
anlaşılacak bu resimleri milyonlar karşılığında satar, bize de arkamızdan hayır
duâ ederler…”
*
“İleride
buralar çok değerlenecek” diye sapa yerden imarsız arsa almak, şehrin kıyısında
da olsa bir daireye yatırım yapmak, ne olacağını tam anlayamamışken bitlikoin
için birikimi elden çıkarmak, belki bazılarının yüzünü güldürecektir ama
bazılarını da üzebilir.
Garantisi
bulunsa, resim hepsinden iyi.
Çok
masraf gerektirmez.
Boyaların
ve fırçaların fiyatı da çok arttı ama ne yapalım, o kadarına katlanılır.
*
Kıymetinin
yıllar sonra bilineceğine inananlara selâm olsun.
Ne
olur ne olmaz, az da olsa içlerinden birileri haklı çıkacaktır.
Bizim
yatırımımız da bu selâm olsun.