Benim bir hikâyem yok

Oynadığım arkadaşlarım, öğretmenlerim, komşularımız… Her şey o kadar normaldi ki ilk defa üniversitede gördüm normal olmayan birini ve ondan koşarak uzaklaştım.

KALEMLE tanıştığımdan beri yazmayı hep çok sevdim. Eğer bir derdim varsa yazmadan anlayamaz, itiraf edemez oldum. Bu denli içime işledi kalemimden akan kelimeler. Hikâye yazmak ise bambaşka bir kapıydı benim için; hep çok sevdiğim, içimi ısıtan minik hikâyeler yazma isteği her gün yeniden, yeniden yeşeriyordu içimde. Yazdıkça daha fazla yazmak istiyordum. Tuzlu su içmek gibiydi; içtikçe susuyor, susadıkça içiyordum.

Fakat uzun bir süredir kalemim durgundu, özellikle de o methiyeler düzdüğüm hikâyelere. Bu durgunluk geçsin ve yeniden aksın diye daha fazla okumaya başladım fakat okudukça daha da farklı oldu her şey. Daha önce göremediğim, fark edemediğim bir şeyi fark ettim: Hikâyemin olmadığını...

Okuduğum son kitaplarda, Güray Süngü’de, Aykut Ertuğrul’da, Ayfer Tunç’ta yazarların anlatacakları bir şeyler vardı ve bunları öyle güzel karakterler üzerinden anlatıyorlardı ki…

Belki bir komşusuydu o anlatılan, belki her gün selâm verdiği köşedeki simitçi, belki bakkalda çalışandı… Kocaman olmayan hayatlarında birçok kişi ile tanışıp belki hikâyelerini dinleyip, belki kendileri “uydurup” ona yakıştırmış, belki Mehmet’ten duyduğunu Ahmet yaşamış gibi anlatmıştı ama Mehmet’i de tanımıştı, Ahmet’i de. Hepsiyle oturup bir çay içmişliği vardı. Kozmopolit bir yerde büyümüştü belki; Kürt, Türk, Çingene tanıdıkları olmuştu, farklı kültürler tanımıştı, yazmıştı. Okula gidince farklı farklı öğretmenler görmüştü belki, öğrencileri için canını dişine takanları, “Ders anlatmasam da olur, ben paramı alır giderim” diyenleri… 

Büyüyüp hayata atılmış, kendi ayakları üzerinde durmuş ve o zaman bambaşka insanlar tanımıştı belki; hırsından gözleri dönenler, her şeye rağmen mutlu olabilenler ve daha neler neler…

Benim yok muydu peki anlatacak şeylerim? Evet, vardı. Benim de kendime göre dertlerim, söyleyeceklerim, sessiz sessiz atılacak çığlıklarım vardı. Ben niye yazamıyordum o hâlde?

Çünkü…

Ben, Erva Akbaba… Çok steril bir ortamda büyüdüm. Küçükken oturduğumuz mahalle, bizim gibi orta direk insanların olduğu, herkesin normal bir hayat yaşadığı, rüzgârın normal estiği, pazarın normal kurulduğu, sabah işe giden ve akşam işten dönerken kapıda oynayan çocukları ile evlerine giren normal babaların, çarşı pazarını yapıp eve giden ve akşam için yemek pişiren, limanların gemileri beklemesi gibi erkeklerini ve çocuklarını bekleyen normal annelerin olduğu bir yerdi. Okuduğum okul da aynı normallikten şaşmayan, sıra dışı şekilde sıra dışı şeylerin ve tiplerin olmadığı sıradan bir yerdi. Sadece okuduğum okul böyle değildi, okuduğum okullar da böyleydi.

Oynadığım arkadaşlarım, öğretmenlerim, komşularımız… Her şey o kadar normaldi ki ilk defa üniversitede gördüm normal olmayan birini ve ondan koşarak uzaklaştım. Yaşadığım şehir değişti; bu sefer yeniliklere ve farklılıklara açık olarak baktım hayata, dünya üzerinde en normal olmayan durumla karşılaştım: Pandemi…

İnsanın kardeşiyle görüşemediği bir zamanda farklı insan arayışına giremezdim tabiî. Yine kendi steril fanusumla baş başa kaldım. Fark etmesem de içten içe sıkıyordu beni bu sıradanlık, tekdüzelik. Hikâyelerimde de hep bunu konu alıyordum. Sadece 2000’lerde yaşayan insanların hayatlarının monotonluğunu, hiçbir şekilde hiçbir şey olmayışını ve bunun getirdiği ruh azabını. Ama bu da bir yere kadar anlatılıyor; farklı diyecek şeyleri oluyor insanın, başka anlatmak istedikleri oluyor. Fakat ne bir karakter görmüş anlatabileceği, ne de bir olay. Duymuş sadece esinlenip bir şeyler “uydurabileceği”…

Velhasıl…

Ben Erva… Bir hikâyem yok. Şimdilik!