Benim adım, “Özgürlük”

Fakat hayır! Yine de sen değildin yerde sürünen. Ancak her gece aydan kendi payını alandın sen.

GÖZLERİNİ sımsıkı yumsan da kararmayacak dünya. Sönmeyecek bankaların ışıkları ilhak edildiğinde bile karaborsa. Elinin tersiyle savuştursan da dağılmayacak üzerine çisil çisil yağan kurum taneleri. Kurtulmak mümkün olmayacak kaçtığın her neyse.

Hayır! Tüm biatlerin canı cehenneme. Diz çökmeyeceksin vatkaları armalarla bezenenlerin esaretinde bile!

Sen değildin yanlışa tapan. Yalanlarla donanmış köşelerden dönerken duyduğun utanca sebep sen değildin. Uygarlığın uygarlık olduğun yerlerden, rahmetle bereketin sırt sırta var olduğu kıtalardan bir sürgün ağına takılıp kaybolanların her gün dizler altına alınmaları ne acı ey teni kavruk adam! O gün bugün oldu, batmadı tek bir an bile “Kara Güneş”. Lâtin’de, İskandinav’da, Britanya’da adınla bir anılmalıydı toprak.

Hayır! Sen değildin tahıl ambarlarındaki süne. Ki ancak oluk oldun bucaksız ekinlere.

Özgür olanlardı sonların başlangıcında duranlar. Orayı bir bekçi, bir direnişçi gibi kollayan yine içimizden biriydi. Adaletin pantolon ceplerinden çıktığı topraklarda korku yalnızca arka sıralara lâyık görülenlerin hakkıydı.

Mikrofonlar bangır bangır bağırdıkça lime lime oluyordu tüm kara parçaları. Yanı sıra inatla korunuyordu zırhlılar. Kimin daha güçlü ya da daha korkak olduğu anlaşılmıyordu kuş bakışıyla. Akşam sabah tek kap aşa katık olan umut, en güçlü silah, en büyülü sırdı.

“Negro” safsataları birlikte anılıyordu Beyaz olamayanların adlarıyla. Bir çocuk, her sabah emin oluyordu kapıdan Tanrı’yla birlikte çıktığına. Bir mucize gerekiyordu her güne. Fakat çok daha hissedilirdi Beyaz adamın varlığı mucizelerden. Bir anne kör gözleri delercesine tüm dünyaya açtığında oğlunun hırpalanmış ve taşlanmış bedenini, işte o an, o son umut da toprağın altına girmişti. Yalnızca 67 dakikaya sığdırılan minicik bir hayat, nişanesi oldu bu kutsal kavganın.

Fakat hayır! Sen değildin başı önünde gezmesi gereken. Sen o elli bin kişinin en önünde gideniydin.

Kutsanmış (!) Beyaz’a yorgunluğunun hakkını yedirmediğinden bir ışık da o yaktı tüm Montgomery’de. Bir kadınla meşaleler alevlendi, bilinç ayaklandı ve harlandı umut. Fakat o da ne? Yarınların rüyası pembeleşiyor, kâbus güçten düşüyordu.

Hayır, sen değildin dev canavarlar ve hançerli şeytanlarla bezeli o korkulu düş! Onlar, ancak hiç uyanmayanlardı.

Değişimi bir can yeleği gibi kuşanmıştı etrafı linçle, haksızlıkla, ötekilenmeyle çevrilenler. Kalplerini sarmalayan o ince nuru hissedenler bir minarenin dibinde devleşiyor ve o zaman tüm kara parçaları denkleniyordu birbirine. Herkes O’nun katında “aynı” oluyordu. Bu kutsal kimlik bir şeyler vaat ediyordu herkesi yekpare kabul ederek. Ve tüm aynı olanlar, “Bu değişim beni, köle efendileri tarafından aileme verilen kimlikten özgürleştirdi” diyerek görünür oluyordu en koyu gölgenin altında bile.

Önden gidenler hiç özümseyemedikleri köklerini mıh gibi kazımak istercesine “X” diyordu adına. Ve bu büyülü, tek kelimelik ferman bir çivi gibi sivri, demir gibi ağır bir yumruk oluyordu dilleri çatallanıp zehrini mubah sananların korkularına. “Göze göz, dişe diş! Ve bir yaşama bir yaşam! Eğer özgürlüğün bedeli buysa, bu bedeli ödemekte tereddüt etmeyeceğiz” diyordu önden gidenler. Oldukça net ve gayet güçlü…

Amerikan rüyasının üstünde ateş böcekleri gibi bi’ parıldayıp bi’ gizlenen X’ler birer birer uyandırıyordu aşağıda kalanları. Her biri ayrı bir ışığı işaret ediyordu Kara Güneş’e inat. Geceyle barışan güvercinler artık reddediyordu günü. Onlar ateş böceklerine inananlardı. Bu ışıktan hiç vazgeçmeyecek olanlardı.

Fakat hayır! Yine de sen değildin yerde sürünen. Ancak her gece aydan kendi payını alandın sen.

Evet, daha bıyıkları terlememiş, midesinde kelebekler kozasını henüz örememiş olanların ülkesinden bahsediyorum. Dünyanın en dışında kalmasına rağmen gölgesiyle her yeri karanlığa boğan o kara parçasından. Evet, evet ondan! Işığı hep kendine çevirenlerin çok zaman geçmeden kör olduklarına şahitlik edilen o en aydınlık yerden… Fakat bunca berraklığa rağmen görmenin manifestosunun tüm duvarlara asılmaması ne acı değil mi ey teni kavruk adam, çocuk, kadın? Nerede gülden silahlar ve oyuncak kalkanlar? Yoksa yasak mı dokunmak gökyüzüne?

Okyanuslar ötesinden bir ses geldi: “Bugün ayrımcılık, yarın ayrımcılık ve her zaman ayrımcılık…” Bir çocuk adını haykırdı ona: “Benim adım, özgürlük! Özgürlük! Özgürlük!” Bulutlara değdi sonra. Ucundan tuttuğu gibi getirdi ve bir çarşaf yumuşaklığıyla örttü üstünü kötü ve çirkin ne varsa. Adı “Özgürlük” idi, yankılandı sesi coğrafyalarda yıllarca…