Ben zaten yüzme bilmiyorum

“Ferman seninse ey sultan, bu lâf anlamaz âsi gönül de benimdir. Ne ben istedim sana kapılmayı, ne de sen. Şimdi ikimizin de sorumlu olmadığı bir şeyden dolayı kim kimi suçlayabilir?”

ON dokuz yaşında mavi gözlü, sarışın, alımlı bir genç kız, geniş caddedeki kaldırımda evine doğru yürümektedir…

Başı önüne eğiktir; zaman zaman başını kaldırıp gittiği yola bakıyor, sonra yeniden eski hâlini alıyordur. Duraktan beş blok ötedeki evine her gün bu yoldan gitmektedir. Şimdi bir blok geçmiş, geriye dört blok kalmıştır. Ara ara gülümsemektedir. Kim bilir, aklından neler geçiyordur.

On yedi yaşındaki kahverengi gözlü, siyah saçlı, hafif kısa boylu, tıknaz bir genç de tam aksi yönden gelmektedir. Evde canı sıkıldığı için biraz yürümek isteyip dışarı çıkmış, ayakları onu nereye götürüyorsa oraya doğru yürümeye başlamıştır. Onun da başı önüne eğiktir, o da ara ara başını kaldırıp gittiği yola bakmaktadır… Bir blok daha geçiyor işte şimdi; kaldırımdan inmeden başını kaldırıp sağına soluna, sonra da karşıya bakıyor… Bakıyor ama bir ayağı kaldırımdan yola inmiş, diğer ayağı hâlâ kaldırımda olduğu hâlde kalakalmış...

Kulaklarına gelen bütün sesler bir anda kesildi, hiçbir şey duymuyor, ayaklarını hareket ettiremiyordu. Kahverengi gözleri kocaman açılıp kalmıştı. Ağzı da hafif açıktı. Ne yaptığının, nerede olduğunun, nereden gelip nereye gittiğinin farkında değildi artık. Sonra dudakları yavaş yavaş kıvrılmaya başladı, gözleri kısıldı biraz, nefes alışverişi ve kalp atışları hızlandı.

Genç kız başını kaldırıp karşıdaki kaldırıma geçtikten sonra yine aynı şekilde yoluna devam etti. Hâlâ gülümsüyordu ara ara. Önünden geçip gittiği apartmanların bahçelerindeki ağaçların dallarına konan kuşların cıvıltıları geliyordu kulağına. Başını yana çevirip baktı, gülümsedi. Ne kadar güzellerdi. Her şey ne kadar güzeldi, ne kadar güzel… Bu bahar havası, bu kuşlar, çiçek açmış ağaçlar…

Bir süre olduğu yerde donup kalan genç, bir zaman sonra kendine geldi. Dönüp arkasına baktı. Başını hafif yana yatırdı, yüzüne yine neşe dolu bir gülümseme geldi. “Allah’ım, Allah’ım, ne büyüksün!” dedi. Bir sonraki kaldırıma geçmek yerine, sağ taraftan gelen yola koştu hızla. Koştu, koştu, koştu… Apartmanın arkasından dolandı, sağa döndü yine; beş dakika önce yürüdüğü kaldırıma geldi tekrar. Nefes nefeseydi. Uzun saçları alnına ve yanaklarına yapışmıştı terden. Nefesini düzenlemeye çalıştı. Aynı tempoda yürümeye başladı.

Bu sefer başı önüne eğik değildi. Doğrudan karşıya bakıyordu. Yüzünde sevinçten uçacakmış gibi bir gülümseme vardı. Kalbi güp güp atıyordu. Çok çok yavaş yürümeye gayret etti. Hattâ arada bir, bir adım geri atıyordu.

Bir kaldırımın daha sonuna yaklaşan kız, başını kaldırıp karşıya baktı. Yüzünde huzurlu bir gülümseme vardı, mutluydu. Eve iki blok kalmıştı. Kalmıştı ya, o pek de farkında değildi. Her gün yürüdüğü yol, artık beynine kazınmıştı. Saymak gerekmiyordu blokları eve giderken, ayakları götürüyordu onu. Kaldırımdan yola indi, karşıya geçti ve yürümeye devam etti…

Kendisini fark etmediğini düşündüğü kızın yüzüne daha uzun baktı bu sefer genç adam. Gözlerini bir an olsun ayırmadı güzel yüzünden. Kız yanından geçip gittikten sonra, genç, az önce yaptığı gibi hızla koşarak apartmanın arkasından dolandı ve yine kaldırımda buldu kendini. Yorulmuştu iyice, nefes nefeseydi. Göğsü hızla inip kalkıyordu. Dayanamadı, önünde bulunduğu apartmanın duvarına yaslandı, ellerini dizlerine koydu. Arada bir de başını sağa çevirip bakıyordu kızın gelip gelmediğine. İyice yaklaşmıştı kız. Genç de doğruldu yerinden, yavaş adımlarla yürümeye başladı. Gözleri, başı hafif önüne eğik ve dudaklarında hoş bir gülümseme olan kızın üzerinde idi. Tam yanından geçerken kız bir anda kafasını kaldırıp gence baktı. Gencin kulakları kızardı önce, sonra yanakları ve bütün suratı. Yürüyüp gidecekti ki, kız anî bir hareketle gencin omzundan tutup kendisine çevirdi. “Oğlum, aptal olma! Git, kendi dengini bul!” dedi.

Çocuk neye uğradığını şaşırdı. Konuşamadı, dili tutulmuştu sanki. Konuşamadı, kızın denizi andıran masmavi gözlerine dalıp gitti. Boğuluyordu sanki. Kız hâlâ devam ediyordu konuşmaya. İlk cümleyi duyabilmişti çocuk. Geri kalanına sağır olmuştu kulakları. Ruhu bedenini terk etmişti sanki. Eli ayağı düşmüştü iki yana, kan çekilmişti kollarından. Sonra yavaş yavaş kendine geldi, başını iki yana salladı hafifçe. Kız uzaklaşmıştı bile.

Önünde bulundukları apartmanın kapısından girip gözden kaybolmuştu. Çocuk olduğu yere çöktü, apartmanın bahçe duvarına yaslandı. Neydi ki bu yaşadığı? Gülmeli mi, ağlamalı mı, bilemiyordu. Dudakları gülümserken yanaklarından iki damla yaş süzüldü. Gülüyordu işte ya, bu yaşlar da neyin nesiydi? Bir anlam veremedi…

Sonraları uzaktan takip etmeye başladı kızı. Hangi apartmanda yaşadığını biliyordu zaten. Her gün kızın eve geliş saatinde yolun karşısındaki kaldırımda onu bekliyor, eve kadar kız bir kaldırımda, gençse yolun karşısındaki diğer kaldırımda eve kadar onunla yürüyordu. Bir süre devam etti bu durum. Sonra bir gün genç adam, mahalleden bir ufaklığa küçük bir kâğıt verip onu kıza götürmesini istedi. Kız kâğıdı aldı, açıp okudu, çevresine baktı, gözleri bu kâğıdın gönderenini arıyordu ama bulamadı. Kâğıdı yırtıp attı. Birkaç kâğıt daha aldı kız bu şekilde ve hepsini yırtıp attı.

Günler karşı karşıya iki kaldırımda yürümekle geçti. Gencin gelip konuşacak cesareti yoktu. Olsa da zaten kızdan azarı yemişti daha konuşmadan; sadece güzel yüzüne baktığı için… O gün yine beklemeye koyuldu her zamanki yerinde ama kız ortalıklarda yoktu. Tam bu saatte, bu dakikada iniyordu ya otobüsten, neredeydi bugün acaba? Genç, elini cebine attı, sigara paketinden bir kısa Samsun sigarası çıkarıp yaktı. Derin bir nefes çekmişti ki bir anda öksürerek, gözleri yaşararak dışarı bıraktı ciğerlerindeki zehirli havayı. Karşı kaldırımdaydı o. Yanındaki de kimdi acaba? Kumral, kısa saçlı, uzun boylu, yapılı biriydi. Sporcu olduğu anlaşılıyordu. Yan yana yürüdüler kızın evinin bulunduğu apartmanın önüne kadar. Karşı kaldırımda da genç adam yürüdü onlarla. Ardı ardına sigara yakıyordu bu süre içerisinde; kaç tane yakıp söndürdüğünü saymamıştı bile.

Kız apartmandan içeri girdikten sonra acı acı güldü kendi kendine genç. “Bir güzeli on kişi sever ama biri alır. Hem suç mu güzeli sevmek? Olsun, o da başkasını sevsin, ne var sanki? Bendeki bana yeter, benim gönlümü dolduran şey bana yeter” diye geçirdi içinden. Artık neredeyse her gün aynı manzara yaşanıyordu. Bir kaldırımda kız ve onun yanındaki dalyan gibi delikanlı, diğer kaldırımda ise zayıf, sıska, kara kuru bir başkası…

Yine bir gün bu sıska, kara kuru genç her zamanki yerinde bekliyordu. Hayli zaman geçmişti ama karşı kaldırımın müdavimleri yoktu henüz. Ardı ardına sigara yakıyordu sabırsızlıkla. Ne diye bekliyordu ise artık kızın bir başkasıyla olduğunu bildiği hâlde? Gelen otobüsten inenlere bakarken tek tek, bir el kavradı omzundan ve arkaya çevirdi onu. Döndü, kafasını biraz yukarı kaldırmak zorunda kaldı yüzünü görebilmek için. O kadar yakınındaydı ki onu çeviren. O anda acı bir tokat patladı suratında. Masmavi, ateş gibi gözler, çatılmış kaşlar, gerilmiş bir yüz vardı karşısında. Ellerini beline koymuş, bir ayağı “tıp tıp tıp” diye yere vuruyordu kızın ama konuşmuyordu. Cevap bekliyordu. Neyin cevabı olduğunu da çok iyi biliyordu genç. Hafifçe gülümsedi, elini gömleğinin cebine götürdü ve bir kâğıt çıkarıp uzattı kıza. Hiç beklemeden uzaklaştı oradan. Kız elindeki kâğıdı açtı okumak için. Küçük bir kâğıttı, kurşun kalemle kendi yüzü çizilmişti, resmin yanında da bir yazı vardı:

“Ferman seninse ey sultan, bu lâf anlamaz âsi gönül de benimdir. Ne ben istedim sana kapılmayı, ne de sen. Şimdi ikimizin de sorumlu olmadığı bir şeyden dolayı kim kimi suçlayabilir? Ve öyle bir şeydir ki bu, her ne şekilde olursa olsun, gülün mutluluğu, bülbülün mutluluğudur. Ben zaten yüzme bilmiyorum, boğulurdum gözlerinde senin…”