YOLCULUĞUNU ölümünden
sonra bile sürdürmüş bir yolcu… Peygamberler şehri Urfa’da, Balıklıgöl’ün hemen
yanında boş bir mezar... Yolculuğunu ölümünden sonra bile sürdürmüş o yolcunun
son durağı bu mezar! Bu yazım, işte o yolcunun yol hikâyesini anlatacak. İnsanlar
üzerinde ciddi tesir uyandıran bir fikir adamının hangi açıdan insanları etkilediğini
anlamak için uzun bir yolculuğa çıkıyoruz…
Said Nursi
Molla Said, Bitlis Hizan Nurs
doğumluydu. Hizan, Nakşibendiliğin nabzının attığı merkezlerdendi. Said Nursi,
yedi çocuklu fukara bir Kürt ailesindendi. Hayatı boyunca aralıksız sürecek
olan yolculuğu dokuz yaşında başlamış, dokuz yaşından 19 yaşına kadar çeşitli
medreseler arasında savrulmuştu. Dik başlı, asabi ve inatçı kişiliği yüzünden,
her gittiği yerde yeniden yollara düşmüştü. Medreselerde az olmak üzere eğitim
görmüş, Mardin’e geldiğinde artık kemâle erdiğine inanır olmuştu. Fakat şimdi,
öğrendiklerini yaşama vakti gelmişti.
Yine o dönemde, Mardin’de
tanıştığı 19’uncu yüzyıl önemli İslâm düşünürlerinden Cemaleddin Efgani’nin
takipçisi olan bir derviş, ona Hak yolunu gösterdi. Said Nursi’ye bugüne kadar
okumadığı şeyleri anlattı.
İslâm dünyası sömürgeciliğin
tehdidi altındaydı. Cemaleddin Efgani ise İstanbul’da sömürgeciliğe karşı savaşıyordu.
Bir yandan da İslâm’dan hurafelerin tasfiyesi için savaşıyordu. Ona göre
Müslümanların geri kalmasının sebebi ayrılığa düşmeleri, kadere boyun eğmeleri
İslâm’ı bilmeyip vehimlerle uğraşırken gerçek dini ihmâl etmeleriydi. Ki bu
konuda çok haklıydı. Günümüze baktığımızda aynı tabloyu görüyoruz. Vahiy kadar,
aklın, fen bilimlerinin ve felsefenin de önemli olduğunu savunuyordu. Biliyordu
ki, aslında tüm bunların temelinde Allah’ın bize anlatmak istedikleri yatıyor
ve bu durumu Allah bize vesile ile anlatıyordu. Fen, felsefe ve akıl… Vahiyler
de aklı olmayanlara gelmedi: “Kurtuluşun çaresi birlikti; geçmişte de,
günümüzde de…” Molla Said bunları ilk kez duymuştu. Yıllar sonra fikrî
gelişimlerinden birinin Efgani olduğunu belirtecekti.
İslâm dünyasının tehdit
altında olduğu o dönemde Ermeni sorunu tırmanmış, Girit karışmış, milliyetçilik
salgını yüzünden imparatorluk dağılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı.
Hatta Namık Kemal o dönem basılan “Kemal’in Rüyası” öyküsünde kadın kılığındaki
Hürriyet’in ağzından çöküş hâlindeki Osmanlı’yı uyarıyordu. Molla Said derin
uykusundan Kemal’in Rüyası ile uyandı: “Ey gaflet uykusuna dalanlar! Ey her
türlü esirlik düşkünleri! Ey korkuya boyun eğenler! Ey hiçbir şerefsizlikten
çekinmeyenler, gözlerinizi mahşer sabahında mı açacaksınız? Boynunuzdaki
esirlik zincirini cehennemin sahibine teslim etmek için mi saklıyorsunuz?”
Bu çığlık Mardin’de Molla
Said’in zihninde yankılandı. Önemli bir eşik atlamış, siyâsetle tanışmıştı.
Said Nursi’nin kendi
beyanlarına bakacak olursak, hayatı, düşünce dünyası ve eserleri birbirinden
köklü bir şekilde farklı iki döneme ayrılıyor. Bediüzzaman, bu dönemleri şöyle
tanımlıyor: Ömrünün ilk 44 senesini “Eski Said” ve 45 yaşından itibaren geri
kalan yaklaşık kırk senesini ise “Yeni Said”... Eski hayatında toplum hayatına
aktif bir şekilde katılıp siyâsete giren, gazetelerde ilmî ve siyâsî konularda
makaleler yazan, gayet hareketli ve meşhur bir İslâm âlimi… Bu ayrım hem
Cumhuriyet devrinde din merkezli olarak olup bitenlere, hem de merhum
Bediüzzaman’ın fikir dünyasına ve mücadele biçimine dair birçok şeyi anlatır
fakat her şeyi anlatmaz. Bir diğer ifade ile söylersek, anlatmadıkları fark
edilmezse anlattıkları da tam olarak anlaşılamayacak demektir. Türkiye’nin dinî
coğrafyası, modernleşme-din ilişkileri, inkılaplar, lâiklik ve bunların içinde
Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı ve cemaati...
Bediüzzaman’ın karakteri,
söyledikleri ve Cumhuriyet öncesi tecrübeleri, yaşama biçimi, İstanbul’un,
İttihatçıların, kısmen Ankara’nın ondan beklentileri hesaba katılırsa, siyâsetten
uzak duracak bir karaktere, kendisini siyâsetten uzaklaştıracak bir imkâna
sahip değildi. Bediüzzaman o zaman, siyâsetten uzak durması ve Kur’ân-iman
hakikatlerini yayması, “Nurculuk hareketinin de bütün tarihi boyunca ısrarlı
bir şekilde sahip çıktığı Yeni Said söylemi ile büyük bir değişikliğe mi işaret
ediyor, yoksa stratejik ve taktik bir geri çekilmeye mi göndermede bulunuyor?”
gibi soruların bir şekilde cevaplandırılması lâzım. Bunun için yapılması
gerekenler, Yeni Said ve Eski Said döneminin irdelenmesidir.
Eski Said dönemi öğrenmeye,
denemeye ve tanımaya yönelik bir harekettir, ancak Yeni Said dönemi tam aksine
toplum hayatından çekilen, şöhretten uzak duran, siyâseti ve gazete okumayı
terk eden, fakat bu arada yazdığı eserlerle perde arkasından insanların
imanlarını kurtarmaya çalışan, ilmi ile küfre karşı mânen cihad eden bir
hareket lideri olarak karşımıza çıkar. Öyle ki, Bediüzzaman, “Yeni Said”
dönemini şöyle özetler: “Buraya kadar geçen hayatım bir vatanperverlik hâliydi.
Siyâset yoluyla dine hizmet hissini taşıyordum. Fakat bu andan itibaren
dünyadan tamamen yüz çevirdim ve kendi ıstılahıma göre ‘Eski Said’i gömdüm.
Büsbütün âhiret ehli ‘Yeni Said’ olarak dünyadan elimi çektim. Tam bir inziva
ile bir zaman İstanbul’un Yuşa tepesine çekildim.”
Nursi’nin iki bölümlü hayat serüvenini etkileyenler
Siyasette İttihatçılar ve
Cumhuriyetçiler arasında bir mücadele yaşayıp gördükleri karşısında dehşete
düşen Bediüzzaman, bu mücadeleyi fiilî sahadan alıp mânevî sahada yapmaya
başladı. Yeni Said döneminde zindanlara atılıp sürgünler yaşayan Bediüzzaman,
bu zulümleri kendisine yaşatan Cumhuriyetçilere verdiği destekten dolayı
pişmandı. O dönemde toplumun önde gelen isimlerinden birçoğu da aynı hataya
düşmüşlerdi. Abdülhamid Han Hazretlerinin tahttan indirilmesinden sonra Mehmed
Âkif Ersoy ve Said Nursi, “Ne yaptık?” diye kendilerini sorgulayarak
pişmanlıklarını dile getirdiler. Öyle bir pişmanlık ki bu, Sultan İkinci
Abdülhamid’in politikalarına karşı çıkan Said Nursi’nin daha sonra pişmanlık
duyduğu ve 1959’da Ankara’ya giderek torunu Nemika Sultan’dan helâllik istediği
ortaya çıktı. Detayları bilinmeyen bu görüşmeyi Sultan Abdülhamid’in torunu Orhan
Osmanoğlu aktardı:
“Tarihçi, eski
milletvekillerinden Osman Turancı, benim halamın kocasıydı. Halam Sati Sultan’ın
eşiydi. Sati Sultan, Abdülhamid’in torunuydu. Ankara’da ikâmet ediyordu. Said
Nursi 1959’da yanına uğruyor. Osman amcaya, ‘Ben Nemika Hanım’la görüşmek
istiyorum’ diyor. Osman amca ‘Müsait değil’ deyince, ‘Çok önemli, onunla görüşmeden
çıkmam buradan!’ diyor. Bunun üzerine Osman amcam tekrar söylüyor, Nemika
halamız aşağı iniyor. Said Nursi, üç defa helâllik istiyor, ‘Ben büyük dedenize
haksızlık ettim’ diyor.
Aile içerisinde Said Nursi’nin
adı geçince, ‘Ben sevmiyorum, dedeme karşı geldi’ derdi. Osman amca da, ‘Adam
üzüldü, helâllik istedi, artık bir şey söyleme ona’ derdi…”
Mehmed Âkif Ersoy da
Abdülhamid Han için pişmanlık mektubu yazmıştı: “Giden semerciyi, derler, bulur muyuz
şimdi?/ Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi./ Nasıl da kadrini vaktiyle
bilemedik, tuhaf iş;/ Semer değilmiş o rahmetlininki, devletmiş!”
Birinci Said, İkinci Said ve Üçüncü Said dönemleri ile uzun bir yol ve bu yolda sevaplar, hatalar, sürgünler, zindanlarla dolu imtihanlar... Yaşadığı pişmanlıkların devamında, öğrenmiş, yaşamış, kimliği ve kişiliği oturmuş Yeni Said’in aslında tüm dönemleri bir bütünden ibaret ve dönemin şartlarına göre pozisyon belirleyen bir âlim olduğu rahatlıkla söylenebilir. Dönemin şartlarında kendi merkezinde halka hizmet olan ve bu hizmeti siyâsî alanda yapamayacağını anlayan Bediüzzaman, siyâsetten uzaklaşarak mânevî hizmetini Risale-i Nur eserleri ile tamamlamaya çalışmıştır.
Risale-i Nur
Risale-i Nur, aslında bir
fikir, bir yorum veya bir hikâye değildir. Risale-i Nur, iman hakikatlerini
anlatan bir Kur’ân tefsiridir. Bunu Said Nursi şöyle anlatıyor:
“Risale-i Nur okumak, benimle
on defa görüşmekten daha kârlıdır. Zaten benimle görüşmek âhiret, iman ve Kur’ân
hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için, dünya hesabına görüşmek mânâsızdır.
Âhiret, iman, Kur’ân için ise Risale-i Nur, daha bana ihtiyaç bırakmamış…
Küfrü mutlakla mücadelede bu
kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun
sırrı işte budur! Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan
yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir!”
Günümüzde bu eserlerin gücünü
Müslümanlardan daha hızlı keşfeden kâfirler, bu eserler üzerinden plânlar
devreye koydular. Bu plânlarla dönüp Din’e ve Müslümanlara zarar vermeye
kalktılar. Kitabımız Kur’ân’da anlatılır ki, şeytan, “(Öyleyse) beni azdırmana
karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için Senin dosdoğru yolunun
üzerinde elbette oturacağım” dedi. İşte tam da şeytanlar bu eserleri kullanarak
ne yazık ki doğru yola oturup yanlış işler yaptılar. Şeytanlar, doğru yolun üzerine oturdular…
“İstisnalar hariç”… Cemaatler,
tarikatlar ve birçok ilim topluluğunu kullandılar. En basit örneklerden FETÖ, Adnan
Oktar gibi birçok maşa, bu milletin kanını Din ve Risale-i Nur üzerinden emdi. Peki,
neden Risale-i Nur bu kadar çok kullanıldı, kullanılma amacı neydi?
Çünkü Risale-i Nur, insanların
sadece iman etmeleri için bir yoldu. Kime? Allah’a… Neye? Kur’ân’a… İmanın
içeriği inanmak, teslim olmak, onunla var olmak ve onunla yok olmak… İşte şeytanın
yeryüzündeki çocukları, Allah’a iman edilmesini engellemek için iman
hakikatleri konusunda güçlü olan bu eseri kullanıp, kendi lehlerine çevirip onunla
kendi dinî hareketlerine hizmet ettiler. Bu eser asrımızın mânevî anlama
ilâcıydı ve o ilâcı zehre çevirmeye çalıştılar. Bir kısım topluluğa bu zehri
vermeyi başarsalar da Allah’ın Dinine zarar vermeyi başaramadılar.
Başaramazlardı da. Çünkü Allah, Dinini koruma altına almıştı.
Kur’ân tefsiri olduğu bilinen
Risale-i Nur, kimsenin tekeli altına alınmadan yeni nesle (Z kuşağına) ders
olarak okutulmalı diye düşünüyorum. Yeni nesilde en büyük kayıp olan mâneviyat,
bunun gibi eserlerle ayakta kalacaktır. (Allah en doğrusunu bilir.) Bizi
birbirimize tutunduran en önemli bağlardan olan aile, komşu, akraba
bağlarımızın koptuğu bu asırda en büyük ihtiyacımız, imanî bağlarımızdır. Ancak
onlar da çok zayıfladı. İmanî bağlarımızı kuvvetlendirecek bu eserleri hafife
almamamız ve kendi değerlerimize sahip çıkıp onları kâfirlere kaptırmamamız
gerekmektedir. Bu eserleri en iyi CIA destekli FETÖ kullandı ve Müslümanları Müslümanlara
kırdırdı. Ne demek istediğimi gayet iyi anladınız. (Kendi silahımızla kendimizi
vurduk.) Neden o silahın değerini bilemedik? Onu tanımıyor, gücünü bilmiyorduk.
Çünkü okumuyorduk, çünkü okumuyoruz.
Kur’ânî ilk vahiy, “Oku!”… Okumuyoruz.
Allah’ın adıyla hiç okumuyoruz. Bizim kimyamızı okuyan şeytanın çocukları ise
bize karşı güçlü durumdalar. İşte bu yüzden şu an devlet eli ile yeniden
bastırılan Risale-i Nurlar her evde olmalı ve okunmalı. Tıpkı diğer tefsirler
gibi…
Unutmayınız, müreffeh yarınlar,
okuyan toplumlarındır. Hem dünya, hem âhiret saâdeti ise Allah adıyla okuyan
toplumların olacaktır.
Oku! Yoksa yaratılma gayeni
unutur ve hâddini aşarsın! Zulmeder, kan döker, kendini ilâh zannedersin. Oku ve
hâddini, değerini, Rabbini bil ey insan! Hâddini aşarsan hayvandan daha aşağı,
hâddini bilirsen yeryüzünde yaratılmışlardan daha yukarı bir varlık olursun.
Allah adıyla okuyarak hem kendini, hem de insanlığı kurtaran yegâne halife
olursun.
İnsanı, kâinatı, Kur’ân’ı oku!
Yararlanılan kaynaklar: Haber7.com ve tarih-fikir haberleri.