Ben Nur talebesi değilim, hakikati yazdım

Risale-i Nur, insanların sadece iman etmeleri için bir yoldu. Kime? Allah’a… Neye? Kur’ân’a… İmanın içeriği inanmak, teslim olmak, onunla var olmak ve onunla yok olmak… İşte şeytanın yeryüzündeki çocukları, Allah’a iman edilmesini engellemek için iman hakikatleri konusunda güçlü olan bu eseri kullanıp, kendi lehlerine çevirip onunla kendi dinî hareketlerine hizmet ettiler. Bu eser asrımızın mânevî anlama ilâcıydı ve o ilâcı zehre çevirmeye çalıştılar.

YOLCULUĞUNU ölümünden sonra bile sürdürmüş bir yolcu… Peygamberler şehri Urfa’da, Balıklıgöl’ün hemen yanında boş bir mezar... Yolculuğunu ölümünden sonra bile sürdürmüş o yolcunun son durağı bu mezar! Bu yazım, işte o yolcunun yol hikâyesini anlatacak. İnsanlar üzerinde ciddi tesir uyandıran bir fikir adamının hangi açıdan insanları etkilediğini anlamak için uzun bir yolculuğa çıkıyoruz…

Said Nursi

Molla Said, Bitlis Hizan Nurs doğumluydu. Hizan, Nakşibendiliğin nabzının attığı merkezlerdendi. Said Nursi, yedi çocuklu fukara bir Kürt ailesindendi. Hayatı boyunca aralıksız sürecek olan yolculuğu dokuz yaşında başlamış, dokuz yaşından 19 yaşına kadar çeşitli medreseler arasında savrulmuştu. Dik başlı, asabi ve inatçı kişiliği yüzünden, her gittiği yerde yeniden yollara düşmüştü. Medreselerde az olmak üzere eğitim görmüş, Mardin’e geldiğinde artık kemâle erdiğine inanır olmuştu. Fakat şimdi, öğrendiklerini yaşama vakti gelmişti.

Yine o dönemde, Mardin’de tanıştığı 19’uncu yüzyıl önemli İslâm düşünürlerinden Cemaleddin Efgani’nin takipçisi olan bir derviş, ona Hak yolunu gösterdi. Said Nursi’ye bugüne kadar okumadığı şeyleri anlattı.

İslâm dünyası sömürgeciliğin tehdidi altındaydı. Cemaleddin Efgani ise İstanbul’da sömürgeciliğe karşı savaşıyordu. Bir yandan da İslâm’dan hurafelerin tasfiyesi için savaşıyordu. Ona göre Müslümanların geri kalmasının sebebi ayrılığa düşmeleri, kadere boyun eğmeleri İslâm’ı bilmeyip vehimlerle uğraşırken gerçek dini ihmâl etmeleriydi. Ki bu konuda çok haklıydı. Günümüze baktığımızda aynı tabloyu görüyoruz. Vahiy kadar, aklın, fen bilimlerinin ve felsefenin de önemli olduğunu savunuyordu. Biliyordu ki, aslında tüm bunların temelinde Allah’ın bize anlatmak istedikleri yatıyor ve bu durumu Allah bize vesile ile anlatıyordu. Fen, felsefe ve akıl… Vahiyler de aklı olmayanlara gelmedi: “Kurtuluşun çaresi birlikti; geçmişte de, günümüzde de…” Molla Said bunları ilk kez duymuştu. Yıllar sonra fikrî gelişimlerinden birinin Efgani olduğunu belirtecekti.

İslâm dünyasının tehdit altında olduğu o dönemde Ermeni sorunu tırmanmış, Girit karışmış, milliyetçilik salgını yüzünden imparatorluk dağılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı. Hatta Namık Kemal o dönem basılan “Kemal’in Rüyası” öyküsünde kadın kılığındaki Hürriyet’in ağzından çöküş hâlindeki Osmanlı’yı uyarıyordu. Molla Said derin uykusundan Kemal’in Rüyası ile uyandı: “Ey gaflet uykusuna dalanlar! Ey her türlü esirlik düşkünleri! Ey korkuya boyun eğenler! Ey hiçbir şerefsizlikten çekinmeyenler, gözlerinizi mahşer sabahında mı açacaksınız? Boynunuzdaki esirlik zincirini cehennemin sahibine teslim etmek için mi saklıyorsunuz?”

Bu çığlık Mardin’de Molla Said’in zihninde yankılandı. Önemli bir eşik atlamış, siyâsetle tanışmıştı.

Said Nursi’nin kendi beyanlarına bakacak olursak, hayatı, düşünce dünyası ve eserleri birbirinden köklü bir şekilde farklı iki döneme ayrılıyor. Bediüzzaman, bu dönemleri şöyle tanımlıyor: Ömrünün ilk 44 senesini “Eski Said” ve 45 yaşından itibaren geri kalan yaklaşık kırk senesini ise “Yeni Said”... Eski hayatında toplum hayatına aktif bir şekilde katılıp siyâsete giren, gazetelerde ilmî ve siyâsî konularda makaleler yazan, gayet hareketli ve meşhur bir İslâm âlimi… Bu ayrım hem Cumhuriyet devrinde din merkezli olarak olup bitenlere, hem de merhum Bediüzzaman’ın fikir dünyasına ve mücadele biçimine dair birçok şeyi anlatır fakat her şeyi anlatmaz. Bir diğer ifade ile söylersek, anlatmadıkları fark edilmezse anlattıkları da tam olarak anlaşılamayacak demektir. Türkiye’nin dinî coğrafyası, modernleşme-din ilişkileri, inkılaplar, lâiklik ve bunların içinde Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı ve cemaati...

Bediüzzaman’ın karakteri, söyledikleri ve Cumhuriyet öncesi tecrübeleri, yaşama biçimi, İstanbul’un, İttihatçıların, kısmen Ankara’nın ondan beklentileri hesaba katılırsa, siyâsetten uzak duracak bir karaktere, kendisini siyâsetten uzaklaştıracak bir imkâna sahip değildi. Bediüzzaman o zaman, siyâsetten uzak durması ve Kur’ân-iman hakikatlerini yayması, “Nurculuk hareketinin de bütün tarihi boyunca ısrarlı bir şekilde sahip çıktığı Yeni Said söylemi ile büyük bir değişikliğe mi işaret ediyor, yoksa stratejik ve taktik bir geri çekilmeye mi göndermede bulunuyor?” gibi soruların bir şekilde cevaplandırılması lâzım. Bunun için yapılması gerekenler, Yeni Said ve Eski Said döneminin irdelenmesidir.

Eski Said dönemi öğrenmeye, denemeye ve tanımaya yönelik bir harekettir, ancak Yeni Said dönemi tam aksine toplum hayatından çekilen, şöhretten uzak duran, siyâseti ve gazete okumayı terk eden, fakat bu arada yazdığı eserlerle perde arkasından insanların imanlarını kurtarmaya çalışan, ilmi ile küfre karşı mânen cihad eden bir hareket lideri olarak karşımıza çıkar. Öyle ki, Bediüzzaman, “Yeni Said” dönemini şöyle özetler: “Buraya kadar geçen hayatım bir vatanperverlik hâliydi. Siyâset yoluyla dine hizmet hissini taşıyordum. Fakat bu andan itibaren dünyadan tamamen yüz çevirdim ve kendi ıstılahıma göre ‘Eski Said’i gömdüm. Büsbütün âhiret ehli ‘Yeni Said’ olarak dünyadan elimi çektim. Tam bir inziva ile bir zaman İstanbul’un Yuşa tepesine çekildim.”

Nursi’nin iki bölümlü hayat serüvenini etkileyenler

Siyasette İttihatçılar ve Cumhuriyetçiler arasında bir mücadele yaşayıp gördükleri karşısında dehşete düşen Bediüzzaman, bu mücadeleyi fiilî sahadan alıp mânevî sahada yapmaya başladı. Yeni Said döneminde zindanlara atılıp sürgünler yaşayan Bediüzzaman, bu zulümleri kendisine yaşatan Cumhuriyetçilere verdiği destekten dolayı pişmandı. O dönemde toplumun önde gelen isimlerinden birçoğu da aynı hataya düşmüşlerdi. Abdülhamid Han Hazretlerinin tahttan indirilmesinden sonra Mehmed Âkif Ersoy ve Said Nursi, “Ne yaptık?” diye kendilerini sorgulayarak pişmanlıklarını dile getirdiler. Öyle bir pişmanlık ki bu, Sultan İkinci Abdülhamid’in politikalarına karşı çıkan Said Nursi’nin daha sonra pişmanlık duyduğu ve 1959’da Ankara’ya giderek torunu Nemika Sultan’dan helâllik istediği ortaya çıktı. Detayları bilinmeyen bu görüşmeyi Sultan Abdülhamid’in torunu Orhan Osmanoğlu aktardı:

“Tarihçi, eski milletvekillerinden Osman Turancı, benim halamın kocasıydı. Halam Sati Sultan’ın eşiydi. Sati Sultan, Abdülhamid’in torunuydu. Ankara’da ikâmet ediyordu. Said Nursi 1959’da yanına uğruyor. Osman amcaya, ‘Ben Nemika Hanım’la görüşmek istiyorum’ diyor. Osman amca ‘Müsait değil’ deyince, ‘Çok önemli, onunla görüşmeden çıkmam buradan!’ diyor. Bunun üzerine Osman amcam tekrar söylüyor, Nemika halamız aşağı iniyor. Said Nursi, üç defa helâllik istiyor, ‘Ben büyük dedenize haksızlık ettim’ diyor.

Aile içerisinde Said Nursi’nin adı geçince, ‘Ben sevmiyorum, dedeme karşı geldi’ derdi. Osman amca da, ‘Adam üzüldü, helâllik istedi, artık bir şey söyleme ona’ derdi…”

Mehmed Âkif Ersoy da Abdülhamid Han için pişmanlık mektubu yazmıştı: “Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi?/ Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi./ Nasıl da kadrini vaktiyle bilemedik, tuhaf iş;/ Semer değilmiş o rahmetlininki, devletmiş!”

Birinci Said, İkinci Said ve Üçüncü Said dönemleri ile uzun bir yol ve bu yolda sevaplar, hatalar, sürgünler, zindanlarla dolu imtihanlar... Yaşadığı pişmanlıkların devamında, öğrenmiş, yaşamış, kimliği ve kişiliği oturmuş Yeni Said’in aslında tüm dönemleri bir bütünden ibaret ve dönemin şartlarına göre pozisyon belirleyen bir âlim olduğu rahatlıkla söylenebilir. Dönemin şartlarında kendi merkezinde halka hizmet olan ve bu hizmeti siyâsî alanda yapamayacağını anlayan Bediüzzaman, siyâsetten uzaklaşarak mânevî hizmetini Risale-i Nur eserleri ile tamamlamaya çalışmıştır.


Risale-i Nur

Risale-i Nur, aslında bir fikir, bir yorum veya bir hikâye değildir. Risale-i Nur, iman hakikatlerini anlatan bir Kur’ân tefsiridir. Bunu Said Nursi şöyle anlatıyor:

“Risale-i Nur okumak, benimle on defa görüşmekten daha kârlıdır. Zaten benimle görüşmek âhiret, iman ve Kur’ân hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için, dünya hesabına görüşmek mânâsızdır. Âhiret, iman, Kur’ân için ise Risale-i Nur, daha bana ihtiyaç bırakmamış…

Küfrü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur! Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir!”

Günümüzde bu eserlerin gücünü Müslümanlardan daha hızlı keşfeden kâfirler, bu eserler üzerinden plânlar devreye koydular. Bu plânlarla dönüp Din’e ve Müslümanlara zarar vermeye kalktılar. Kitabımız Kur’ân’da anlatılır ki, şeytan, “(Öyleyse) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için Senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım” dedi. İşte tam da şeytanlar bu eserleri kullanarak ne yazık ki doğru yola oturup yanlış işler yaptılar. Şeytanlar, doğru yolun üzerine oturdular… “İstisnalar hariç”… Cemaatler, tarikatlar ve birçok ilim topluluğunu kullandılar. En basit örneklerden FETÖ, Adnan Oktar gibi birçok maşa, bu milletin kanını Din ve Risale-i Nur üzerinden emdi. Peki, neden Risale-i Nur bu kadar çok kullanıldı, kullanılma amacı neydi?

Çünkü Risale-i Nur, insanların sadece iman etmeleri için bir yoldu. Kime? Allah’a… Neye? Kur’ân’a… İmanın içeriği inanmak, teslim olmak, onunla var olmak ve onunla yok olmak… İşte şeytanın yeryüzündeki çocukları, Allah’a iman edilmesini engellemek için iman hakikatleri konusunda güçlü olan bu eseri kullanıp, kendi lehlerine çevirip onunla kendi dinî hareketlerine hizmet ettiler. Bu eser asrımızın mânevî anlama ilâcıydı ve o ilâcı zehre çevirmeye çalıştılar. Bir kısım topluluğa bu zehri vermeyi başarsalar da Allah’ın Dinine zarar vermeyi başaramadılar. Başaramazlardı da. Çünkü Allah, Dinini koruma altına almıştı.

Kur’ân tefsiri olduğu bilinen Risale-i Nur, kimsenin tekeli altına alınmadan yeni nesle (Z kuşağına) ders olarak okutulmalı diye düşünüyorum. Yeni nesilde en büyük kayıp olan mâneviyat, bunun gibi eserlerle ayakta kalacaktır. (Allah en doğrusunu bilir.) Bizi birbirimize tutunduran en önemli bağlardan olan aile, komşu, akraba bağlarımızın koptuğu bu asırda en büyük ihtiyacımız, imanî bağlarımızdır. Ancak onlar da çok zayıfladı. İmanî bağlarımızı kuvvetlendirecek bu eserleri hafife almamamız ve kendi değerlerimize sahip çıkıp onları kâfirlere kaptırmamamız gerekmektedir. Bu eserleri en iyi CIA destekli FETÖ kullandı ve Müslümanları Müslümanlara kırdırdı. Ne demek istediğimi gayet iyi anladınız. (Kendi silahımızla kendimizi vurduk.) Neden o silahın değerini bilemedik? Onu tanımıyor, gücünü bilmiyorduk. Çünkü okumuyorduk, çünkü okumuyoruz.

Kur’ânî ilk vahiy, “Oku!”… Okumuyoruz. Allah’ın adıyla hiç okumuyoruz. Bizim kimyamızı okuyan şeytanın çocukları ise bize karşı güçlü durumdalar. İşte bu yüzden şu an devlet eli ile yeniden bastırılan Risale-i Nurlar her evde olmalı ve okunmalı. Tıpkı diğer tefsirler gibi…

Unutmayınız, müreffeh yarınlar, okuyan toplumlarındır. Hem dünya, hem âhiret saâdeti ise Allah adıyla okuyan toplumların olacaktır.

Oku! Yoksa yaratılma gayeni unutur ve hâddini aşarsın! Zulmeder, kan döker, kendini ilâh zannedersin. Oku ve hâddini, değerini, Rabbini bil ey insan! Hâddini aşarsan hayvandan daha aşağı, hâddini bilirsen yeryüzünde yaratılmışlardan daha yukarı bir varlık olursun. Allah adıyla okuyarak hem kendini, hem de insanlığı kurtaran yegâne halife olursun.

İnsanı, kâinatı, Kur’ân’ı oku!


Yararlanılan kaynaklar: Haber7.com ve tarih-fikir haberleri.