
BİR yara mı
sarılsın, bir çiçek mi derilsin, bir gönle mi girilsin, bilmem... Niye aldım bu
kalemi elime? Bir elden üç beş cümle çıkıp da nerelere gidecek? Varıp kimin
kapısını çalacak?
Derken başlıyor her şey… Bir
yanım eksikken, omzum yükümü taşıyamazken başlıyor her şey. İki gözümün
gördüklerini ellerim yazmak için çırpınınca başlıyor her şey. Deliliğime akıl
çare olamayınca başlıyor her şey…
İçimde bir bütünlük tutkusu,
yarımlığa dayanamayan ellerim yazıyor. İçimde bir temizlik duygusu, kir görünce
duramayan ellerim yazıyor.
Bulutun toprağa borcudur
yağmur, teknenin saca borcudur hamur. Bu da benim boynumun borcu olalı, gönlüm
kâinata salıncak kuralı, ateşin donduğu, buzun yandığı yerdeyim. İnsanım, insan
gibi ne yarda, ne serdeyim. “Bu cümleler de ne?” demeyin, ben gönülden bir
sofra koydum önünüze, ister yiyin, ister yemeyin.
“Ha güldü, ha gülecek yüzüm”
diyorken, “Ha gördü, ha görecek gözüm” diyorken, dünyanın bunca zamandır
döndüğü sebep, yazısız alın olmazmış demek. Takdir edilmeseydi insan ve zaman,
olmamaya razı olurduk. Varız artık; yazımız var, başımız var, sonumuz var. Dertten
âlâ derman bizim, el bizim, ayak bizim; yolculuk var, yollar bizim…
Neden böylesine açık
anlatırken kendini, anlamazdan gelip de geçeriz bu dünyadan? Dünyanın
veremeyeceklerini aramakla geçti ömrüm. Verdiği ibrete göz yummakla geçti
ömrüm. Her doğanla ölmeli, her ölenle doğmalıydım. Sırrını verirken kulağıma,
duymadan geçti ömrüm. Dünyanın görünen güzellikleri yağmalanırken, burada nokta
konuluyor aslında. Daha ilerisine taşımak çabası olmadan dünyayı, burada
kullanıp bitirme yolunu seçiyoruz.
Bir iyilik yapsam -ama
karşılığını dünyada bulamayacağım-... Mesela, mesela ne yapsam? Hayatım boyunca
bana bir kez bile gülmeyecek bir yüze gülsem, alın teriyle kazandığım parayla
bir hediye alsam, verdiğimden bir teşekkür ve tebessüm bile görmesem, herkes
yoluma taş koysa ben yürüsem ve “Sen necisin?” demesem… Bu, imanın elli ayaklı
hali olsa gerek. Ve iman ettiğime herkes iman edecek. Kalbimin kölesi olacak
ayaklarım. Başka bir canı yakıp, ardından canımı yanmaktan nasıl koruyabilirim?
İman, öyle saklanacak, bir
şeylerin içine girip çıkamayacak, kuytularda bekleyecek bir sır değil, bu imkânsız.
O, sabredenlerin sabrına süzülmüş bal, şükredenlerin şükrüne sürülmüş
kaymaktır.
“İyilik yaptım, yaptım da ne
oldu? Herkesten kötülük gördüm” diyene yazıyorum. Dünya denenmek yeri,
alelacele ödül almak yeri değil.
Karıncaların öldüğüne hiç
aldırmazdım eskiden. Sonra anladım ki, yaşadığını hiçe saydığımın ölümü de aynı
değerdeymiş. Ve sonra “Neml” (Karınca) Suresi olduğunu fark ettim. Karıncasına,
sivrisineğine sahip çıkan Allah’tan utandım. Uzak yıldızlardan utandım, gözüme
ışık sunan güneşten utandım. Hakikati göremeyen gözümden utandım. Hakikati
bulmaya meyil olsun yeter, bulmak hedef olsun yeter... Aramak zor gelmez insana;
rıza gözün gördüğü, aklın erdiği her yerde. Rıza dilimin ucunda, gönlümün
içinde. Rıza dağda taşta, parada pulda, aç karında, ağrıyan başta gizli. Rıza
şükürde, rıza sabırda, hem elde, hem âlemde; rıza kendinde gizli.
Belki bir fincan kahve
eşliğinde, belki acı, belki tatlı, ya karmaşık, ya da duru, nereden bilebilirim
ki, belki sorularla dolu bir anına denk gelir satırlarım. Biri okur sessizce,
sonra içinde hiç tanımadığı bir duygu
belirir. Belki bir kahve içimlik muhabbet ortağı, belki bir acıya teselli,
belki bir sevince halaybaşı, belki bir karmaşaya sükûnet, belki bir soruya
cevap...
Hiç bilmiyorum, bu satırlar
hangi kapının eşiğinde duracak? Ben, hiç göremeden, bilemeden, yağmur yaş
demeden yazıyorum. Bir çiçek dermek mi, bir gönle girmek mi? Binlerceyken bire
dönmek, bir taneyken bine bölünmek mi bilmem… Ben, yüzüm gülerken de yazdım,
kalbim ağlarken de… “Sebep ne?” demeden yazdım. Çünkü bu, benim yazgım...