BİRBİRİNİN peşi sıra iki olaya şahit oldum. Biri Bulgaristan Sofya’da,
diğeri Tekirdağ T Tipi Cezaevi’nde.
Sofya'daki salonda Bulgar hükümet temsilcileri, Türkiye Cumhuriyeti
Büyükelçilik yetkilileri, Bulgarlar, Türkler ve her iki taraftan engelliler
var; cezaevinin salonunda ise Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı, Vali, Başsavcı,
genel müdürler, müdürler, komutanlar, aileler, mahkûm ve tutuklular ve de
Beyazay Derneği temsilcileri. Her ikisinin de amaçları aynı. Başrolde engelliler,
mahkûmlar ve tutuklular… Bakanlar, yöneticiler, diplomatlar, sivil toplum
kuruluş temsilcileri ve aileler de olayın şahitleri. Salondakileri o aşamaya
getiren de bir inanç, bir farkındalık. Farkında olunan ve inanılan durum ise “her
insanda iyilik potansiyelinin olduğu”.
Yirmi yıl önce...
1994'ün 2 Eylül’ü... Seçileli daha 5 ay geçmiş, yakında bir
seçim filan da yok. Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, o Cuma günü
Türkiye'nin yerel yönetimlerdeki ilk engelliler birimini açıyor. Birimin, ilk
defa açılmış bir kuruluş olduğu için, taklit edeceği hiçbir model yok, yapısı
esnek. Engelli vatandaşların ihtiyaçlarına göre hizmet ve ekipler şekil
alabiliyor. Temel amacı, engellilerin sahip olduğu potansiyeli açığa çıkarmak
için şartları hazırlamak. Bunun için yeri geliyor yaz kampları organize
ediliyor, yeri geliyor konferanslar veriliyor, futbol yahut satranç turnuvaları
düzenleniyor, yeri geliyor müzik, el sanatları, iletişim becerisi ve ev işleri
kursları veriliyor…
Belediye başkanları aynı çizgiden devam ettikleri için,
bu birim de büyüyerek devam etti. Belki de belediyenin en çok büyüyen birimi
olmuştur. Şu an İstanbul'da 26 merkeze ulaştı. Görme, zihinsel, bedensel,
işitme ve konuşma, süreğen engellilerin hepsi hizmetlerden yararlanabiliyor.
Hizmet alan kişi sayısı 126 bini aştı. Bu hizmetleri tekrar tekrar
alabiliyorlar.
Cezaevine girmek de, çıkmak da zor
Tekirdağ T Tipi Cezaevi'nde, suçu kesinleşmiş olan mahkûmlar
ve suçlu olup olmadığı henüz kesinleşmemiş tutuklular da kalabiliyor. Kalanlar
çeşit çeşit suçlardan ceza almışlar. O suçları sayıp da canınızı sıkmak
istemem. Çok büyük bir cezaevi. Kadın, erkek çok kalan var. İçeri giriş ve
çıkışlar birçok işlemden geçilerek gerçekleşiyor.
Hâsılı, cezaevine girmek de, çıkmak da çok zor. Kalanları
anlayabilmek için giriş çıkışlarda duygularımı tarttım: Sanırım ziyaretçi
olmakla sürekli kalmak arasındaki duygu farkı, birinde istediğin zaman
çıkacağına dair ümidinin olması, diğerinde ise istediğinde çıkamayacağını bilmek.
İstediğin zaman çıkamayacağımı düşününce içime bir daralma geldi. Bulunduğum
salon çok büyük olmasına rağmen, ayağımı veya kolumu sağa sola hafifçe uzatma
ihtiyacı hissettim, sağıma, soluma döndüm. Bireysel olarak bu duygular varken,
toplumsal etiketler bakımından durum belki daha acıydı. Babası cezaevinde yatan
bir öğrencimi hatırlıyorum da o kızımız mahcup mahcup dururdu. Sanki suçu o
işlemişti…
Dokunarak hissedilen resim
Bulgar hükümetinin bakan, bakan yardımcıları, genel
müdürleri, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçilik yetkilileri, Türkiye Beyazay Derneği'nin
şube başkanları, yönetim kurulu üyeleri, temsilcileri gelmişlerdi. İlk önce Bulgar
engelli okullarının stantları gezildi. Çocukların yaptığı el sanatı eserler
incelendi. Oğlum, deniz kabuklarıyla yapılmış bir tavşan resmi satın aldı. Ne
kadar da ilginçti. Dokunarak bile hissedebildiğiniz bir resim.
Güzergâh üstündeki Türk stantları gümbür gümbür bir coşku
içinde. Her şube, kendi yöresinin lezzetlerini, ürünlerini, sanatlarını
sergiliyor. Bir heyecan, bir mutluluk, sormayın gitsin... Yetkililer, stantların
arkasına geçip fotoğraf çektiriyorlar. Tabiî stantların sonu, salonun girişi
oluyor. O kadar coşkudan sonra, kendinizi bir anda salonda buluveriyorsunuz.
Herkes yerleştikten sonra sunucu sahnede yerini alıyor ve İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Zihinsel Engelliler Gösteri Sanatları Topluluğu’nu takdim ediyor.
Aydınlan ve aydınlat
Cezaevinde bulunmamızın nedeni de Sofya'daki amaçla aynı.
Bir iyiliğe, bir insanlık hizmetine şahitlik etmek. Adalet Bakanlığı’mızın izni
ve işbirliğiyle, Beyazay Derneği, cezaevine bir stüdyo ve bir bilgisayar laboratuvarı
kurdu. Burada kalan mahkûm veya tutuklular, isterlerse gönüllü olarak körler
için kitap okuyacak veya tarayıcıyla bilgisayara kitap tarayıp yükleyeceklerdi.
O kadar istekli çıktı ki stüdyo ve laboratuvarda tüm saatler doldu. Yüzlerce
kitap tarandı veya okundu. Projenin adı “Aydınlan/Aydınlat” da olduğu gibi, hem
aydınlanma, hem de aydınlatma çalışmaları hızla devam etti.
Her şeye rağmen iyilik
O gün salonda, proje kapsamında hizmet verenlere birer
teşekkür belgesi verilecekti. Sadece hizmeti verenlere mi? Hayır, birer de
dışarıdaki yakınlarına belge verildi. Tabiî ki anlıyorum, teşekkür belgesi alan
bu insanlar, hayatlarında birer yanlış yapmışlardı. Mahkeme kararlarının mutlak
doğru olduğunu varsayarak bunu söylüyorum. Yanlışları bir gerçekti.
Yanlışlarının gerçekliği kadar yanlışlarının cezasını çekmekte oldukları da bir
gerçekti. Ama onlar kadar bir gerçek daha vardı: O da şu anda tanımadıkları,
bilmedikleri insanlar için bir iyilik yapmakta olduklarıydı.
Okunan veya taranan kitaplar, belki bir lise
öğrencisinin, belki de bir üniversite öğrencisinin eğitiminde işe yarayacak, o
insanın hayatını kurtaracaktı. Belki okunan o kitaplar sayesinde insanlar daha
az yanlış yapacak, belki kalp kırmamayı öğreneceklerdi.
Evet, bu insanların iyi olmasına, iyilik yapmasına demir
parmaklıklar engel olamamıştı. Dışarıdaki insanların, bir kişiyi tamamen iyi
veya tamamen kötü gören toptancı bakışlarıı da iyilikleri engelleyememişti. Ne
hayret verici bir manzaraydı ya Rab! Biz iyilik edenlere minnettar ve
müteşekkirdik, iyilik edenler de iyilik talep edenlerin ellerine sarılıyorlardı.
Meğer yeri gelmiş, iyilik etmek, kötülük etmekten daha zor hale gelmiş. Ama
durum ne olursa olsun, insanlığa hizmet etmek için hiçbir ön şartın olmadığı
ortadaydı.
İçeri giremeyen savaş
Sofya'daki salonda, sunucunun takdimiyle insanlığa hizmet
etmenin ön şartsız olduğuna şahitlik etmeye başlamıştı…
İstanbul'dan gelen zihinsel engellilerin şovu başladı.
Salonda heyecan yükseliyor, neşe artıyor, coşku zirve yapıyor. Tezahüratların
dili Türkçe ve Bulgarca, ana birbirine karışmış. Geçmişte her iki toplumu
birbiriyle savaştırmak için yapılan çalışmaların hepsi salonun duvarına çarpmış
ve içeri bile girememiş.
Halk müzikleri, oyun havaları gırla gidiyor. Ritim
çalanlar, söyleyenler engelli arkadaşlarımız. Ritim çalanlardan biri, çaldığı
enstrümanla başlıyor oynamaya. Üst düzey katılımcılar, kendilerini salonun
atmosferine kaptırmışlar da eğleniyorlar. Salonu coşturan, birleştiren, aradaki
farkları zenginliğe dönüştüren engellileri düşündüm bir an… Biliyorum ki pek
çok insan, böyle engelli bir evladının olmasını istemez. Belki doğum öncesi yavrusunun engelli
olduğunu öğrense, kürtajla ölümüne bile razı olur. Toplumsal konumlarını hiç
konuşmuyorum bile. İşte bu gençler, insanlık barışına katkıda bulunuyor, her
iki toplumun birbirini sevmeleri için hizmet veriyorlar.
Her iki tecrübe, benim gönül zenginliğimi arttırdı,
insanlarla ilgili havsalamı geliştirdi, birkaç önyargımı daha tuzla buz etti.
Dünya, insanlık, barış, toplumlar arası diyalog falan dendiğinde zannederdim ki
büyük siyasetçi, büyük işadamı, dini önder, mega star falan olmak lazım. Meğer
bunların hepsi hikâyeymiş. Para, pul, binalar, fabrikalar, gemiler, uçaklar
filan insanlığa hizmet için yeterli değilmiş. Hatta bunların çoğu insanlığın
aleyhine daha çok kullanılabiliyor. O semada uçan uçakların çoğu, düşmanlık
hissiyle dolu insanları taşıyor, insanların üstüne bomba atabiliyor.
Anlıyorum ki o zenginlik, imkân ve o teknolojinin
insanlığa hizmet etmesi için, aslında temel şart, iyilik için çarpan yürekleri
olan insanların elinde olması gerekiyor. Sizi o diyarlara götürenler, uçaklar,
gemiler, otomobiller, otobüsler değil. Asıl götürenler yürekleriniz. O yürek
olduktan sonra, ister zihinsel engelli olun, ister parmaklıklar arkasında kalın,
isterseniz en yüksek makamlarda fark etmez. Hâsılıkelâm, iyi olmaya hiçbir şey
engel olamaz.