“‘BEN, Ayasofya!’ derken, kibirden uzağım! Niyetim,
yeniden cami olmanın verdiği gururla kendimi anlatmak ve anlaşılmak...
Her yeni güne, kubbem
altında hayatımdan gelip geçenleri düşleyerek hazırlanırım. Hükümdarlar gördüm.
İhtişâmım karşısında etkilenen insanlar gördüm. Çökmelere, depremlere,
yangınlara ve savaşlara göğüs gerdim. Asil duruşumdan hiçbir şey kaybetmeden,
537 yılından beridir ayaktayım ve misafirlerimi bekliyorum.
Benim
misafirlerime ikrâmım, içimdeki tarih yolculuğu ve huzur…”
Ayasofya’ya
dair…
Ayasofya!
Sen fethin sembolü, Fatih Sultan Mehmed’in emanetisin… Hikâyenin başlangıcı
dördüncü yüzyıl… İskoçya’dan Kızıldeniz’e, Fas’tan Dicle ırmağına kadar uzanan
bir imparatorluk ile başlayan süreç… Dünya mimarlık tarihinin en büyük
anıtlarından… Doğu Roma İmparatorluğu’nun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük
kilise… İşte o, Ayasofya’nın ta kendisi!
Aynı
yerde üç kez hayat buldu. İlk olarak Birinci Konstantios tarafından 360 yılında
inşâ edildiği vakit, adı “Megale Ekklesia” (Büyük Kilise) oldu. Lâtin mimarisi tarzında,
bir sütunlu ve ahşap çatılı olarak inşâ edildi. Ön tarafında bir de atrium yer
almaktaydı. 404 yılında Konstantinopolis patriğinin İmparator Arcadius’un eşi
ile çatışması nedeniyle sürgüne gönderilmesinin ardından çıkan isyan sırasında
yangına maruz kaldı, tahrip edildi.
İkinci
kez, 415 yılında İkinci Theodosis’in emriyle “Rufinos” adlı mimarın eliyle
yeniden hayat buldu. Özellikleri hemen hemen ilki ile aynıydı. Fakat bu sefer de
532’de çıkan Nika Ayaklanması Ayasofya’yı yaktı, yıktı. Ayaklanma, 532 yılında
Konstantinopolis’te meydana gelen, şehrin görmüş olduğu en şiddetli eylemdi.
Şehrin yarısı yanmış ve zarar görmüştü. On binlerce insan hayatını kaybetmişti.
Geriye kalan hatıralardan en önemlisi, batı tarafındaki açık hava müzesinde
bulunan ve 12 havariyi temsil eden kuzu kabartmaları...
Ayasofya,
üçüncü kez hayat bulmak üzere yola koyuldu. İmparator Birinci Justiniaus,
ayaklanmadan birkaç gün sonra, öncekilerden daha büyük ve ihtişamlı olarak inşâ
edilmesi yönünde karar verdi ve 532 yılının Şubat ayında çalışmalar başladı.
Bu
seferki mimarlar, fizikçi İsidoros ve matematikçi Anthemius. Plâna yönelik çeşitli
efsaneler mevcût. Bunlardan biri şöyle: Bir gece İsidoros taslak çalışması
yaparken uyuyakalır. Sabah uyandığı vakit Ayasofya’nın hazır hâldeki plânını
önünde bulur. O güne kadar hazırlanan plânların hiçbirini beğenmemiş olan İmparator,
bu plânı çok beğenir. Buna göre yapılması emrini verir. Bin usta, on bin işçi
ile inşaat beş yılda tamamlanır.
Yaklaşık
7 bin 500 metrekarelik iç alana sahip Ayasofya’nın iki katlı yapısında kendine
yer bulan her bir taş, bir hikâye barındırır. 70 ton ağırlığında 107 adet
sütunun çoğu, binadan daha eskidir. Bunun nedeni, bu sütunların Efes’teki
Artemis, Mısır’daki Güneş ve Lübnan’daki Baalbek tapınakları başta olmak üzere
birçok tapınaktan getirilmiş olmasıdır. O yıllardaki şartlar itibarıyla bu
sütunların İstanbul’a nasıl taşındığı konusu ise hakikaten merak etmeye değer.
İç
kısımda Ayasofya’nın iç dünyasına yumuşaklık katmak üzere duvarlarda damarlı
mermerlerin kullanılmasının yanı sıra, Mısır’dan getirilen kırmızımsı bir taş
olarak porfir, Yunanistan’dan yeşil porfir ve Suriye’den de sarı taş
kullanılmıştır. Ayrıca beyaz mermerler Marmara adasından, kara taşlar da
İstanbul’dan temin edilmiştir.
Depremlere
karşı önlem olarak inşaat sırasında Ayasofya’nın altına su sarnıçları yerleştirilmesine
rağmen, depremlerden bir hayli yara almıştır. Statik yetersizlik nedeniyle 21
yıl sonra, 558 depreminde ana kubbe tamamen çöker. Bu duruma bir hayli üzülen,
hattâ efsaneye göre üzüntüsünden tâcını bir ay boyunca takmayan İmparator
Justiniaus, fizikçi İsidoros’un yeğeni genç İsidorus’u restorasyon çalışmaları
için görevlendirir.
Genç
mimar daha hafif malzemeler kullanarak ve kırk kaburga ve kırk pencere ile
desteklediği kubbeyi yaklaşık 7 metre yükseltir. Onarımdan yaklaşık 4 buçuk yıl sonra, 562
yılında yeniden kapılarını açar yapı.
Kendi
dindaşlarından zarar gören eser
Ayasofya,
başına gelen onca felâket yetmezmiş gibi, hiç hak etmediği bir haksızlığa maruz
kaldı, Dördüncü Haçlı Seferi sırasında Venedikli bir grup tarafından yağmalandı.
Birçok kutsal emanetin yanında altın ve gümüşten yapılan değerli eşyalar
çalındı.
İki
imparatorluğa ev sahipliği etmiş olması nedeniyle, her bir köşesinde tarihe
tanıklığın göstergesi olarak, imparatorların öyküsü ve unutulmak istemeyen medeniyetlerin
arkalarında bıraktığı izlerin tabloları duvarlarında asılı durur. Mozaikleri;
altın, gümüş ve renkli cam parçalarından; özellikle “yakarma” anlamına gelen “Deesis”,
Bizans mozaik sanatının şaheserlerinden...
Ayasofya’da
“Ya Fettah” yazılı maden dökümlü kapı tokmakları, fethin sembolü niteliğindedir.
Yine Üçüncü Murad döneminde getirilen mermer küplerden kandillerde ve bayram
namazlarında şerbet dağıtılırmış.
İmparatorların
taç giyme ve vaftiz törenlerine, sultanların okudukları hutbelere tanıklık eden
Ayasofya, altıncı yüzyıldan İstanbul’un Fethi’ne kadar “Hagia Sophia” (Kutsal
Bilgelik) olarak dillerde yer bulur.
Osmanlı
ve Ayasofya
1453
yılında İstanbul’un Fethi ile Ayasofya için Osmanlı dönemi başladı. İlk olarak
ayakta kalmasını sağlayacak tedbirler alındı. Mimar Sinan tarafından etrafına
dev payandalar (destek) eklendi. Bunlar sayesinde yıkılmaktan kurtuldu.
Müslümanların
ibadet edecekleri bir yer olarak tasarlanma çalışmalarında ilk olarak bir
minare eklendi ve minarelerin eklenme ve yenilenme süreci, Ayasofya’ya en çok
ilgi gösteren padişahlardan Sultan İkinci Selim ve Üçüncü Murad zamanında Mimar
Sinan tarafından devam ettirildi. Bu nedenle farklı zamanlarda yapılan dört
minare birbirinden farklıdır.
Sultan
Abdülmecid döneminde ise, İsviçreli Gaspare ve Guiseppe Fossati Kardeşler
tarafından kapsamlı onarım ve tadilat geçirir. Günümüze ulaşan hünkâr mahfilinin
Fossati Kardeşler tarafından yapıldığı da bilinenler arasında. Dahası, bu geniş
kapsamlı onarımdan sonra, Ayasofya için tamir madalyası bastırılır.
16
ve 17’nci yüzyıllarda Ayasofya’nın içine birçok anlamda eklemeler yapılmakla
birlikte, dış kısmına medrese, sıbyan mektebi, muvakkithane, şadırvan, sebiller,
güneş saatleri gibi yapılarla Ayasofya, bir külliyeye dönüşür.
Ortodoks
dünyasının merkezi olarak 916 yıl boyunca Hıristiyanların ibadet yeri olan Ayasofya
için, fetih sonrası artık 482 yıl sürecek cami dönemi başlamıştır. Bu saatten
sonra ihtişamlı kubbesiyle evrenin sınırlarını zorlarcasına dünyaya seslenen
İstanbul Fethi’nin sembolü olarak Ayasofya, artık Osmanlı’nın Cami-i
Kebir’idir.
Ayasofya’nın
bakım ve onarımı uzun yıllar boyunca Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulan bir
vakıf tarafından sağlanır. Çeşitli kaynaklardan elde edilen 14 bin altın gelir,
Ayasofya Vakfı’na tahsis edilir.
Fatih
Sultan Mehmed’in fetihten sonra ilk Cuma namazını Ayasofya’da kıldığı bilinir. Cuma
namazından sonra Fatih’in karşısında Kâbe’yi gördüğü ve Hızır’ın (as) sütuna
parmağını sokarak yönünü kıbleye doğru çevirdiği rivâyetler arasındadır.
Ayasofya’nın
Müslümanlar için önemi büyük ve günümüze kadar gelmesinde büyük role sahip
Fatih Sultan Mehmed’in yaptıkları ve söyledikleri ile Ayasofya’nın değeri
katlanarak artmıştır.
Dünyanın
en uzun süre ibadet edilen mekânı olarak
bin 500 yıl tüm insanlığa kapılarını açan Ayasofya’da iki din, dört
farklı minare, iç içe geçmiş iki kültür ve birbirinin mîrasçısı iki medeniyet
ile tüm dünyaya seslenen Ayasofya için Necip Fazıl, “Ne taş, ne çizgi, ne renk,
ne hacim, ne de bunların madde senfonisi; sadece mâna, yalnız mânâ” der.
Ayasofya,
ziyaretçilerinin sadece gökyüzüne asılıymış gibi duran kubbesiyle ya da bir
mimarî yapı bakımından sırf gözlere hitap ederek etkilemez, seslenircesine
kalplere ve dokunur gibi hislere tercüman olur.
***
“Doğu ve Batı
dünyalarının kavşak noktası, cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi
Ayasofya’yım ben! Tarihimin sessizce beni terk etmesine müsaade etmedim,
etmeyeceğim.
Kapım herkese açıktır. Yeter ki niyetiniz
iyi olsun!”
***
Ayasofya aziz hatıradır, ata yadigârıdır. Bize düşen, emanete sahip çıkmak Büyük Türkiye’m!