Belki de zaman yok

Anlıyorum ki, değerler için zaman kavramı yok. İletişim için zaman kavramı yok. Körler ve sağırları bile anlaştıran o kültürü tekrar güncelleyelim lütfen. Kimini sakat, kimini kör, kimini sağır, kimini başörtülü, kimini Kürt-Türk-Laz (vesaire), kimini fakir, kimini okumamış, kimini göçmen, kimini dindar, kimini dinsiz diye bir kenara fırlatıp atarsan geriye kim kalır?

BUGÜNLERDE öyle hâllerle karşılaşıyorum ki adeta tüm zamanları aynı anda yaşıyorum. Hâlbuki zaman, işlerimizi yapabilmek, bilgileri aktarabilmek için İngilizcede “sequence” denilen “sıralı/sıralama” gibi bir fonksiyon icra ediyor. Ancak yeri geliyor, insanın gerçeğe ulaşması için bir perde rolü oynuyor. Bir bakıyorsunuz ki, yaşananlar ve karşılaşılanlar bakımından sıralı bir durum yok. Adeta her şey aynı anda olup bitiyor. Âşık Veysel’in hikâyesi ile benim “Maceraya Engel Yok” belgeselinde yaşadıklarım böyle bir şeydi.

Macera seviyesini daha da yükseltmek için kadın-erkek, genç-yetişkin, kör-sağır gibi kimine göre zıt, kimine göre tamamlayıcı özellikleri olan şehirli iki kişiyi bir ekip yapıp sonra da dağlık, ormanlık, köylük yerlerde neler yaşadıklarımızı çektiler. Seyircide nasıl bir etki yapar, bilmiyorum. Kendim için büyük bir farkındalık olduğunu söylemem lâzım. Şu hâdiseyle benim yaşadığım çekim arasında sizce bir zaman farkı var mı, bir görelim:

Sene 1889… Sultan İkinci Abdulhamid Han dönemi… Batı kurumları hızla ülkeye gelirken Kadırga Ticaret Mektebinde bir de sağırlar okulu açılır. Çok geçmeden aynı okulun bünyesine körler de alınır. Öğrenciler evden okula, okuldan eve gidip gelirken bir kör, bir sağırla eşleştirilir; tıpkı bizim macerada eşleştirildiğimiz gibi. Bu durum okul kapanıncaya kadar devam eder. Okuduğum hiçbir kaynakta kör birinin sağır biriyle problem yaşadığıyla ilgili bir bilgi veya nota rastlamadım. Hatta Cumhuriyet döneminde tüm engelli okulları kapatıldığında bir tek İzmir’de, Yahudi sağır terzi Albert’in başlattığı okulda körler ve sağırlar, üstüne üstlük zihinsel engelliler de eklenerek aynı ortamda eğitime alınmış. Biri kör ve biri sağır olan iki çocuğu güzel güzel anlaştıran, kavga ettirmeyen o kültür nasıl bir kültürdü acaba?

Âşık Veysel bu okulun açılışından 5 sene sonra doğmuştur. Yine bu okulun açılışının üzerinden 15 sene geçmeden doğan kör Udî Hrant ve çift koltuk değneği kullanan Kemalettin Tuğcu da o kültürün yetiştirdiği iki değerli ve başarılı insan. Üstelik nelere rağmen? Yunanistan’la bir savaşımız söz konusu… Trablusgarp, Balkan Savaşları ve ardından Birinci Dünya Savaşı… Sonra hemen topyekûn, milletçe içinde yer aldığımız Kurtuluş Savaşı... O şartlarda bu millet bu insanları nasıl meydana getirebiliyordu acaba? Üçü de hiçbir okula gitmiyor. Udî Hrant Türk sanat müziğini dünyaya taşıyor. Kemalettin Tuğcu’nun “en çok kitap yazan yazar” rekoru hâlâ kırılamadı. Âşık Veysel ise malûm; UNESCO, 2023 yılını “Âşık Veysel Yılı” ilân etti. Yine Türkiye de bu yılı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dilinden düşürmediği “Uzun ince bir yoldayım” sözlerinin sahibine atıfla “Âşık Veysel Yılı” olarak ilân etti. Dünya çapında ve üstelik engelli olan insanları yetiştiren bir kültür… Bu kültür değiştiğinden beri böyle insanlar yetiştiremez olmuştuk ama artık değişim başladı.

Özelliği her ne olursa olsun, insanı merkeze koyduktan, onu “eşref-i mahlûkat” kabul ettikten sonra tekrar yükselişe geçiveriyorsun. Son yıllarda engelli olimpiyat şampiyonlarımız çıkmaya başladı. Takımlarımız dünya şampiyonu olmaya başladılar. 48 engelli hâlen üniversitelerimizde doktora yapıyor. 52 bin engelli vatandaşımız da üniversite öğrencisi. 70 bine yakın engelli, Devlet adına milletimize hizmet veriyor. Bunun için öyle asırlar falan geçmedi. 20 senede oldu bitti tüm bunlar…

Ve perde açılır… Onlarca yıl sonra Dilsiz ve Âmâ Mektebinin öğrencileri gibi bir kör ve bir sağır iki kişi yol arkadaşıdır. Anlıyorum ki, değerler için zaman kavramı yok. İletişim için zaman kavramı yok. Körler ve sağırları bile anlaştıran o kültürü tekrar güncelleyelim lütfen. Kimini sakat, kimini kör, kimini sağır, kimini başörtülü, kimini Kürt-Türk-Laz (vesaire), kimini fakir, kimini okumamış, kimini göçmen, kimini dindar, kimini dinsiz diye bir kenara fırlatıp atarsan geriye kim kalır? Sonra kendi başına oturur durursun.

Tüm zamanlarda insanlar farklıydı ve bu farklılıkları nasıl yöneteceklerini insanlık çok da güzel çözdü. Dostluk her zaman dostluktur ve ikâmesi yoktur. Arkadaşlık öyle; merhamet, iyilik, doğruluk, dürüstlük, dayanışma öyle… Başlığımızdaki “belki de” ifadesini müsaadenizle kaldırıyor ve diyoruz ki, “Değerlerde Zaman Yok” diyoruz. İnsanın merkezde olduğu bu süreci kesintisiz devam ettirir ve zamana meydan okursak, problemlere de ciddî ciddî meydan okumuş oluruz. Bizler değerli oluşumuzu hissettiren bir çevreden, bir kuruluştan, bir devletten başka ne isteyebilir veya ne umabiliriz ki?