Belhî’nin insan psikolojisine yaklaşımı ve psiko-biyografisi

Belhî, beden sağlığına dair yeterince kitap yazıldığı hâlde, kendi yazdığı bu esere gelinceye kadar ruh sağlığı ile ilgili kayda değer bir eser bulunmadığından söz eder. Kendisi eserin bu alanda hem ilk, hem orijinal olduğunu iddia eder. Belhî’ye göre hastalığa yol açan maddî sebeplerle ruhî sebepleri bir arada ele almanın büyük faydası vardır. Bu fikriyle Belhî’nin bugünkü ifadeyle “psikosomatik hastalıklar” kavramına büyük ölçüde yaklaştığını söylemek mümkündür.

HENÜZ genç bir delikanlıdır. Yüreğine ilim aşkı düşmüştür ve onu bir türlü rahat bırakmaz. Hayâller kurar, gurbete çıkmak ister, ilim öğrenmek için seyahatler yapmayı plânlar. Dönemin ilim merkezlerinden biri olan Irak’a gitmeye, oranın bilginlerinden ilim öğrenmeye karar verir. Fakat tek başına nasıl gidecek? Aklına bir fikir gelir. Hacca giden bir kafilenin peşine takılıp gidebileceğini düşünür. Bir gün Belh’ten hac için yola çıkan bir kafileye genç adam da katılır ve Irak’a gider. Orada sekiz yıl ilim öğrenir. Yöredeki âlimlerin meclislerini dolaşır. Hepsinden azamî ölçüde faydalanmaya çalışır “Ebu Zeyd el-Belhî”. 

Ebû Zeyd el-Belhî[i], 850 yılında, bugün Afganistan’ın kuzeyinde bulunan ve İslâm düşüncetTarihinde önemli bir yere sahip olan Belh şehrinin yakınındaki Şâmistiyân köyünde dünyaya gelir. İlk eğitimini babasından alır. Sonra hayâlini gerçekleştirir ve Irak’a gider. Irak’ta Kindî’nin öğrencisi olur. Felsefeyi Kindî’den öğrenir. Bu süreçte din ve tıp ile ilgili araştırmalar yapar. Ayrıca fizik, astronomi, matematik, tarih, coğrafya, tıp, ahlâk ve psikoloji alanlarında da kendini yetiştirir. Bir ara astrolojiye yönelir. Fakat tabiat bilimleri ve matematikte derinleştikçe astrolojinin gerçekliğine olan inancı iyice zayıflar ve kaybolur. Bir ara edebiyata da merak sarar. Bu alandaki başarılarıyla da edebî bir şahıs olarak ünlenir. 

Belhî’nin adı sık sık ünlü Mu’tezile bilgini ve edîbi Câhiz’in adıyla birlikte anılır. Çünkü gözlerinin patlak (câhizü’l-ayn) oluşu ile ilim ve edebiyatta iyi bir seviyede bulunması, bu sıfatla anılmasına neden olur. Ayrıca Belhî’ye Bağdat’ta kaldığı yıllar içinde “Horasan’ın Câhiz’i” diye lakap bile takılmıştır.

Sekiz yıl sonra Belhî, çok sevdiği memleketine geri döner ve uzmanlaştığı ilim dallarında dersler vererek doğup büyüdüğü memleketini aydınlatmaya başlar. Ünü bölgeye günden güne yayılır. Sâmânî Emîri Nasr b. Ahmed’in (914-943) iktidara gelişiyle birlikte, devlet adamlarıyla yakın ilişkiler kurmaya başlar. Ancak bu ilişkiler pek hayır getirmez Belhî’ye. Sebebi şudur: Belhî, memleketten ayrılırken koyu bir İmâmiyye[ii] mezhebi mensubu iken, fikirleri değişmiş, Sünnî bir bakış açısıyla evine dönmüştür. Belhî’nin Sünnî bakış açısıyla yazdığı bazı eserler, devlet kademelerindeki aşırı görüşlere mensup çevrelerle ters düşmesine sebep olur.

Bu arada Belh şehri Emir Ahmed b. Sehl b. Hâşim el-Mervezî’nin (918-919) eline geçer ve yönetim değişir. Bu yeni iktidar Belhî’ye vezirlik teklifinde bulunur. Fakat Belhî bunu reddeder ve yalnızca kısa bir süre için sekreter olarak çalışır. Bu dönemde Arap-Fars rekabeti hararetli tartışmalarla gündeme damgasını varur. Emîr, Arapçılık taassubuyla kendini gösterir. Belhî, çevresindeki bu tartışmaları yatıştırmada önemli bir rol oynar. Hem Arapçılık, hem de Farsçılık yapanları sükûnete dâvet eder. Irkların veya sahâbelerin birbirine mutlak anlamda üstün tutulmaması gerektiği fikrini telkin ederek, gerçekte siyâsî içerikli bu tartışmaları yatıştırmaya gayret eder.

Bir süre sonra Emîr Ahmed b. Sehl iktidarı kaybeder. Zeyd el-Belhî, şehirden ayrılarak doğduğu köye gider ve satın aldığı bir çiftlikte ilmî faaliyetle meşgûl olur. Bir ara Sâmânî Emîri, Buhara’da vezirlik teklifinde bulunur. Teklifi kabul eden Belhî yola çıkar, fakat yolda bu fikrinden vazgeçerek köyüne geri döner. Artık köyden başka yere gitmez ve orada vefat eder (934).[iii] 

Belhî’nin psikolojiye bakışı

Belhî’nin “Mesâlikü’l-Ebdân ve’l-Enfüs” adlı eseri tıp, ahlâk ve psikoloji konusundaki düşüncelerini ortaya koyduğu bir eserdir. Bu eser, iki ana kısımdan oluştuğu için “el-Makaleteyn” olarak da anılır.

Belhî, beden sağlığına dair yeterince kitap yazıldığı hâlde, kendi yazdığı bu esere gelinceye kadar ruh sağlığı ile ilgili kayda değer bir eser bulunmadığından söz eder.[iv] Kendisi eserin bu alanda hem ilk, hem orijinal olduğunu iddia eder. Belhî’ye göre hastalığa yol açan maddî sebeplerle ruhî sebepleri bir arada ele almanın büyük faydası vardır. Bu fikriyle Belhî’nin bugünkü ifadeyle “psikosomatik hastalıklar” kavramına büyük ölçüde yaklaştığını söylemek mümkündür.

Ayrıca iklim, tabiî çevre, fizyolojik yapı gibi faktörlerin yanı sıra yeme, içme, cinsî münasebet ve uyku gibi gündelik hayatı ilgilendiren hususlardaki rejimlerin beden ve ruh sağlığı üzerindeki etkilerini uzun uzun inceleyen Belhî, müziğin bedenî ve ruhî hastalıkların tedavisindeki önemine de işaret etmiştir.

Kontrolsüz öfke, yersiz korkular ve derin endişeler şeklinde beliren psikolojik baskıların davranış bozukluklarına yol açması ve neticede bir yandan nevrotik hastalıkların, diğer yandan da ahlâkî çöküntülerin insan ruhunda yerleşmesi sonucunu doğuracağından, Belhî, yaklaşımında “rûhânî tıp” terimiyle hem bir ölçüde psikoterapiye, hem de ahlâk ilmine işaret edecek şekilde tıp, ahlâk ve psikoloji sahalarını birleştirir.[v]

Belhî’nin bu eserini iki ana kısma ayırdığını yukarda belirtmiştik. Kitabın ikinci kısmında psikoloji ile ilgili konular şu başlıklar altında incelenmiştir: Ruh Maslahatlarının Düzenlenmesine Olan İhtiyaç; Ruh Sağlığının Korunması; Kaybedildiğinde Ruh Sağlığını Tekrar Kazanma Yolu; Ruhsal Rahatsızlıklar ve Bunların Sayımı; Öfkenin Kontrol Edilmesi ve Uzaklaştırılması; Korku ve Paniğin Teskin Edilmesi; Üzüntü ve Hüznün Uzaklaştırılması; İç Konuşmalar ve Vesveselerden Kurtulmak İçin Çâreler…

Belhî, rûhî hastalıkların bedenî hastalıklara nazaran daha önemli olduğunu, çünkü herkesin her an karşı karşıya bulunduğu birtakım rûhî etkilenmelerin kaçınılmaz olduğunu ifade eder.[vi] 

Belhî’ye göre insan, ruh ve bedenden oluşmaktadır. Dolayısıyla hem bedenin, hem de ruhun hastalık ve sağlığından bahsedilir. Bedenin sağlığını bozan humma, baş ağrısı, bedenin organlarında meydana gelen çeşitli rahatsızlıklar olduğu gibi, ruh sağlığını da bozan öfke, gam, korku, üzüntü gibi durumlar vardır. Ruhsal rahatsızlıklar insanın başına bedensel rahatsızlıklardan daha sık gelebilir. Ancak bunlardan etkilenme derecesi kişiden kişiye değişir. Her insan yaratılışındaki zayıf ve kuvvetlilik durumu ve mîzâcına göre etkilenir. İnsanlar farklıdır; kimileri çabucak öfkelenir, kimleri ise yavaş; kimileri aşırı derecede korkar, kimileri ise soğukkanlıdır. Ancak bu durumdan zayıf veya güçlü herkes az veya çok nasibini alır.[vii]

Yine Belhî, insan hayatının devamının ruh ve bedenin bir arada olmasına bağlı olduğunu, aksi hâlde insan bekâsının düşünülemeyeceğini ifade eder. Dolayısıyla ruh ve bedende meydana gelen rahatsızlıkların birbirini etkilediğini söyler. Nasıl ki beden hastalanıp acı çektiğinde ruha eziyet veren şeyleri ortadan kaldıracak gücü kendinde bulamazsa, ruhtaki rahatsızlık da insanın bedenî lezzetlerden zevk almasını engeller ve insanın hayatı zehrolur. Hattâ bazen rûhî hastalıklar bedenî hastalıklara bile dönüşebilir.[viii]

Belhî, insan ruhunun sağlıklı hâlini, onun güçlerinin sakin olması ve alevlenmemesi şeklinde tarif eder. Dolayısıyla Belhî’ye göre ruh sağlığını korumak isteyenler, rûhî güçlerin sakin hâlini muhafaza etmeye ve onlardan birini alevlendirmemeye çalışmalıdır. Ruh sağlığını korumak için Belhî iki ilke ortaya koyar.

Ruh sağlığında iki ilke

Birincisi, dıştan gelen etkenlerden korunmak… Yani insanın, gördüğünde veya duyduğunda öfke, gam, üzüntü ve korku gibi rûhî güçlerini harekete geçirip endişelendirecek şeylerden uzak durmasıdır. Belhî şöyle devam eder: “İnsan, ruhu sakin olduğu zamanlarda kalbine şunu anlatmalıdır: Dünyada hiç kimse arzu ve isteklerine herhangi bir sıkıntı ve zorlukla karşılaşmadan ulaşamıyor. Dünyanın gidişatının böyle olduğunu aklîleştirmeli ve buna ikna olmalıdır. Sonra dünyanın gidişatına ters bir şey istememelidir. İstediği gibi gerçekleşmeyen olaylardan göz yumması mümkün olanları görmezlikten gelmeli, her duyduğu ve gördüğü küçük şeye kızmaya ve memnuniyetsizliğe yönelmemelidir. Kişi küçük problemlere tahammül etmeye ve sakin bir şekilde karşılamaya alışmalı, buna alışırsa âniden ortaya çıkan daha büyük ve daha önemli sıkıntılara daha kolay tahammül edebilir.”[ix] 

İkincisi, içten gelen etkenlerden korunmak… Yani öfke, gam, üzüntü ve korku gibi sonuçlar doğuracak şeyler hakkında düşünmemek… Bunun için kişi, ruhunun yapısını ve başına gelebilecek acılara tahammül gücünü bilmelidir. Her insanın kalbinin zayıflık ve güçlülük, gönlünün genişlik ve darlık derecesi vardır ve bu herkeste bir değildir. Bazı kişiler vardır ki, büyük olay ve zorluklara karşı dayanıklı olunca, başına bir şey gelse gücünü zayıflatmaz. Bazı kişiler de vardır ki, başına ânî bir felâket geldiğinde direnç gösteremez, hemen teslim olur. Bu problem onu dehşete düşürür ve problemlerden kurtulmak için bir çıkış yolu arayamayacak duruma getirir. Hattâ onu bedeninde bir arıza oluşacak durma bile sokabilir. Eğer kişi kendi tabiatını, dayanma gücünü ve başına gelen işleri tek başına hâlledebilme gücünü bilirse, hayattaki isteklerini ve hedeflerindeki düzenlemeleri ona göre yapar. Hedef ve isteklerinde ruhsal bünye ve yapısını zayıf görürse, ruhu güçlü, gönlü geniş ve tabiatı sağlam olan kişilerin yapacağı işlerden uzak durur. Dolayısıyla kişinin kendini tanıması gerekir.

Bu iki ilkeye uyan kimseler, ruh sağlığını korumada en büyük payı alırlar. Zira dünyadaki mutluluğun kemâli, bu ikisinin sıkıntı ve hastalıklardan uzak olmasıyla gerçekleşir.[x]

Ruh sağlığını korumak

Belhî, kaybedilen ruh sağlığının nasıl geri kazanılacağı noktasında da bilgiler verir. İnsan, bazen uzun süre hiçbir organında acı ve ağrı hissetmeden hayatını sürdürebilir. Fakat kızmadan, üzülmeden, öfkelenmeden veya kederlenmeden neredeyse bir günü geçmez. Onun için insan ruhsal rahatsızlıklara bedensel rahatsızlıklardan daha çok mâruz kalır.

Yukarıda da değinildiği gibi, ruh sağlığı hususunda ruhun güçlerinden bir gücün harekete geçmemesi için onun gözetilmesi ve onlardan biri alevlenirse onun sakinleştirilmesi gerekir. Nasıl ki bedene bir ağrı ve acı isabet ettiğinde bunun tedavisi cismânî gıda ve ilaçlarla oluyorsa, aynı şekilde ruha bir rahatsızlık isabet ederse, bunun tedavisi de ona benzer bir ilâçla olur. Vücut tedavisi beden için uygun olmayan yiyecek ve içeceklerden kaçınarak içeriden veya gıda ve ilâçlar kullanarak dışarıdan olduğu gibi, ruhun tedavisi de insanın kendisine ârız olan problemi yok etmek ve harekete geçmiş olan duyguyu sakinleştirmek için kendi ruhundan harekete geçirdiği bir düşünce ile içeriden ya da başkası tarafından yapılan ve ruhun güçlerinden alevlenmiş olanların sakinleştirilmesi ve sağlığı bozulmuş olanların düzeltilmesinde etkili olacak öğütlerle dışardan olur.

Rûhî problemlerde insanın dışarıdan aldığı öğütler iki açıdan daha etkin ve faydalıdır: Birincisi, insan dışarıdan yapılan telkinleri kendi ruhundan gelenlerden daha çok kabul eder. Çünkü fikirleriyle arzuları iç içe geçtiğinden, kendi görüşü çoğu zaman arzularına mağlûp olur. İkincisi ise, insan, rûhî rahatsızlıklardan bir rahatsızlığın alevlendiği vakitte, onun verdiği sıkıntılarla meşgûldür. Bu rahatsızlık onun düşünce ve azmine galip gelir. Bu yüzden onun işlerini düzenleyecek, bozulmuş olanları yoluna koyacak birine ihtiyaç duyar. Bu, hastalanan bir doktorun kendisini tedavi edemeyip başka bir doktora ihtiyaç duymasına benzer.[xi]

Rûhî sıkıntılardan kurtulmak için Belhî, sonunda iç ve dış desteği birleştirerek şunu ifade eder: “İnsanın başına ruhsal bir rahatsızlık geldiğinde, dışarıdan aldığı destek daha faydalı ve kazançlı olsa da rûhî sıkıntılardan kurtulmak için kendi düşüncesiyle yaptığı iç destekten de geri durmamalıdır.”[xii]

Belhî, rûhî rahatsızlıkları tasa, öfke, aşırı korku, aşırı üzüntü ve vesvese olarak sıraladıktan sonra, bunlarla ilgili açıklamalarda bulunur. Sonra da onlardan korunma yollarını açıklar.

Belhî bütün rûhî rahatsızlıkların temelini tasaya bağlar ve diğer rahatsızlıklarla birlikte tasanın da bulunduğunu söyler. Meselâ öfkeli kimse, önce bir şeye tasalanır, sonra bu yüzden sinirlenir. Onun için tasa, rûhî sıkıntıların en etkin nedenlerindendir. [xiii] 

Belhî’ye göre ruhsal rahatsızlıklar insanın başına bedensel rahatsızlıklardan daha sık gelebilir. Ancak bunlardan etkilenme derecesi kişiden kişiye değişir. Her insan yaratılışındaki zayıf ve kuvvetlilik durumu ve mîzâcına göre etkilenir. 

Öfke ve kurtulma yolları

Tasadan doğan rahatsızlıklardan birisi öfkedir. Öfke kişiye, sükûnetini bozmak, endişelendirmek ve vücudunda kanı harekete geçirmek ve bedeninde düzensiz hareketler meydana getirmek gibi etkiler yapar. Hattâ insanı divâneye çevirir. Belhî, bu rahatsızlığın nasıl kontrol altına alınacağını ve kişiden nasıl uzaklaştırılacağını da şöyle izah eder: “Öfkelenen kişi, öfkelendiği kimseyi cezalandırdıktan sonra pişmanlık duyacağı ve hayatının zehrolacağını düşünerek öfkeden uzak durabilir. Ancak bu, ruhu eğiterek olabilir. Öfkenin zararını yok etmek isteyen kimse, bu konuda hem içeriden, hem de dışarıdan desteğe ihtiyaç duyar. Dışarıdan alacağı destek, öfkelendiğinde kendisini öğüt ve nasihatleriyle teskin edecek kimselerdir.”

Belhî, öfkelenmiş birinin aracılarla yatıştırılmasını, fokurdayan bir tencerenin üzerine su dökülerek sakinleştirilmesine benzetir.[xiv] İçeriden desteğe gelince, o, kendini frenlemesi için aklında önceden hazırladığı düşünceleridir. Bunun için öfkenin olmadığı ve ruhunun sakin olduğu bir zamanda, öfkeyi ilk ortaya çıktığında kontrol altına almaya yönelik düşünceler hazırlanmalıdır. Öfke ilk anda kontrol altına alınmazsa, daha sonra onu önlemeye gücün yetmeyeceği ve fırsatın kaçıp işin kontrolünden çıkacağını düşünmelidir. Bunu kalbine iyice yerleştirip öfkelenmeye başladığını hissettiğinde hemen hatırlamalı ve öfkesini yenmelidir. Belhî, bunu bir yangının yeni başladığında kolayca kontrol altına alınabilirken, büyümesine izin verildiğinde söndürmenin zor olacağı, belki de söndürülemeyip her şeyi yakabileceği örneğine benzetir.[xv]

Belhî, öfkeyi yenmenin diğer bir yolu olarak da öfkelenen kişinin öfkelendiği kişiyi görmemesi gerektiğini söyler. Çünkü onu görürse kızgınlığı artabilir. Ayrıca öfkenin üzerinden zaman geçmesi de öfkenin azalmasına neden olacaktır.

Korku-panik ve kurtulma yolları

Belhî’ye göre ruhsal sıkıntılardan biri de aşırı korkudur. Bu, bir şeyden korktuğu zaman insanın başına gelir. Korku, paniğin başlangıcıdır. Panik ise korkunun aşırı hâlidir. Panik arttığında çoğunlukla insanda endişe oluşur ve rengi sararır. Kişinin elleri ve ayakları, kontrol edemeyeceği ve işlerini yapamayacak şekilde titrer. Öyle dehşete düşer ve şaşırır ki kendisini panikleten bu şeyden kurtulmak için bir şeyler yapmaktan âciz kalır. Böylesi durumlarda kişinin başına bedensel bir rahatsızlık dahi gelebilir.

Paniğin sebebini şöyle izah eder Belhî: “Başlangıcı korku olan panik, insanın düşündüğü ve bu düşündüğü şeyi hayâl etmek, onu korkutan veya gördüğünde manzarası onu dehşete düşüren bir şeyden ya da şiddeti ve gürültüsünden dolayı tahammül edemeyip kalbi titreyen bir sesten veyahut arkasında sıkıntılı ve korkutan bir sonucun olduğu bir haberden kaynaklanır. İnsan bunlardan panikler, ruhun hâli değişir.”[xvi]

Panik, yakın bir zamanda olması beklenen şeylerden dolayı olur. Kişi, uzun bir müddet sonra olacak şeyleri düşünürse sadece üzülür, ondan şiddetli bir korku duymaz. Kişiyi çok yakında başına gelmesini beklediği bir olay gibi hiçbir şey korkutmaz. Kişiyi kaygılandıran, panikleten ve açıkça kişinin hâlini değiştiren korku budur. Ağır bir şeyin düşmesiyle çıkan ses, şimşek çakması ve zelzele gibi sesler, ölmüş ve yaralanmış insanlar görmek insanı aşırı şekilde korkutur ve paniğe sebep olur. Elbette bunlardan etkilenme hususunda her insanın psikolojisi aynı değildir.

Belhî, korku ve panikten korunmanın çârelerinin mümkün olduğunu belirtir. Ruhun eğitilmesi ve terbiye edilmesiyle veya telkin yoluyla çâre bulunabileceğini ifade eder. Örneğin kişi, hoş olmayan bir şeyin olmasını beklemenin, onun meydana gelmesinden daha zararlı olabileceğini bilmelidir. Çünkü korkulan şeylerin çoğu zararsızdır. Bilge kimseler korkuyu toprağın üzerinde oluşan sise benzetirler. Kişi karşıdan onu, içinde nefes alınamayan ve içindeki insanları gözün göremeyeceği yoğun bir cisim zanneder. Fakat yaklaşıp içine girince işin öyle olmadığını anlar.


Herkesin başından ıstırabına katlandığı sıkıntılı hâller geçmiştir. O kimse başına o hâl geldiğinde, bunun daha önceden korktuğu ve çekindiği şekilde olmadığını görmüştür. Böylece başına gelmesini beklediği yeni korkuların hâlinin de başından geçenlere benzediğini bilir. Kişinin bu hususları düşünmesi, ruhundan korkunun zararlarını uzaklaştırmasına yardımcı olur.[xvii]

Diğer bir çâre de, eğer korkulan şey, ondan kurtulmanın yolları olan bir şeyse, korkunun nedeni engellenmeye çalışılmalıdır. Bir başka çâre ise, öfke gücünden istifade edilmelidir. O da şöyle olur: İnsanın korkması ve paniklemesi, korkaklığın bir göstergesidir. Bu ise zayıf kimselere has bir özelliktir. Böylece kişi kendine kızmalı ve korkularla karşılaştığında sıkıntılara tahammül gösteremeyen, bunlarla baş edecek gücü olmayan kimselerin durumunda olmayı kabul etmemelidir. Dolayısıyla bu konuda gurur ve kibrinden yardım alabilir.

Başka bir çâre şudur: Aşırı korku hissetmenin eşyayı hakkıyla bilmeyen, görme ve duymaktan korktuğu şeyleri çok dinleyerek, duyma tecrübesi olgunluğa erişmemiş tecrübesiz kimselerin işi olduğunu düşünmelidir. İnsan, mâhiyetini bilmediği şeyden korkar, bildiği şeyden korkmaz. Ne zaman ki bilgi ve tecrübe artar, o zaman korkulan şeylerden kaçma azalır.[xviii]

Yetişkin kimselerden savaş ve savaşlarda ölenleri hiç görmemiş olanlar, bunları ilk defa görünce çok korkar ve paniklerler. Fakat savaşçı biri, savaşlara gidip geldikçe böyle şeylerden daha az korkar, hattâ bunlardan neredeyse hiç etkilenmez. Yaraları pansuman yapan doktorlar, dalgaları görmeye alışmış denizciler, sık sık hasta olup iyileşen kimselerin durumları da buna benzer. Yaşadıkları bu olaylar bir zaman sonra sıradanlaşır.[xix]

Korku ve panikten kurtulmak için en etkili çâre: Kişi, eşya hakkında bilgi ve marifetini çoğaltmalı, sonra gözünü, kendisini korkutan şeyi görmeye, kulağını sevmediği şeyi duymaya alıştırmalıdır. Alışıncaya kadar bunları tekrar tekrar yapmalıdır. Alıştıktan sonra onları artık umursamaz olur.[xx]

Hüzün ve kurtulma yolları

Ruhsal sıkıntılardan bir diğerinin aşırı üzüntü olduğunu ifade eden Belhî, bunun sebebini de kişinin sevdiği bir şeyi kaybetmesine bağlar. Kişi sevdiği bir şeyi kaybettiğinde, ruhu acı duyar ve bu sebeple üzülür. Sonra üzüntü arttıkça hüzne dönüşür. Yani hüzün, üzüntünün şiddetli hâlidir. Hüzün insanı telâşlandırır ve sabrını yok eder. Hattâ hüzünlü kimse saçını başını yolmak, bağırıp çağırmak, elbisesini parçalamak gibi hareketler ve utanmanın kaybolup gittiğini gösteren davranışlar da yapabilir.[xxi]

Belhî, hüznü alevlenmiş bir ateşe, üzüntüyü ise alev söndükten sonra arta kalan köze benzetir. Üzüntü, kişinin bedenini bitkin düşürür ve canlılığını giderir. Üzüntü, sevincin yaptıklarının zıddını yapar. Sevinçli kişinin yüzü aydınlık, parlak ve güleç olurken, üzüntülü kişinin yüz ışığı ve parlaklığı gitmiş, tutulmuş güneş gibi olur. Belhî “sebebi bilinen ve bilinmeyen” diye üzüntüyü ikiye ayırır. Kişinin kendisinde özel bir yeri olan sevdiği bir şeyi kaybetmesinden veya arzu ettiği bir şeye ulaşamamasından kaynaklanan üzüntü, sebebi bilinen bir üzüntüdür. Sebebi bilinmeyen ise, kişinin kalbinde hissettiği ve çoğu zaman hayattan zevk almasını engelleyen, sebebi bilinmeyen içsel bir sıkıntıdır. Belhî’ye göre sebebi bilinmeyen bu üzüntünün kaynağı bedensel problemlerdir. Bundan kurtulmak için gıda ve ilâçlarla kanının temizlenmesi gerekir. Manevî olarak da kişi yalnız kalmamalı, insanlarla konuşmalı, sohbet etmeli ve ruha sevinç veren yollar aranmalıdır. Kişi ferahlayacağı ve ruhundaki sıkıntıları uzaklaştıracağı güzel semâlar dinlemelidir. Ruhu hoş tutan ve mutluluk veren diğer vesîlelerden faydalanarak çâre bulunur.[xxii]

Sebebi bilinen üzüntünün sevilen bir şeyin kaybedilmesi ve istenilen bir şeye ulaşamama nedeniyle oluştuğunu yukarda belirtmiştik, bu tür üzüntüden kurtulmak için Belhî, biri dışarıdan ve diğeri içeriden olmak üzere iki tür çâre olduğunu söyler. Dışarıdan olan, öğütçülerin nasihat ve hatırlatmalarıyla gerçekleşir. İçeriden olanı ise kişinin ruhunu eğitmesiyle olur. Bununla ilgili kişi, bir düşünce geliştirir. Kişi, geliştirdiği düşünceyi sevdiği bir şeyi kaybettiğinde veya istediği bir şeyi elde edemediğinde yaşadığı üzüntüyü uzaklaştırmak için kullanır. Örneğin aşırı üzüntünün peşinden kendisine -gelmesi muhtemel- büyük zarar verecek bedensel hastalıkları düşünmelidir. Yine dünyada kurulu sistemi düşünülmelidir ki, bu dünyada hiç kimse sevdiği bir şeyi kaybetmeden ve elde etmek istediği her şeyi kolayca elde ederek istediği ve sevdiği şekilde bir hayat sürememektedir. Dünyanın hâli bu olduğuna göre, dünyada sevdiği şeylerden ve güzel bir yaşamdan elde ettikleri, kendisi için bir ganimettir. Kişinin nazarında dünyanın değeri bu kadar olursa, sahip olduğu her nimetten güzelce faydalanır ve isteyip de ulaşamadığı şeylerden dolayı da fazla üzülmez.[xxiii]

Kişi şöyle de düşünebilir: “Başıma gelen hâdiseler karşısında kendimi üzüntü ve hüzne teslim ederek çocuklar gibi zayıf ve korkak davranmaktansa, kâmil insanlar gibi sıkıntılara sabretmem daha iyidir.” Şöyle düşünürse de hüzünden uzak kalabilir: “Aslolan canım ise ve sevdiğim her şeyi onun için istiyorsam, onun için zorluklara katlanıyorsam, ruhum selâmette olduktan sonra onun dışındakilerin hepsi ayrıntıdır. Bu yüzden başıma gelen sıkıntılardan dolayı üzülmem gerekmez. Bu dünyada başıma gelen felâketler, benden önce gelenlerin de başına gelmiştir. Onlar bu konuda bana ortaktırlar. Bu felâketlerden benim aldığım kadar veya daha fazlasını onlar da almışlardır. Eğer üzüldüğüm husus insanlar arasında ortak bir durumsa, bu konuda üzülmemeliyim. Şu an başıma gelen felâketten daha büyüğü de gelebilirdi. Dolayısıyla başıma gelen bu küçük musîbetten dolayı üzülmek yerine sevinmeliyim. Şu an sahip olduğum nîmetleri de daha önce kaybettiklerim gibi kaybedebilirdim.” Böylece sıkıntı veren şeylerin yok olacağını düşünmek, üzüntüyü hafifletir ve mutluluk verir.[xxiv] Belhî’nin bu tür görüşleri, hocası Kindî’yi hatırlatmaktadır.

Belhî, rûhî rahatsızlıklar içinde insana en çok acı veren ve en güçlü olanın vesvese olduğunu ifade eder. Ona göre, öfke, korku, panik ve keder gibi sıkıntılar, bu sıkıntılara sebep olan neden ortadan kalktığında giden birer rahatsızlık değildir. 

Vesvese ve kurtulma yolları

Belhî’nin tespitine göre, rûhî rahatsızlıklardan bir diğeri de vesvesedir. Belhî, vesveseden kötü düşüncelerin doğduğunu ve insan hayatını zehrettiğini söyler. Bu kötü düşüncelerden dolayı kişi, yapabileceği bir şeyi yapmaz hâle gelir. Bu rahatsızlığı Belhî, “iç konuşma” olarak da adlandırır.  

Belhî’ye göre vesvese, ruhsal bir rahatsızlık olmakla beraber tamamen ruhsal değildir ve oluşmasında bedensel rahatsızlıkların da etkisi vardır. Bu rahatsızlık bazen insanın tabiatından kaynaklanır, bazen de dışarıdan gelir. İnsanın tabiatından kaynaklanan vesvese, ömrü boyunca kendisiyle birlikte olur. Fakat insan bir işle meşgûl olursa, bu tür vesveselerden uzaklaşır. Ancak meşgûl olduğu iş bitince tekrar başlar.[xxv] Belhî, doğuştan vesvese sahibi olan kişi ile sonradan vesvese sahibi olan kişinin mîzâcını kitabında uzun uzun anlatır.

Belhî, rûhî rahatsızlıklar içinde insana en çok acı veren ve en güçlü olanın vesvese olduğunu ifade eder. Ona göre, öfke, korku, panik ve keder gibi sıkıntılar, bu sıkıntılara sebep olan neden ortadan kalktığında giden birer rahatsızlık değildir. Meselâ öfkelenenin, öfkelendiği kimseden intikam alınca veya öfkesinin üzerinden biraz zaman geçince öfkesi hafifler, ruhu sakinleşir. Fakat vesvesenin sebebi bilinmemektedir. Bu, bazı insanın tabiatında doğuştan olan kötü düşünce kaynaklı bir şeydir. Bu düşünceler bazen insanın sevdiği ve temenni ettiği şeyler cinsinden olabilir, bazen de korktuğu şeyler cinsinden.

Sevdiği şeyler cinsinden olanlar; kişinin arzuladığı bir şeyi aşırı sevmesi, kalbini ona bağlaması, her zaman onu düşünmekle meşgûl olması ve her an aklına onun gelmesidir. İşte bu, kişiyi başka bir şey düşünmekten ve işlerini yapmaktan alıkoyar. Korku kaynaklı vesveseler ise, kişinin korktuğu bir şeyin yakında başına geleceğini, hayatına ve bedenine bir sıkıntının isabet edebileceğini düşünmesidir. Burada kişinin hayatı söz konusu olduğu için kalbini çok meşgûl eder ve düşüncesine hâkim olur. Bu tür vesveseler, kişinin sevdiği şeyler cinsinden olan vesveselerden daha zordur. Çünkü kişi, olma ihtimâli uzak olan korktuğu bir şeyi, hemen yakında olacakmış gibi düşünür. Dolayısıyla her zaman sanki onu gözlemliyor ve olmasını bekliyor gibidir. Bu da onu doğal hayat akışından alıkoyar. Yani bir iş yapmak veya neşelenmek istediğinde aklı oraya kayar. Vesvese, korkulu rüya gibidir.[xxvi] 

Vesvese rahatsızlığına yakalanan kimsenin diğer bir özelliği de şudur: Vesvese sahipleri, olumsuz düşüncelere sahiptirler. Bütün işlerine olumsuz taraftan bakarlar. Bir konu hakkında iki seçenek olsa, vesveseli kişi daha kolay ve umutlu olan yerine, daha korkunç ve zor olanı düşünür. Başına bir hastalık gelse, en olumsuzunu düşünür.

Belhî önemli bir mesaj verir ve der ki, “Vesvesenin bazı insanlarda tabiatlarından kaynaklandığı ve bunu yok etmenin bir yolu olmadığı düşüncesi, çâresini aramaya engel olmamalıdır”[xxvii]. Böylece bu düşüncenin doğru olmadığını vurgular.

Belhî, vesvese rahatsızlığından kurtulmak için iç ve dış olmak üzere iki yöntem ileri sürer. Ona göre dıştan alınacak yardımlardan biri, bu kimsenin yalnız bırakılmamasıdır. Çünkü yalnızlık, insanın aklında birçok düşünceyi, vesveseyi uyandırır ve harekete geçirir. Vesvesesi olan insanın diğer insanlarla bir araya gelmesi, konuşması, onlarla görüşmesi iyi gelir.[xxviii] Vesveseden uzak olmak için diğer bir çâre de kişinin boş kalmamasıdır. Çünkü boş kalmak, aklına kötü ve olumsuz düşünceler gelen yalnız kimsenin durumuna benzer. Dolayısıyla kişinin oyalanacağı bir işinin olması gerekir. Kişinin uğraşacağı bir işi olmadığı zaman, kendi içinde bir şeylerle (kurgularla) meşgûl olmaya yönelir.[xxix]

Vesveseden kurtulma yollarından biri de, kişinin etrafında sevdiği ve güvendiği kimselerden özel bir dost grubu olmasıdır. Aklına gelen vesveseleri onlarla paylaşmalıdır.[xxx]

İçten alınacak yardıma gelince… Vesveseli zamanlarında kendini ikna edecek ve yatıştıracak düşünceler hazırlamalıdır. Bu, muhalif biriyle yapılan bir tartışmaya benzer. Kişi vesveseye karşı düşünceler hazırladığında, kendi ruhuna karşı yine kendi ruhundan onun vesvesesine karşı çıkan ve hasmının söylediklerini çürütecek bir tartışmacı tayin etmiş olur. Bu da iki şekilde yapılabilir:

Birincisi… Sağlıklı olduğu bir zamanda “Aklımda” diyebileceği uyarıcı düşünceler hazırlar. Örneğin, vesvesenin kendine herhangi bir getirisi olmadığını düşünerek, vesvese harekete geçtiği zaman, dönüp ona bakmaması ve dikkate almaması gerektiği bilgisini içselleştirir. Yine eğer aklına kendi hayatı ve malı ile ilgili olumsuz bir düşünce gelirse, böyle bir şeyin diğer insanların aklını meşgûl etmediğini ve umursamadıklarını, kendini korkutan şeyin onları korkutmadığını düşünerek bu düşüncenin aslı astarının olmadığını aklîleştirebilir.

İkincisi… Hiçbir sebep yokken, kişinin aklına kötü şüphe ve olumsuz düşünceler gelip gitmeye devam ederse, bunun kendi mîzâcından kaynaklandığını ve bundan korkmaması gerektiğini düşünebilir.[xxxi] Dolayısıyla kişinin kendi mîzâcını tanıması gerekir.

Ruhbilime hizmetleriyle Belhî

Ebu Zeyd Ahmed el-Belhî, kuzey İslâm düşünce coğrafyasında (Türkistan)[xxxii] yetişen önemli bir düşünürdür. Uzlaşmacı bir kişiliğe sahiptir. Örneğin yaşadığı dönemde Arap-Fars çekişmelerinde çevresindekileri uzlaştırmada önemli bir rol oynamıştır. Bu uzlaştırıcı kişiliğini ilmî çalışmalarında da görmek mümkündür. Örneğin din ve felsefeyi uzlaştırmaya çalıştığı görülür. Hattâ analitik metotla zihnini tatmin ederken, edebî üslûpla da ruhunu tatmin etmeye yönelmiştir.

Genç yaşta ilim öğrenme merakı başlayan Belhî, sekiz yıllık gurbet hayatı yaşamıştır. Gurbet, insanı memleket hasretiyle beslediğinden, Belhî, sonunda sevdiği memleketine döner ve ilmiyle çevresini aydınlatmaya başlar. Belhî’nin çocukluğu, ailesi ve yaşadığı çevre ile ilgili günümüze bir bilgi gelmediği için, bu bağlamda bir değerlendirme yapmak mümkün değildir.

O, İslâm düşünürleri arasında ruh sağlığı üzerinde en çok duranlardan biridir. İnsan hayatının devamı, ruh ve bedenin bir arada olmasına bağlı olduğunu, ruh ve bedende meydana gelen rahatsızlıkların birbirini etkilediğini söyler. Bu bağlamda erken dönemde “psiko-somatik” rahatsızlıklara işaret eder. Yine “obsesif” rahatsızlıklara değinir ve bundan kurtulma yollarını ortaya koymaya çalışır. Kişinin “kendi kendine telkin” yapmasına değinir.

Belhî, saydığı öfke, panik, hüzün ve vesvese gibi ruhsal rahatsızlıkların hem içten, hem de dıştan alınan desteklerle bertaraf olabileceğine vurgu yapar.[xxxiii] Eskiden basîretli sultanların öfke ve üzüntü gibi rûhî gerginlikler esnasında kendilerini nasihatlerle teskin edecek bilge kimseleri hatırlatır. Sarayda uzman hekimlerin yanında,



[i] Ebû Zeyd Ahmed b. Sehl el-Belhî. Belh: Afganistan’dadır. Mezar-ı Şerif’in 20 km kuzeybatısında, Amu Derya’nın yaklaşık 74 km güneyindedir.

[ii] İmamiyye: Hz. Ali ve onun iki oğlu ile torunlarını meşru imam kabul eden ve on iki imama inanmayı imanın şartlarından sayan kimselerin mensub olduğu Şia’nın bir kolu.

[iii] İlhan Kutluer, “Belhi” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C 5, s. 412.

[iv] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, Beden ve Ruh Sağlığı, (çev. Muhammed Uysal), s.147.

[v] Bkz. İlhan Kutluer, “Belhi”, age, C 5, s. 414; Mesâlikü’l-Ebdân ve’l-Enfüs adlı eserinin iki yazma nüshası, İstanbul Süleymâniye Kütüphânesi, (Ayasofya nr, 3740, 3741). numarada kayıtlı olduğu belirtilmektedir. Bu nüsha, 1984 senesinde Frankfurt’ta bulunan Goethe Üniversitesine bağlı Arabî İlimler Târihi Enstitüsü yayınlarından tıpkıbasım olarak neşredilmiş ve ilim adamlarının tetkikine sunulmuştur.

[viii] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.147.

[ix] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.150.

[x] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.151.

[xii] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.155.

[xiii] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.157.

[xiv] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.160.

[xv] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.161.

[xvi] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.158.

[xvii] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.167.

[xviii] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.168.

[xix] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.169.

[xx] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.170.

[xxi] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.158-159.

[xxii] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.172.

[xxiv] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.175.

[xxvi] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.179-180.

[xxvii] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.181.

[xxviii] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.182.

[xxix] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.183.

[xxxi] Ebu Zeyd Ahmed el-Belhi, age, s.186.

[xxxii] Türkistan: İran’ın Horasan bölgesinden başlayarak Kuzey Afganistan dahil Pamir ve Hindukuş-Kunlun (Karanlık) dağlarının kuzey eteklerinden Çin’in Tun-huang bölgesine kadar uzanan, oradan Mançurya’nın batısına ulaşan, Moğolistan’la birlikte Güney Sibirya’nın tamamını içine alan, batıda Ural dağları ile Volga ırmağının Hazar denizine ulaştığı noktaya kadar devam eden geniş bir alanı kaplar. Bu alanın tarihî kaynaklardaki adı 19. yüzyıl ortalarına kadar Türkistan’dır (Türk yurdu). Bölgeyi Ruslar işgal ettikten sonra Türkistan’ın idarî yapılanmasını değiştirdiler ve 16 Eylül 1924’te alınan bir kararla Türkistan adı tamamen ortadan kaldırıldı. Daha sonra Türkistan adı bugün Kazakistan’da bulunan Yesi şehrine verildi. (Bkz. Ahmet Taşağıl, “Türkistan”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C 41, s. 556. Büyük bir coğrafyanın adı küçük bir şehre hapsedilmiş, denilebilir).

[xxxiii] Bkz. Ali Köse-Ali Ayten, Din Psikolojisi, s. 89-90.