Bekleyiş

Öyle umutlu bir bekleyiştir Sırma teyzenin bekleyişi; bir gün Ahmet bu kapıdan içeri girecek, seccadesiyle hasret giderecek. Ve istiyordu ki, kendisi de tanık olsun bu manzaraya…

ELİNDEKİ tepsiyle odanın kapısında görününce gayriihtiyari kalkıp elinden tepsiyi aldım. Sandım ki, tepsinin ağırlığıydı Sırma teyzenin belini büken. Oysa o aynı yük ve ağır adımlarla yerine yavaşça oturdu.

Çayıma attığım iki küp şekerin raksı ve kaşığın melodisi hiç beklemediğiniz anda giriş yapan sokak müzisyenlerinin çalgısı gibi düştü ortama. Muhatabım Sırma teyze ise odanın dilsiz sakinleri kadar suskundu. Pencerenin önünde rengini güneşe teslim etmiş berjer bile daha çok şey anlatıyordu bana. Kenardaki perdeyse idam sehpasına tekme vurulmuş mahkûm gibi sallanıyordu. Köşede boynunu bükmüş abajur tüm odanın yasını tutuyordu sanki. El dokuması rengârenk kilim bile ortamı neşelendirmekten acizdi. Masanın üzerindeki saatin tıkırtısı ve bir de benim cılız sesim dolaşıyordu odada.

Karşı duvardaki yağlı boyalı tablo bu odaya ait değil gibiydi. Yerimden kalkıp tabloya daha yakından bakmak için yaklaşınca, Sırma teyze sırtındaki ağır yükü kenara bırakıp eteğine güller doldurmuşçasına yerinden kalktı. Sanki dış dünyayla bağlantısı pencere ya da kapı değil de bu tabloydu. Bir şeyler sormadan, ilk kez konuşmaya başladı. Anladım ki, sırlar da, hüzünler de bu tabloda saklıydı.

Uzun uzadıya anlattı bana; renklerin her tonunun ayrı bir umudu neşeyle yansıttığını, çiçeklerin ne kadar da mutlu açtığını, kuşların özgürlüğe olan düşkünlüğünü, ortada akan ırmağın hırçınlığından ve nasıl da köpüre köpüre çağladığını anlattı kaşlarını çatarak. Ağaçların kuşlara ve böceklere nasıl huzurlu bir yuva olduğundan bahsetti. Ama en çok da ormanın içinde kaybolup giden yolundan...

Herhangi bir resimden değil de yaşayan bir canlıdan bahsediyor gibiydi. Tablonun her karesine başka başka anlamlar yüklemişti. Kızgınlıkları, özlemi, huzuru aynı anda yaşıyordu. Anladım ki, bu odada ruhu olan tek varlık bu tabloydu. Tablonun köşesindeki güneş ısıtıyordu yüreğini. Elinden gelse her fırça darbesini tek tek anlatmak istiyordu bana ama yapamadı. “Oğlum Ahmet’in son yaptığı resim” diyebildi.

Beni cezbeden ise köşede serili duran seccadenin efsunlu hâliydi. İplik iplik olmuş bağrı, senelerin verdiği yükten mi, yoksa bir annenin pare pare yüreğinin sancısından mıydı? Üzerindeki desenleri solmuş, küskün bir bekleyiş içindeydi. Kim bilir ne dualar, ne sabırlar düşmüştü kucağına? Belki bu odanın neden bu kadar acı yüklü olduğunu fısıldardı bana…

Seccadeyle göz göze geldiğimizde Ahmet, “Annesi gibi beni de terk edeli çok oldu” dedi sessizce. Sırma teyzeden çok ben bilirim sırlarını. Bir kıza kaptırdı kendini; sandı ki, gönlü de onu istiyor. Son zamanlarda dualarından hiç eksik etmedi kendince nazende sevgilisini. Aynı dünya görüşüne sahip olmasalar da o bir yolunu bulurdu. İşte tam burada, “‘Seninle tanıştıracağım’ diye söz vermişti bana. Gelip o da tüm samimiyetiyle secde edecek, el açacak senin şahitliğinde Yaradan’a” demişti. Hem bana, hem annesineydi sözü. Ama olamadı. Hisleri Ahmet’i bir bilinmeze sürükledi. Sonra akıp gitti sevdiğinin sığ sularında.

Kendine yabancı limanlarda soluklandı. Afalladığı zamanlar çok oldu ama ikna olması da fazla uzun sürmedi. Sonra normalleşti bir zamanlar ona ters düşen hayat tarzı.

Son yakarışlarını, kimseler bilmez aslında nasıl kahrolduğunu ama bir türlü vazgeçemediğini. Beraber yurtdışına çıkacaklarını ve bunu annesine nasıl söyleyeceğini bilemedi Ahmet. Vurdu çantasını sırtına, annesinin yüzüne bile bakamadan helâllik istedi. Bir ben, bir de yağlı boya tablosu kaldı Sırma teyzeye teselli olarak.

O gün bu gündür ağırdır Sırma teyzenin yükü. Bekler ki, kapısı açılsın, şu dünyadaki tek değerlisi girsin içeri. O yüzden değiştirmez kapı kilidini; gelince Ahmet dışarıda kalmasın diye. Kaldırmaz seccadesini; özlemle bekleyenini yâd etsin diye.

Öyle umutlu bir bekleyiştir Sırma teyzenin bekleyişi; bir gün Ahmet bu kapıdan içeri girecek, seccadesiyle hasret giderecek. Ve istiyordu ki, kendisi de tanık olsun bu manzaraya…