Bekleyiş

Karşımdaki manzaraya bakıyor, bir de kafamın içinden geçenleri değerlendiriyordum. Şehrin bu hızlı diyalogları insanda birikmiş ve insan, insanı göremez, duyamaz hâle gelmişti. Edep ve hayâ yavaşça aradan çıkıp gitmişti.

ŞEHRİN muhtelif yerlerinde, parklarda veya yol kenarlarında arabalarını park edip piknik tadında birkaç arkadaşın buluşmaları nazarımı çekmişti.

Yüksek sesle gülüşen diğer insanları umursamayan, yer yer naralar atan insanları gördüm. Belli ki, kendilerince efkâr dağıtmaya çalışıyorlardı. Öyle kendileri ile ilgililerdi ki etrafa bakmak, çevrede olup biteni fark etmek akıllarına bile gelmiyordu. Belki de insanların varlıklarını önemsemiyorlardı. Kim bilebilir, sanırım kafaları biraz güzeldi...

Tıpkı benim gibi, caddeden geçen insanların da durup onları seyrettiklerini fark ettim. Sadece karşı cadde değil, benim de bulunduğum cadde üzerindeki çoğu insan onlara bakıyordu. Bakışlardan rahatsız olmuş olmalılar ki bağırmaya başladılar: “Niye bakıyorsunuz? Tren mi var burada?”

İnsanlara doğru hem söyleniyorlardı, hem de kalkıp yürümeye başlamışlardı. Aynı soruyu her seferinde biraz daha yüksek sesle tekrar edip durdular. Üç beş park edilmiş arabayı henüz geçmişlerdi ki içlerinden biri, elindeki poşeti caddeye doğru fırlatıverdi. Fırlayarak uçan poşet, arabasına hızla binmeye çalışan başka bir adamın önünde yüksek bir gürültüyle sürüklendi. Esasında bu insanlardan ibaret olmayan caddede bir şeyler fırlatan tek kişi onlar da değildi. Etrafta iş için bir şeyler yapan, giden gelen veya kafasında bir dünya iş taşıyan insanlar vardı.

Trafik bir anda sıkıştı. Öylece seyrediyor, yutkunuyordum. Yurdumun insanları, içlerine ben de dâhildim, nasıl kayboluyorduk, görmeliydiniz…

Arabamın içinde ben de fal taşı gibi açmış olduğum gözlerimle meraklarımı fırlatıyor, birbirlerine diklenen insanların tehditlerini dinliyordum. Ortaya saçılan her şeyi bir güzel tüm civara uçuruyordu rüzgâr. “Bazı şeyler işte böyle yayılıyor” diye içimden geçirdim. Bir zamanlar rahmetli babamın anlattıkları hafızamdan ağır çekim bir film olup geçiverdi: “İnsan, ömrü boyunca koşar. Bazen yaya, bazen atlı... Bu koşuşturmalar hayattaki yetişme gayesindendir. Yaşamın döngüsü her zaman herkese aynı değildir. Herkes heybesi kadar yüklenir. Aklını fikrini başına alan, doğru ile oturup kalkan, yaya bile olsa herkesten fazla yol kat eder. Bazen çok şey yer değiştirir. Gökyüzü misali… Bazen insan fırtınaya, bazen bahara denk gelir. Sınavın bazen varlıkla, bazen de yoklukla sınanır. Kabuk bağlar insan. Kafası dumanlanır, karalar bağlamak ister nefsi. Yaşarken kaybolan insanlar vardır. Hayatın tam düşünme evresini ıskalayan koşmaktan yorulan bedenler, dinlemeyi bazen aşkınlık ve taşkınlıkta arayarak bulmaya çalışırlar...”

Yine babam devam ediyor: “Köyde bağırarak konuşmak edebe sığmaz, yolda tartışmak büyük hayâsızlıktır. İşini lâyıkıyla yapmak insana yaraşır. Kendi ev halkınla, konu komşunla iyi geçinmek en büyük meziyetlerden sayılır. Kapı ve pencereden taşan sese iyi bakılmaz, iyi düşünülmez. İnsan insana uzak değildir ki ‘Neden bağırılsın?’ diye yüksek sesi hoş görmezler. İnsan gönülden konuşarak, göz göze anlaşmanın ahvalinde olmalı. Bağırmaksa duymayı ve dinlemeyi öğrenemeyen, ahmaklıkla sırasını belli edenlerin işidir…”

Karşımdaki manzaraya bakıyor, bir de kafamın içinden geçenleri değerlendiriyordum. Şehrin bu hızlı diyalogları insanda birikmiş ve insan, insanı göremez, duyamaz hâle gelmişti. Edep ve hayâ yavaşça aradan çıkıp gitmişti. Kayboluşlar yüksek sesle varlığını gösterir olmuştu. Sınırsızlık sınırı herkesi kuşatıyor gibiydi. İşte yardıma uzanacak bir çift eli bekleyen, şefkatle kucaklanıp sarmalanacak o kadar çok insan var ki, biraz farkında olmak, biraz eğilmek, biraz dinlemek insana çok şey öğretir. “Şehre dışarıdan gelen her ne ise, şehri olumlu veya olumsuz yönde etkileyen de odur” diyebiliriz.

Tekrar istikamet, adâb ve nezaket üzere olunması için bu şehirlere, şehrin öbür ucundan koşarak gelen adamlar, çabucak gelseler ve yardım ellerini bir an önce insanlığa uzatsalar… Ama onlar hep geldiler ve ellerini uzattılar. En sonunda Hatemü’l-Enbiya (sav) yine bir şehre geldi ve genel ahlâk kuralları dışında adâb ve nezaketin zirvesini insanlığa öğretti.