Beklenmeyen inziva

Hayır, bu sefer gerçekti. Betonların arasında sıkışıp kalmıştım bir anda. Artık gerçekten insanlardan en uzak olduğum yerdeydim. Burada beni kimse bulamazdı. Benimse dilimde bir cümle vardı: “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi raciûn.”

DUVARLAR üstüme üstüme geliyordu bu şehirde. Önceden baldan tatlı, bütün güzelliklerden daha evlâ bu şehir, artık yormuştu beni. Kimseye haber vermeden gitmeye karar vermiştim. Artık yalnızca verdiğim kararın arkasında durup gerekeni yapmalıydım…

 “Gerekeni” diyorum, çünkü uzaklaşmalıydım insanlardan. Saf birey hâline gelmiş, toplumdan bîhaber, her konuda kendinden bahseden şehrin insanından uzaklaşmalıydım.

Aradığım vardı benim. O noktayı arıyordum. Hani o, “İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı” sözündeki ilmi bulmam gerekiyordu. O yüzden çantama ilk bunu yerleştirmiştim. Gerisi önemli değildi; sonuçta varacağım yerde heybeme doldurmam gereken bilgi çok olacaktı.

Bu yolun kolay olmadığının farkındaydım. Sonuna kadar gitmem gerekiyordu. İnsanların bana ulaşamayacağı yere kadar gitmeliydim. Yola çıkmıştım artık, fakat bu şehirden uzaklaşırken, onun vâsıtalarına ihtiyacım vardı. Daha ilk bineceğim araçta sığmak için sıkışan insanlarla karşılaştım. Tramvayların her biri birbirinden dolu geliyordu. Sırt çantasıyla bir adam, tam kapanmak üzere olan tramvaya kendini zorla attı. O anda kapı kapanıyordu ki çantası sıkıştığından tramvayın alarmları öttü.

Orada bekleyenlerden bir adam, hızlı bir yumruk salladı çantaya. Kapı bu ânı bekliyormuş gibi âniden kapandı ve sırt çantalı adam o tramvayın içinde uzaklaşıp gitti. Çantaya yumruk savuran adamın yüzünde bir gülüş vardı. Acaba iyilik olsun diye mi yapmıştı, yoksa yanındaki arkadaşlarının dikkatini çekmek için mi? Bunu düşünürken dolulardan hâllice bir tramvay gelmişti. Atıvermiştim ben de kendimi, daha fazla gecikmek istemiyordum…

Uzun uzun gittikten sonra inip metroya doğru yürümeye başlamıştım. Bu sırada bir amca dikkatimi çekince durup ne olduğunu anlamaya karar vermiştim. “Kim ne der?” diye düşünmeden bir çöpün başına geçmiş amca, ceketinin ceplerinden çıkardığı mandalina kabuklarını çöpe doğru güzelce sıkıyor, posalarını atıp suyunu yüzüne, sakallarına sürüyordu. Öylece durmuş, onu izliyordum. Amca bu işlemi ceplerindeki kabuklar bitene kadar tekrarlamış ve sonra hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmişti. Ben de öyle yaptım. İçimde kıpırdayan bazı umutlu duygulara karşı yine de hiçbir şey olmamış gibi yoluma devam ettim.

Metronun önüne geldiğimde, yine sığmak zorunda kalacağım kadar dolu geliyordu araç. Bir şekilde insanların sıkışma kuvvetinden yararlanarak yer bulmuştum kendime. Benim gibi yetişeceği bir yer varmışçasına kendini metroya atan adam da tam düşecekken, hiç istifini bozmadan ellerini saçlarına götürüp düzelttikten sonra ceketini düzelterek çekilmişti içine. Modern insan ne ilginçti! Kendine hiçbir hatâ hakkı tanımıyordu. Bunun en doğal olduğu ortamda bile…

Belki de sosyal medyadaki o havalı fotoğrafları gibi hissediyordu kendini. O bin bir efektle uğraşıp ayarladığı fotoğrafa kendisi de inanır olmuştu belli ki. Hele kulaklığını takıp da kendinden geçmesi yok mu? İnsanın içinden, “Ah ânî bir fren olsa da sendeleyip kendine gelse” diye geçiyordu. Ve tam da bunu düşünürken, aslında tefekkür etmeme sebep olacak bir olay olduğunu fark ettim. Rabbimizin imtihanları, bu dünyaya neden geldiğimizi unutmayalım, dünyaya dalmayalım diye vardı.

İneceğim durağa yaklaştığımı anlayıp düşünceme ara vermiş ve kafamda bir rota belirlemeye başlamıştım. Bundan sonra gemiye binecek ve şehri geride bırakacaktım. Gemiye bindikten sonra “Her şey yolunda gidiyor” derken, âniden rüzgârın çıkmasıyla sallanmaya başlamıştık. Kafamdaki milyonlarca düşünceden biri daha çıkıveriyordu gün yüzüne: “Bu dünyaya neden gelmiştim? Görevim neydi ve bu kocaman âlemde yerim neresiydi?” Şehrin insanlarından uzaklaştıkça içimdeki kıpırtılar çoğalıyordu. Dışarıda gemiyi sallayan dalgalardan daha çok sallanıyordu yüreğim. Bir noktanın peşine düşmüştüm.

Aradan iki saat geçtikten sonra sağ salim inmiştim. Artık yeterince uzaktım. Şimdi, yürüyerek veya bir köşeye çekilerek düşünme vaktiydi! Aradığımı bulacaktım bu yolun sonunda, emindim bundan. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm… Kaderimin beni çağırdığı, ayaklarımın çektiği yöne doğru… Eski evlerin, terkedilmiş binaların arasından geçerken bir anda yer, ayağımın altından kaymaya başladı. Diğer şehirdeki gibi burada da duvarlar üstüme üstüme geliyordu. Hayır, bu sefer gerçekti. Betonların arasında sıkışıp kalmıştım bir anda. Artık gerçekten insanlardan en uzak olduğum yerdeydim. Burada beni kimse bulamazdı. Benimse dilimde bir cümle vardı: “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi raciûn.”