KADİM bir tarih ve “İlây-i Kelîmetullah için Nizâm-ı Âlem”
ülküsüne sahip ecdâdımızın “beklenenlerden olması”, hamâset değil, rahmet-i
İlâhînin tecellisi ve insanlık tarihinin şâhitlik ettiği bârika-i hakikattir.
“Beklenen Türk” ifadesiyle kastedilen, Osmanlı’nın hâkim
olduğu coğrafyalarda oluşturduğu ve adına “Vefâlı Türk geldi yine” diye marşlar
yazılan Türk imajıdır. Osmanlı’yı Osmanlı yapan, fethettiği yerlerde uyguladığı
“ısındırma, meylettirme, cezbetme” yönetimdir. Arapça karşılığı “istimâlet”*
olan bu politika, özellikle Balkanlarda uygulanmış ve etkisi günümüzde
“Beklenen Türk” ifadesiyle yankı bulmuştur.
Bugün
Balkanlarda Müslüman halkların bulunması Osmanlı’nın sayesindedir. Buna en
güzel örneği, Bosna-Hersek eski Devlet Başkanı (rahmetullahi aleyh), kıymetli
bir münevver Aliya İzzetbegoviç’in “Türklere yazdığı mektup”tan öğrenmek
mümkündür.
Bu tür duygu ve düşünceleri, yine şiirler ve türkülerle diğer
dindaş kavimlerin lider ve halkları da ifade etmişlerdir. Bu minnet ifadelerini
kimi zaman başka dine mensup idarecilerin de söylediklerine tarih şâhitlik etmiştir,
edecektir. Beklenen olmanın sırrı da bundandır!
Kadim tarihimizin hakikatidir ki, bazen üç kıta yedi iklime
bile hükümran (Hâkim-i Ezel olan Allah’tır) olmuş bir millet olarak, topraklar
ve coğrafya değişse bile “gönül coğrafyamız” değişmemiştir, değişmez.
Son yıllarda Türk devlet aklının sâlim ve kadim/hâkim olan
İslâm Medeniyeti tasavvurunun kodlarına geri dönmesi/dönmeye çalışması,
emperyalistlerin ve dünün müstevlilerinin uykularını kaçırıyor ve bize yeniden
Sevr paçavralarını dayatmaya çalışıyorlar ise sebebi, “beklenenlerden”
olmamızdandır. Biz bunu Balkanlar Bosna’da, Kosova’da gördük; Irak Başika’da, Suriye
El-Bab, Afrin, Cerablus ve İdlib’de gördük; Libya’da gördük. Son olarak can
Azerbaycan’ın toprağı Karabağ’da gördük.
Bir
buçuk ay yaşanan Karabağ Savaşı nihâyet sona erdi. Ancak Karabağ’ın da bir
parçası olduğu kadim coğrafya Kafkasya, bölge olarak daima büyük krizlerin
yaşandığı, problemlerin hiç bitmediği bir dünya meselesi hâlindedir. 21’inci
yüzyılda da bu konumu devam edecektir. Azerbaycan-Ermenistan Savaşı’nı da bu
doğrultuda değerlendirmek gerekmektedir. Kuşkusuz Azerbaycan Türk Devleti,
Birleşmiş Milletler tarafından da kendi toprağı olarak tanınan Dağlık Karabağ
bölgesini işgalci unsurlardan temizlemeyi ve Ermenistan’ı kesin olarak mağlûp etmeyi
başarmıştır. Bu başarıda, askerî stratejilerle beraber diplomatik stratejilerin
eşgüdümlü sürdürülmesinin rolü büyüktür. Geçmişte Rusya’nın azmettirmesiyle başlayan
Azerbaycan-Ermenistan çatışması, bu defa Rusya’nın arabuluculuğu (!) ve
Ermenistan’ın yenilgisi ile bitti. Putin, Azerbaycan Ordusu tam da Hankendi’ne
girmek üzereyken ânî bir şekilde bu duruma müdahale etti.
Yapılan
anlaşmaya göre Ermenistan, yılbaşına kadar Karabağ’dan çekilecek.
Karabağ’ın
özerk statüsü sona ermiş oldu. Yapılan yorumların bir kısmında Rusya’nın
zaferinden (!) bahsedenlerin olduğu gözden kaçmıyor. Birinci sıradaki yorum
sahiplerinin bu tavrının ideolojik mensubiyet ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne
olan hasmane tutumlarından kaynaklandığını ifade etmeliyim. İkinci sırada yorum
yapanların ise günübirlik düşünen, ahval-i dünyadan bîhaberlerden teşkil olduğunu
söyleyelim. (Bu ahvali arz ederken kimseye hakaret kastımız yoktur.)
Olanlara
geçmişten bakınca…
SSCB’nin
dağılma süreci ile birlikte ortaya çıkan Dağlık Karabağ problemi, artık sadece
Azerbaycan ve Ermenistan arasında iki ülkenin çatışma alanı olmaktan çıkan bir
problem hâline gelmiştir. Dağlık Karabağ probleminin çözüm önerilerinin
tartışılması, konunun tarihinin ve bugüne kadar gelen çözüm tekliflerinin de
incelenmesini gerektirir. Çünkü bu problem, kökleri çok derinlerde olan bir
tarihe dayanmaktadır.
Milletlerarası
güçlerin bu coğrafyada nüfûz sağlama mücadelesi, konuyu farklı boyutlara da
taşımaktadır. Dağlık Karabağ anlaşmazlığının en ilgi çekici yönlerinden biri,
milletlerarası teşkilâtların aldıkları kararların bir yaptırım olarak bugüne
kadar netîce vermeme gerçeğidir. Problemin çözümünde arabuluculuğa soyunan devletlerin
stratejileri, bu teşkilâtların meseleyi nasıl değerlendirdikleri ve bölgenin
jeo-siyâsî yapısı da doğrudan ya da dolaylı olarak konuyla bağlantılıdır.
Bu
coğrafyada Rusya, siyâset stratejisi olarak 19’uncu yüzyıl başlarından itibaren
olduğu gibi bir kez daha kazandı. Bunu elbette inkâr edemeyiz. Fakat Ermenistan
da Rusya’nın desteği olmadan askerî ve ekonomik olarak ne kadar güçsüz
kaldığını “yaşayarak” tecrübe etti. ABD ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’dan
yeterli lojistik destek alamayacağını da... NATO ve ABD’ye yakın politikalar
gütmeye çalışan Nikol Paşinyan, koltuğunu kaybetme noktasına geldi.
Türk
devlet aklının ve kardeş Azerbaycan’ın vahdetinden ortaya çıkan hayırlı netîcelerin
büyük bir sabrı ve ciddiyeti, zaferi getirmiştir, getirecektir. Hem Azerbaycan,
hem de bütün Türk dünyası açısından yeni bir dönemin başlangıcıdır bu. Bu
sayede Türkiye ile Azerbaycan arasındaki kara bağlantısının da kurulmasının
olumlu sonuçlarını yaşayarak göreceğiz.
Beş
sene kadar önce bugünkü duruma gelinebileceğini kimse tahmin edemezken, bugün
Rusya’nın tavrında önemli ölçüde bir yumuşama ve kabullenme olduğunu da görmek
gerekiyor. Elbette Karabağ’da Rus Ordusunun askerî varlığı olmadan tüm bölge
Azerbaycan Ordusunun kontrolünde olsaydı muazzam bir anlaşma olurdu, ancak
anlaşmaya göre Rus askerinin varlığının sadece beş sene süreceğini de unutmamak
gerek.
“Türk
müsünüz?”
Naçizâne
yazımızın başlığına koyduğumuz “Beklenenden Olmak”, bir hamâset değil, tarihin
imbiğinden süzülüp gelen Allah dâvâsının fedâ-i cân olan milletimizin mâziden-atiye
taşıdığı bir hasletidir. Birkaç misâl, meramımızı izhar eder…
Bizanslı
tarihçi Choniates, Feth-i Mübin’den önce Ayasofya’yı talan etmek için kilisenin
en kutsal köşelerine kadar bir sürü katır ve eşek sokulduğunu ve çalınan kutsal
eşyaların Haçlı ordugâhlarına götürüldüğünü yazar. Bu sırada içkili olan
askerler, Ayasofya’da Ortodoks Patriğinin özel tahtına bir hayat kadınını
oturtmuşlardır ve alay olsun diye onun sözde “dinî vaazını” dinlediklerini de
notlarına ekler. Bu zulüm ve talan, daha sonraki seferlerde de yaşanır. Fatih’in
İstanbul’u kuşattığı sırada, bazı Bizans ileri gelenleri ve din adamları,
Katolik ve Ortodoks kiliselerin birleştirilmesini teklif etmeleri üzerine
Bizanslı Grandük Notoras, “Başımızda
kardinal külâhı görmektense Osmanlı sarığı görmeyi arzu ederiz” diyerek
itiraz etmiştir.
Bir
başka örnek… Somali’ye giden bir Türk heyetine, bir Somalili, “Abdülhamid’in torunları geldi ise
kurtulduk!” der.
Saraybosna’nın
bir dağ köyündeki yaşlı ninenin, yardım götüren Bosna Barış Gücü subayına
yönelttiği “Türk müsünüz?” şeklindeki suâle “Evet” cevabı alınca “Geleceğinizi biliyordum!” demesi veya Pakistan’ın
bir yerleşim yerinde “Türkleri bekliyoruz!”
denilmesi, hamâset değil, hakikatin ve hakkın teslimidir.
Bugün
Gence, Şuşa ve diğer azat olan yerleşim yerlerinde Türk ve Azerbaycan bayrakları
ile beraber sevinç gözyaşları döken Azerbaycan Türkü soydaşlarımızın hislerine,
dünün hatırasından bir gül demedi ile tercüman olalım…
Azerbaycan’ın
meşhur “Lâleler” türküsünün hüzünlü hikâyesi, Kafkas İslâm Ordusu’nun
gönüllerde sebep olduğu inşirahın timsalidir. Gence bölgesine intikal eden
binlerce asker, başlarındaki kırmızı fesleri ve püskülleriyle uzaktan gelincik
tarlasını andıran bir görüntü oluşturur. Gelincik, Azerbaycan Türkçesinde “lâle”
demektir. Bunun üzerine şair Telman Hacıyev, hissiyatını dizelere şöyle döker:
“Yazın evvelinde,
Gence çölünde
Çıhıblar yene de
dize lâleler
Yağışdan ıslanan
yaprağlarını
Seribler dereye
düze lâleler
Meylim üzündeki
gara haldadır
Hicranın elaci ilk
vüsaldadır
Ne vahdır aşığın
gözü yoldadır
Bir gonağ gelesiz
bize lâleler…”
***
Nuri
Paşa’nın ve Kafkas İslâm Ordusu’nun Bakü ve Gence’ye gelişi, Azerbaycanlı
kardeşlerimiz arasında işte böyle bir heyecanla büyük bir umuda vesîle olmuştur.
Tarihimizde bir devlet büyüğünün gelişine söylenmiş başka eserler var mı,
bilmiyoruz. Bunlardan biri, Azerbaycanlı şair Ahmed Cevad tarafından Birinci
Dünya Savaşı günlerinde yazılmış olan, Nefs bestesiyle gençliğimizin dilinde
dolaşan ve radyolarımızda sıkça duyulan bir şiirdir.
“Karadeniz
Türküsü”, “Karadeniz Şarkısı” ve “Karadeniz Marşı” gibi adlarla anılır
“Çırpınırdı Karadeniz”…
Hattâ
bir şiir daha: “Hoş gelişler ola…”
Yavuz
zırhlısı ile Batum’a çıkan Enver Paşa için Azerbaycan Türkleri tarafından
söylenen ve “Enver Paşa Marşı” adıyla anılan manzumenin sözleri şöyledir:
“Hoş gelişler ola
Kahraman Enver
Paşa
Emreyle askere
Kafkas dağların
aşa…”
***
İlây-ı
Kelîmetüllah için Nizâm-ı Âlem ülküsünün sahibi milletimiz, tarihin kendisine
yüklediği mânevî yükü omuzlamakla mükelleftir. O yükün mâhiyetini görmezden
gelemez, yüz çeviremez. Çünkü tarih bizi çağırıyor. Asabiyet yapmadan
söyleyelim ki, “Türk, beklenendir”! Vesselâm…
*Özellikle gayr-i Müslim tebaaya karşı hoşgörülü davranmak.