BİR devletin
büyüklüğünün en temel ölçütlerinden biri, dünyada olup biten her hâdiseyi kendi
bekâ anlayışı, kendi jeo-stratejik konumu ve kendi çıkarları açısından
okumasıdır. Bir devletin bu okumayı yapabilmesinin temel şartı ise, kendi
ufkuna kendinin bakmasıdır. Bu ölçütler ışığından Türkiye’ye bakacak olursak,
15 Temmuz ihanetinin bir milât olduğunu görürüz.
Şüphesiz
Türk devlet geleneğinin tarihsel derinliğinden kaynaklanan ve devletin tehdit
altında olduğunu hissettiğinde harekete geçen bir toplumsal bekâ genetiği her
zaman vardı. Lâkin harekete geçen bu uyarıcı bekâ genini hedefe ulaştırmak için
de büyük ve bağımsız düşünen bir devlet lâzımdı.
Bu
devletin ortaya çıkması için, ayağındaki prangalardan ve kendi çıkar ve
emellerini dış güçlerin çıkar ve emelleriyle birleştirmiş vesayet odaklarından
kurtulması gerekiyordu. Ancak bu odakların elinden kurtulmak öyle kolay bir iş
değildi. Bu bir mücadele ve bedel süreciydi ve nitekim öyle de oldu. Türkiye
1960’dan beri darbe üstüne darbe yiyerek, nihayetinde bıçağın kemiğe dayandığı
15 Temmuz ihanet gününe geldi.
İşte
o gün, devleti tehdit atında gören sosyal bekâ genetiği harekete geçerek
vesayet odaklarına ve onların ardındaki güçlere “Dur!” dedi.
Devlet,
altmış yıldır ayağına vurulan ordu-yargı veya başka bir ifadeyle kalem-kılıç
prangalarından kurtularak bağımsız bir devlet şuuruyla işlemeye başladı. Başına
örülen çorapların farkında olarak savunma sanayiinde oyun değiştirecek
projelerin temelini daha önce atmıştı ama bu girişimin meyvelerini yemeye bir
türlü fırsat bulamıyordu.
Türkiye’nin
şansı, 2002 tarihinden beri iktidarda olan bir parti ile yönetilmesi oldu. Bu
partinin vesayet odaklarından kurtulup ülke çıkarları için çalışması da öyle
kolay olmadı. Ancak bugün Türkiye’yi bölgesel bir güç konumundan çıkararak
küresel bir güç olmaya doğru iten dinamikler, bu iktidar döneminde gerçekleşti.
15
Temmuz ihanetinden sonra devleti kurtaran millet, aynı zamanda iktidarı da
kurtardı. İşte bu tarihten sonra Türkiye, tekrar tarih yapıcı rolüne bürünerek
dünya sahnesindeki yerini aldı.
Türkiye’nin
bu sahnede sarsılmaz bir oyuncu olarak yer alması, bendenizin “bekâ hattı”
adını verdiği ana eksendeki istikrara bağlıdır. Türkiye’nin bekâ hattını üç “T”
harfi ile sembolize ediyorum; Tovuz-Tebriz-Trablusgarp.
Tovuz,
Kafkaslardan gelecek tehditlerin ön cephesidir. Nitekim Karabağ’ın Ermeni
işgalinden kurtarılması, bekâ hattının Kafkaslardan gelen bir tehdidi
durdurmasıyla alâkalıdır.
Tebriz,
Fars işgali altındaki Güney Azerbaycan’ın Kuzey Azerbaycan ve Türkiye ile
entegre olmasının olmazsa olmaz noktasıdır. Tebriz’in azat edilmesi, İran’ın
küçülmesi ve otuz beş milyonluk dev bir yeni gücün ortaya çıkması demektir. Bu
güç, Azerbaycan ve Türkiye’yi Ahvaz’a kadar söz sahibi yapacak bir güçtür.
Ahvaz’dan, Süleymaniye’nin altından çekilecek ve Musul ve Kerkük’le beraber
Halep’i de içine alan hat, Tebriz hattıdır. Bu hat, Mîsak-ı Millî sınırlarını da
içine alan orta bekâ hattıdır.
Türkiye’nin
şu anda Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta
giriştiği mücadelenin amacı, kendi hudutlarını da ilgilendiren bu orta bekâ
hattını tutmak ve nihaî olarak o hat üzerinde tek söz sahibi olmaktır.
Tebriz
hattının ucu, Suriye’nin Lazkiye hududundan Akdeniz’e iner. İşte o noktadan
yani deniz üzerinden Trablusgarp’a çizeceğiniz bir çizgi, bekâ hattının Akdeniz
ve Afrika eksenini verir. Bu hat Kıbrıs, Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika demektir.
Bu hattın Trablusgarp’a varması, orada sonlanması demek değildir.
Trablusgarp’tan sonraki hat, Barbaros Hayrettin Paşa hattıdır. Barbaros Hayrettin
Paşa, nasıl ki Libya, Tunus, Cezayir ve Fas’ı Trablusgarp hattı ile entegre
ederek ayakta kalmışsa, bize düşen de aynı hattı takip etmektir.
Bu
durumda Karabağ ne kadar bizimle ilgiliyse, Tebriz de o kadar bizimle
ilgilidir. Musul-Kerkük ne kadar bizimle ilgiliyse, Halep de o kadar ilgilidir.
Libya ne kadar bizimle ilgiliyse, Tunus, Cezayir ve Fas da o kadar ilgilidir.
“Kuzey
Afrika” deyince “Mısır” unutuldu sanılmasın. Mısır, bekâ hattında neredeyse
Anadolu öneminde bir ülkedir ve onun Türkiye’den ayrı düşmesi ne tarihî, ne
coğrafî, ne de kültürel olarak mümkün değildir. Mısır bir gün ya kendi gelir ya
da biz gideriz; ama ne olursa olsun, Mısır ile beraberlik, kaçınılmaz bir
kaderdir. Şimdilik bir darbe ile vesayet altına girmiştir, bu geçici duruma
bakarak hüküm vermek yanıltıcı olur.
Şu
anda bekâ hattının Barbaros Hayrettin Paşa kolunda bir yangın vardır. O yangın
hangi noktadadır? El-cevap: Tunus…
Tunus,
malûm Arap Baharı’nın da çıkış yeriydi. Gerçi emperyalist güçler o baharın
ürünlerini kendileri hasat ettiler ama ne olursa olsun Tunus halkı, Mısır
halkından farklı dirence sahip bir halktır.
Tunus’ta
bir yangın varsa, bu yangını söndürmek Türkiye’nin temel önceliklerindendir.
“Ne işimiz varcıların” sahiplerinin sesi olduğu muhakkak olan yaygaralarına
bakmadan Tunus için harekete geçmemiz lâzımdır. Önce bir Tunus’a bakalım…
Tunus’ta
neler oluyor?
Tunus
Cumhurbaşkanı Kays Said, Tunus’u Batılı güçlere peşkeş çekmek için, 25 Temmuz
Tunus Cumhuriyet Bayramı’na denk getirerek, bir sivil darbe teşebbüsünde
bulundu. Onu bu darbeye yüreklendiren odaklar ise bildiğimiz unsurlar; Körfez
ve Atlantik ittifakı…
Gaye
nedir? Gaye, Libya’nın etrafını boşaltarak, Libya’nın zengin petrol ve doğal gaz
yataklarına çökmek… Bu gayenin önündeki en büyük engel kim? Türkiye! O hâlde
Tunus’taki sivil darbe kime karşı yapılmıştır? Cevabı açık: Türkiye’ye!
Zaten
Türkiye karşıtı güçlerin borazanı olan birileri ne diyorlar? “Nahda Partisi ve Gannuşi, Tunus’u Türklere
peşkeş çekmiştir, Tunus’tan Türklerin çıkması lâzım!”
Bu
borazanların sıkıntısı ne? Tunus’ta daha önce BAE ve Suud güdümünde yapılacak
olan bir darbe teşebbüsünü MİT’in ifşa etmesi…
Darbeci
Kays Said, baştan beri Türkiye’ye mesafeli olan bir isim. Mesafesinin nedeni,
Tunus’ta malûm ittifakın kriptosu olması imiş, anlaşıldı. Said’in süreç içinde
Fransa ziyaretindeki tuhaf fotoğrafları akıldadır. Macron’u ziyaret eden Said, efendisini
görmüş köpek gibi Macron’un omuzlarını öpüyor, büyük bir utanmazlıkla kâselislik
sergiliyordu.
Kendisini
o mâkâma getiren güçler, Kays’a, “Haydi ikinci Sisi’miz ol!” demişlerdi. O da
önce zayıf bir başbakan aramış ve bu ismin Meşişi olduğuna kanaat getirerek onunla
icraata başlamıştı. Başbakanın zayıflığından istifadeyle icraatı kendisi
yürütmek istiyordu. Ancak Başbakan Meşişi, Said’in bu girişiminden rahatsız
olarak ülkedeki siyâsî partilerden destek istemiş ve ülkedeki büyük siyâsî
partilerin liderlerinden de bu desteği almıştı. Bu tarihten itibaren Meşişi ile
Said arasında bir iktidar sorunu başlamıştı.
Ülkedeki
kolluk güçleri Meşişi’ye, ordu ise Said’e bağlıydı. Said’in görülür bir halk
desteği yoktu. Zaten seçilmesine bakılırsa, Tunus’taki dağınık parlamenter
yapıdan dolayı, yüzde on sekizlik bir oy oranı ile Cumhurbaşkanı seçilmişti.
Şimdi halk tabanı olmayan bir adamın parlamentoyu feshi, başbakanı görevden
alması ve meclise kimseyi sokmaması, sürdürülebilir bir şey değildir. O hâlde Said’i
bu sivil darbeye heveslendirenler, ona ordu desteğini vaat etmiş olanlardır.
Tunus ordusunun eğitim ve donanımı büyük ölçüde ABD tarafından sağlandığına
göre, Said’in bu bapta ABD ile anlaştığı ileri sürülebilir. Onun darbe öncesi
Mısır diktatörü darbeci Sisi ile görüşmesi, demek ki bir tür brifing gezisiymiş
ve Sisi’den darbe yönetim koçluğu istemiş. O da elinden gelen desteği
vereceğini beyan etmiş olmalı...
Covid-19
Salgını küresel ölçekte her ülkeyi vurduğu gibi, Tunus’u da vurdu; ama biraz
daha fena bir şiddette. Bu öngörülmez ekonomik darbe, hükûmeti ve yönetimi
sarsıp yıprattı. Tunus, acil paraya ihtiyaç duyuyordu ve para da Körfez’de idi.
Tunus bu maksatla hem Katar, hem de BAE ile görüştü. Katar, Türkiye’ye yakın
olduğu için, finansal destek sözünü, Türkiye’nin ve kendinin Libya’daki çıkarlarına
zarar vermeyecek bir şart dizgesine bağladı. Bu, Tunus için istikrar sürdürücü
bir teklifti. Ama Said ve efendilerinin aradığı para, bu istikrar parası
değildi. Onların aradığı finans, kaos finansıydı ve kaos deyince de Körfez’in
fitne ikizleri olan Selman ile Zayed’den başkası akla gelmezdi.
Nitekim
öyle oldu ve Körfez’in Lavrens’i Zayed, Said’i fonlama sözü verdi. Şartı ise,
parlamentoyu feshetmesiydi. Zaten ülkedeki medya Körfez istihbaratının elinde
olduğu için, Said’i medya desteği ile de ayrıca takviye edeceklerini
bildirdiler.
Halktan
kopuk darbeci Said, şimdilik para ve asker desteği almış görünüyor ve ABD ile
AB’ye şirinlikler yaparak “Emrinizdeyim” diyor. Fakat halk desteği olmayan bu
işin sonu pek parlak görünmüyor.
Tunus’taki
siyâsî partiler ve özelikle Nahda Hareketi’nin lideri Gannuşi, Said’in yaptığı
şeyi darbe olarak niteledi ve halkı Türkiye’de olduğu gibi sokağa çağırdı.
Halkın bir tarafta, ordunun bir tarafta olduğu bu görüntü pek hayra alâmet
değildir. Neticede birisinden birisi galebe çalacaktır.
Mısır
Darbesi’nden ders çıkaran Türkiye, Sudan Darbesi’nde bu dersin gereği olarak
çok iyi bir pozisyon alıp Sudan ile ilişkileri aksatmadan yürüttü. Tunus’ta
kendisini destekleyen bir taban da olduğu için var gücüyle Said darbesinin
izalesi için çalışacak ve başarılı da olacaktır.
Bunun
için elindeki veri, Tunus ordusunun karakterinin Mısır ordusundan farklı oluşu
ve Tunus halkının kazanımlarını koruma konusundaki azmidir. Türkiye’nin Tunus
içinden yürüteceği darbe karşıtı bir örgütlenme, dengeleri değiştirecektir.
Unutmayalım,
Tunus Türkiye’dir. Oradaki bir yangın, döner, gelir ve bizi de yakar.
Hem
şu günlerde Türkiye’nin pek çok noktasından başlatılan orman yangınlarının bu
işlerden bağımsız olduğunu mu sanıyorsunuz? Türkiye’deki orman yangınları, onun
bekâ hattındaki faaliyetlerinden rahatsız olan bir ittifakın işinden başka bir
şey değildir? Çünkü 2015 yılından beri yeni bir oyuncu olarak sahneye çıkan
Türkiye, o şer ittifakının menfaat ormanlarını yakıyor. Bunun bir bedeli
olacaktı; nitekim hem Tunus’u, hem de ormanları yakarak üstümüze geliyorlar.
Gelin
bakalım, el mi yaman, bey mi yaman, göreceğiz!