Hayalet
ve ruh savaşı
15 Temmuz gecesinde
yaşadığımız Türkiye’yi işgal saldırısında milyonlarca şahit, yüzlerce şehit,
binlerce gazimiz oldu. Millî irade bu saldırıya canıyla, kanıyla engel oldu.
Saldırıyı
gerçekleştiren, ölüm kusan uşak ve ruhsuz hainler, yirmi dört saat geçmeden
yakalandılar ve cezaevlerine gönderildiler. Şimdilerde mahkemelerde yalan,
iftira ve sulandırma amaçlı savunmalarla zaman kazanmaya çalışıyorlar. Ancak
her şey o kadar net ve suçüstü belgelerle tespit edildi ki hak ettikleri
cezalara çarptırılacaklar. Bu konuda “şüphe” ve “geç gelen adalet” söz konusu
olmayacak.
Ancak
FETÖ ile mücadele kapsamında yapılan tutuklamalar, memurluktan atmalar, açığa
almalar ve en önemlisi de “FETÖ” damgasını yiyenlerin sayısının yüz binleri
bulması, beraberinde önemli bir sorunu da tetikledi: Hayaletler!
Evet,
ancak “hayalet” betimlemesi ile izah edilebilecek olaylar zinciri, kafa
karıştıran operasyonlar, kamuoyunu meşgul eden ve çelişkilerle dolu “sanık
listesi” süreci, beklenen “hayalet”i davet etti: “Kontrollü darbe”!
Milyonların
sadece gözü önünde değil, bizzat içinde tanık olduğu ve failleri belli, saldırı
şekli belgeli bir “darbe” ortada iken, millî iradeyi “birlik” ve “dirlik”
içinde tutmayı hedefleyen ve “Yenikapı ruhu” olarak tanımlanan dayanışma
mitingine katılan ana muhalefet partisi CHP’nin lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun
neredeyse AK Parti’yi darbe yapmakla suçladığı “kontrollü darbe” (kara) propagandasının gündem
oluşturma gayreti bize bir tuzağı hatırlatıyor: 15 Temmuz ruhuna suikast!
Bu,
şu demek: “FETÖ aktif!”
Peki,
FETÖ nasıl aktifleşebiliyor?
Bizce
bunun cevabı net: Hayaletlerle… Hayaletlerin en büyük hedefleri de “15 Temmuz
ruhuna suikast” düzenlemek. O zaman bizim 15 Temmuz ruhunu doğru tanımlamamız
ve tanımamız gerekiyor.
15
Temmuz ruhuna ilişkin “millî ve yerli ruh” gibi oldukça sofistike ve romantik
söylemlerin haklı ve gerçekçi payı var; ancak bu ruh, “Rabia” olarak tanımlanan
dört ana değerin “Tek millet, tek devlet,
tek vatan ve tek bayrak!” şiarındaki ruhunu anlatmaktadır. Oysa 15 Temmuz
ruhu, Rabia ruhu değil, sadece o geceye özgü ortaya konulan bir ruhtur: “Kurtuluş ruhu”…
Kurtuluş
ruhu, millî ruhun kanat açmasıdır. “Ruh,
kanatlarını açabildiği genişlikte beden ister ve ancak öyle bir bedende
görkemli kanatlarını hareketlendirerek o bedeni kahramanlaştırır” ölçüsü
gereği, 15 Temmuz ruhu da “kurtuluş ruhu” demektir. Çünkü millî ruh, bazen
mimarideki estetik doktrini, bazen musikideki nağmeleri ve bazen de inançtaki
kişilik sahnelemeleriyle kendini farklı bedenlerde gösterir. Yani millî ruhun
çok farklı tecellileri vardır. Ancak millî ruhun en görkemli görünümü “kurtuluş
hareketi”dir.
Kurtuluş
hareketi genellikle kuşatma, kilitlenme, saldırı, işgal veya savaş durumlarında
ruhun kanadı olarak açılır. Kuşkusuz bu kanat açılımı bazen özgürlük, bazen
sadakat, bazen de varoluş için hareket hâlindedir. Peki, 15 Temmuz kurtuluş
ruhu hangi kategoridedir? Bir başka ifadeyle sormak gerekirse nelerini
kimlerden kurtarmak peşine düşmüştür ve kendisini kuşatmak, işgal etmek isteyen
güçler kimlerdir?
İşte
bu noktada hayaletler devreye girmektedir!
15
Temmuz ruhunun kanatlarının açılmasını engellemek için yerinde, yani içinde
olduğu millî bedende (ki o Rabia ile ete kemiğe bürünmüştür) kanatları kırılmış
ve bedeni ile iletişimi kesilmiş hâlde, ruhun “ruhsuz” işlevde olması için
hayalet(lerle) saldırılar devreye girmiştir. Yani 15 Temmuz’da durdurulan uçak,
tank ve silahlar yerine hayaletler saldırmaya başlamıştır.
Öyleyse
16 Temmuz’da saldırıya geçen hayaletler mevcuttur ve saldırılarını örgütlü
şekilde arttırmaktadırlar. Peki, bu hayaletler nelerdir? Adlarıyla müsemma
“hayaletler”, dediğimiz bu saldırı adreslerini acaba “görünür” kılabilir yahut
bize bu konuda imkân sağlayabilirler mi?
Hatırlanacağı
üzere “Hayalet Avcıları” isimli bir film serisi vardı. Filmin bir sahnesinde
odada lambalar patlıyor, sandalyeler uçuşuyor ancak hayaletler görünmüyorlardı.
Hayalet Avcıları’ndan bir ekip, hareket olan yere gaz sıkarak hareket ânını
yakalamaya çalışıyor ve bunu başarabilirse işte o zaman görünmeyen hayalet,
görünür hâle geliyordu. Ancak görünür hâle gelse de hayalet yapacağını yapmaya
devam ediyordu. Ta ki Hayalet Avcıları içindeki ikinci bir ekip bu görünür
hayaleti kafesleyene kadar…
Ancak
15 Temmuz sonrası onlarca farklı hareketlenme oldu, fakat o hareketleri ânında
yakalayan ve onu yapan hayaleti görünür kılan “gaz” bulunamadığı için maalesef
söz konusu hayaletler operasyonlarını sürdürebildiler. Kaldı ki, “küçük
hayaletler”den bazıları görünür kılındığında ortaya çıkan isimlerin AK Parti
kurmaylarından bazılarının aile fertleri olması da iyice can sıktı ve kafa
karıştırdı. Oysa şu unutulmaktadır: Hayaletlerin hedefinde “ruh” vardır ve bu
ruh, 15 Temmuz ruhu olan kurtuluş ruhudur. Bir başka ifadeyle söyleyecek
olursak; hayaletleri avlayamıyoruz ama bu arada korumamız gereken ruhu nasıl
koruyacağımız noktasında da aciziz.
Tam
da bu noktada, “Kurtuluş ruhu nasıl korunabilir ve hayaletlerin bu ruha zarar
vermemesi için ne tür tedbirler almak gerekir?” sorusunun cevabını 15 Temmuz’un
birinci yıldönümünde iyice düşünüp hazırlıklar yapmak gerekir.
Başlamamış
zafer
15
Temmuz darbe girişiminin durdurulduğu doğrudur. Ancak “Darbecilerin ve darbeci
aklın sonlandırılması dolayısıyla bir ‘zaferden’ bahsedilebilir mi?” diye
düşündüğümüzde, bu cevaba sanırım milyonlar “Hayır” diyecektir. Çünkü savaş
devam etmektedir. Eski savaşların tecrübesiyle söylenirse, “sahada kazanıp
masada kaybetmek” diye vurgulanan aşamalar söz konusudur. Bu noktada FETÖ ile
mücadelede “sahada kazanmak” diyebileceğimiz bir sonucun bile alındığından emin
değiliz. Çünkü yüz binleri bulan yargılama süreci devam ederken “FETÖ’nün
siyasî ayağı” başlığı altındaki beklentilere karşılık verilmemesi ve CHP’nin
“kontrollü darbe” (kara) propagandasında aldığı mesafe hepimizi tedirgin
etmektedir. Peki, ne kadar ve hangi alanlarda tedirginliğimizde haklılık payı
vardır?
FETÖ
ile mücadele, kuşkusuz çok yönlü olmak durumundadır. Siyasî, askerî, kültürel,
dinî, bürokratik ve iktisadî birçok yönü içerdiği gibi, tüm bu yönlerin
“bütünleşik” olması zorunludur. Ancak bu bütünleşik mücadelede zafiyetler söz
konusudur. Çünkü mücadele, “FETÖ’yü devletten temizlemek” formunda sürdürülmek
isteniyor. Oysa FETÖ’nün girilecek ini devletin içi değildir. Aksine devlet
FETÖ için “in” değil, “ova” hükmündedir. Dolayısıyla ovadaki av süreğenliği sonuç
vermeyecektir. Tıpkı PKK ile mücadeledeki stratejik hatalar sebebiyle kırk
yıldır aynı sürünceme durumunda kalınması gibi… Çünkü PKK ile mücadele de ovada
sürdürülmek istenmiştir.
Oysa PKK, kendi inlerinde yıllarca rahatlıkla besleniyor, hazırlık yapıyor ve istediği zaman sahaya inip operasyon yapıyordu. Hatta öyle bir aşamaya geldi ki, ovada kendine insan kaynağı da bulabildi. Siyasal ve kültürel örgütlenmelerle öyle başak verdi ki, Türkiye Cumhuriyeti, “Çözüm Süreci” başlığı altında bu insan kaynağını kontrol etmek durumunda kaldı. PKK ile mücadelede gösterilen zaaflar gösteriyor ki, FETÖ ile mücadele de aynı şekilde yürütülüyor. Bu zaaflar görülmedikçe 15 Temmuz zaferinden bahsedilemez. Peki, nedir bu zaaflar?
İstihbarat
ve istirahat
Bugün
FETÖ’nün uluslararası bir “istihbarat örgütlenmesi” olduğu anlaşıldı. Oysa 17
Aralık’tan önce iktidarın en önemli destek verdiği oluşumlardan biriydi. Demek
ki, iktidarın fark etmekte gecikmesi sorunu bir gerçeğe işaret eder: FETÖ
istihbaratta, MİT istirahatte!
MİT’in
“istirahat” döneminden bahsetmek mümkün mü? Mümkün! Çünkü FETÖ, vardiya ve
nöbet usulü bekçilik yapan askerî bir muhafızlık gibi “paralel MİT”
diyebileceğimiz bir güce erişmişti. Nitekim Hakan Fidan’ı sorgulamak amacıyla
yaptıkları operasyonlar da bu güç ve cesarete erdiklerini göstermektedir. O
zaman kilit sorulardan ilki şudur: 15 Temmuz’dan bu yana MİT ne aşamadadır?
Görülen
o ki, yavaş da olsa MİT kendi paralel dokusunu tespit etmektedir ve böylece
tasfiye süreci devam etmektedir. Ancak FETÖ MİT’ten vuruşarak çekilse de,
farklı ülkelerin istihbaratlarına taşeronluk yapan “tetikçi örgüt” aşamasını
aktifleştirmiştir. Bu bağlamda MİT, FETÖ’ye uluslararası alanlarda operasyon
yapmak durumundadır.
Örneğin
FETÖ’nün üst düzey yetkilileri içinde bazı isimlerin, bulundukları ülkeden
derdest edilip getirilme örneklerine rastlanmaması, FETÖ’yü bulundukları
ülkenin istihbaratları tarafından korunduğunun hem delilidir, hem de MİT’in
millîleşmesinde gerekli olan zaman ve eforun devam ettiğine işaret etmektedir.
Dolayısıyla mücadele edilen ilk hayalet “istihbaratlardır”.
Kuşkusuz
FETÖ istihbarat ile yüksek performans içinde iken uyanık olması gerekenlerin
istirahat hâlinde oldukları anlaşılmıştır. Hatta betimleme olarak söylersek
eğer, bizzat FETÖ’nün masraflarını üstlendiği “tatiller” havasında kalınmıştır.
Tam
da bu bağlamda, FETÖ ile mücadelede MİT’in kendi istihbaratı üzerinden elde
ettiği “örgüt” listesi ve özelde ByLock kullanımından yola çıkılarak elde
edilen on binlerce “potansiyel FETÖ’cü” isim datası önemli bir mesafedir. Bir
anlamda “MİT arama motoru” verimli çalışmaya başlamıştır. Bu motorun aramasına
takılan isimlerin genele yakını, gerçekten FETÖ üyesi olmak noktasında
suçlular. Ancak MİT motoru dışında çalıştırılan ikinci bir arama motoru daha
devreye sokulmuştur. İşte “hayaletler” de o zaman devreye girdiler!
Bu
motor, “kamu motoru” diyebileceğimiz ve bürokrasi içinde oluşturulan “FETÖ
tespit komisyonları”dır. Daha açık ifadeyle, hayaletleri kafeslerinden salan
stratejik hata işte bu “kamu motoru” masalarıdır! Nitekim aylar içinde on
binlerce insan FETÖ kapsamında açığa alındı, işten atıldı veya içeri girdi,
fakat haftalar içinde yine binlerce kişi “Mağdur edilmiştir” kaşesiyle görevine
iade edildi veya salındı. Bu, stratejik bir hata idi. Çünkü FETÖ bürokrasi
içinde güçlü idi ve asıl görülmeyen zaaf, bürokraside FETÖ ile hiç ilgisi
olmayan ama Erdoğan’ı sevmeyen tüm muhalif bürokratların “Fırsat, bu fırsat!”
denilerek mağdurların sayısının köpürtülmesinde yaşandı.
Âdeta
“FETÖ kapsamında kamu arama motoru” diyebileceğimiz masaların ortaya çıkardığı
ortam, “At izi, it izine karıştı” ifadesiyle kabullenildi. Ancak FETÖ’nün
“ahtapot hayalet” olarak tasvir edilmesi sebebiyle, kesilen kolların dışında
farklı kolların ortaya çıkması “normal ve anlaşılır” görüldü. Bir başka
ifadeyle, FETÖ bir kolunu göstermedikçe o kol tespit edilemiyordu. Buna bir de
“vatandaşın çene motoru” diyebileceğimiz dedikodu kültürü eklenip özellikle
sosyal medya üzerinden şişirilince, algı yönetiminde de zafiyetler artmaya
başladı.
Bu
ortama istihbaratların cirit atmasının yanında istirahatte olan teşkilatlar
eklemlenince, “Darbe geliyor!”, “Suikast olacak!” haberleri konfeti gibi etrafa
saçıldı.
İstihbarat
hayaletlerini görünür kılacak ve kafesleyecek çalışmaların yine MİT tarafından
yapılmak durumunda olduğu aşikârdır. Bu “ahtapot kolları”nın kaç koldan
oluştuğu ve hangi adreslerle ilişkili olduğu konusu, MİT’in artık özel gündemi
ve kişisel performansına bağlı çözümlenecektir. Allah’tan istirahatte olanlar
çok olsa da, yerli ve millî istihbarat duyarlılığı taşıyan kahramanlar görev
başındalar.
Ancak
MİT’in çözemeyeceği dev hayalet ahtapot, varlığını sürdürmektedir: “Gülenizm”!
“Son
Gülen” kim olacak?
Gülenizm,
aslında “izm” ölçeğinde bir doktrin veya entelektüel bir akım derinliğinde değil.
Ancak madem düşman “FETÖ” diye isimlendirilmiş, o zaman “FE” vurgusunun açılıma
ihtiyacı var. Bizce bunun açılımı, “Gülenizm” diye tanımlayacağımız bir
zihniyettir. Çünkü taraftarları, Gülen liderliğindeki süreci gerçekten “izm”
tanımına uygun bir psikoloji ile anlamış, yaşamış ve sağa sola saldırmıştır.
Peki, “izm” ekinin kodları neler? Gülen ölse bile onun bıraktığı bu zihniyet
kodları neler?
Gülenizmin
en önemli özelliği, “ruhsuz” ama “hayalet” gücüne sahip olmasıdır. Bu anlamda
bir çeşit “münafık zihniyeti” diyebileceğimiz bir tarzı var. “Münafık” kavramı,
“gizli İslâm düşmanı” olarak politize edilmiştir. Doğrudur, bu yönü de var
münafıklığın. Ancak münafıklığın özünde “İslâm düşmanlığı” yoktur, “güce
tapmak” vardır. Müslümanların güçlü olduğu ortamda çıkması da bundandır.
Değilse, Müslümanların zayıf olduğu zamanlarda Müslümanların arasına girmiş
ajanlardan bahsedemeyiz. Nifak sahibi münafık, “güce tapmak, güç için her yolu
meşru görmek ve güçlü karşısında uşaklık etmek, gücü elde ettikçe gaddarlaşmak”
gibi bir “final güç” özelliği taşımaktadır.
Gülenizm, toplumdaki tüm güç odaklarına asılmak ve güce karşı zaaf gösteren herkesi kullanmak gibi tüm kılcal damarlara nüfuz etmek noktasında oldukça becerikli davranmıştır. Dolayısıyla FETÖ ile mücadele, aslında toplumun nifak ve münafıklıkla yüzleşmesini zorunlu kılar. Yani FETÖ’nün güç temerküzünden beslenmesine müsaade eden zaaf, aslında toplumdaki güce karşı edilgenlik hâlleridir.
Unutmayalım,
münafıklık bir “zihniyet hayaleti”dir. Gülenizm ise bu hayaletin uluslararası
kolları olan bir dev ahtapot hâlidir. Nitekim FETÖ’nün siyasî ayağındaki direnç
tam da bu zaafın aktif olmasındandır. “Adalet fakire mi? Peki ya güçlüye?”
sitemini haklı çıkaracak birçok olayın gerçekleşme sebebi de işte bu “nifak”
hayaletinin işbaşında olmasındandır. Üstelik nifakın en önemli yeteneklerinden
biri, suç ortaklarından birini kurban seçmesi ve geride kalanları bu kurban
üzerinden aklamasıdır.
Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın, “Acırsak, acınacak hâle geliriz!” şeklindeki uyarısı bu nifaka
işaret ediyor olsa gerektir. Ancak unutulan bir şey var: Nifak, imanın benzeri
olmayı görüntü ile verebilmek gibi bir yeteneğe sahiptir. Nitekim FETÖ’yü
deşifre edecek en önemli örgütlenme şeması askerî, siyasî ve bürokratik
hiyerarşiler değil, para trafiğidir. Çünkü münafıklığın kuluçkası “para”dır.
Görüldüğü
üzere FETÖ, para sayesinde direnebiliyor ve uluslararası birçok adresi satın
alıp tetikçilik yaptırabiliyor. 17 Aralık öncesi kurulan ilişkilerde “para
dünürlüğü” diyebileceğimiz ağa takılmış isimlerin “Sıra bana da gelecek!” panik
atağı içinde, özellikle para ilişkileri deşifre olmasın diye birçok FETÖ’cüye
“kefaletle serbest bırakmak” yolunu kullanması ve hatta küçük çapta da olsa
“yargı borsası” oluşturulması, hep bu nifakın benzini olan “para” ile
ilişkilidir. Çünkü gücün başkalarını maşa olarak kullanabilmesinin en “parmak
izi bırakmayan” metodu parasal ilişkiler kurmaktır. Çünkü para, “elin kiri”
gibi ironik bir marifete sahiptir.
O
zaman şunu söyleyebiliriz: İstihbarat hayaletinden sonra ikinci büyük ve çok
kollu hayalet, “para ahtapotu”dur ve Gülenizmin bir “iktisat ahlâkı” (!)
geliştirdiğine işaret etmektedir.
Son
olarak üçüncü çok kollu büyük ahtapot ise “medya”dır. FETÖ’nün gündem oluşturma
gücü, medyayı kullanabilme ve konuşlandırabilme becerisidir. Nitekim FETÖ’nün
ulusal ve uluslararası medya gücü hâlâ kendini güncelleyebilmektedir. Peki, bir
hayalet olan medya ahtapotunun kollarıyla sarıp öldürücü olabildiği en kuvvetli
yönü nedir? Bizce söz konusu “ruhsuzlaştırma” becerisidir. Tam da bu noktada 15
Temmuz ruhuna saldıran asıl ahtapot bu hayalettir!
Nitekim
15 Temmuz ruhuna saldırarak bu ruhu hissizleştirme gayretleri, ulusal ve
uluslararası medya adreslerinde ciddî mesafe almıştır. Maalesef 15 Temmuz
sonrası 15 Temmuz ruhunu yaşatacak medya rolleri FETÖ’ye kaptırılmıştır. Çünkü
15 Temmuz “zafer” edası ve erken başlatılmış kahramanlık hikâyeleriyle kısa
sürede tüketilmiş, âdeta ruh bedene girmeden beden mumyalanmıştır. Bu beden,
üstelik “zafer müzesi naaşı” gibi çoktan sergilenmiştir.
Oysa
en basitinden, 15 Temmuz şehitlerinin yakınları bile, bekledikleri destek
konusunda ve gündem oluşturma enerjisinin kaybedilmesinden sitemkâr şekilde
bahsetmeye başlamışlardır. Aslında kastedilen, “hainlerin cezalandırılması”
değil, “şehitlerin onurlandırılmasıdır”. Bu onurlandırmadan kasıtsa “özlük
hakları” değil, 15 Temmuz ruhunun canlı tutulmasıdır. Yani hayalet ahtapotların
saldırdığı o ruhtur. Peki, bu ruh ve onun kanatları nelerdir? Hatta kaç
kanatlıdır?
Bu
noktada sadece bir kanat kıpırtısı hatırlatmasıyla yetinelim. Çünkü uzun yıllar
bunu konuşmaya şimdiden mahkûmuz!
Dondurulmuş
ruh
15
Temmuz ruhunun varlığı kuşkusuz “millî irade”dir, milletin iradesidir.
Dolayısıyla milleti millet yapan değerler etrafında, millet aidiyetinde
yabancılaşmamış toplumun her kesiminin katılımıdır. Ancak kısa sürede bu irade
odak noktasından ve hatta ana enerji olmaktan çıkarılmış ve yerine “devlet
aklı” konulmuştur. “Devlet hâllediyor” propagandası işletilmiş ve âdeta “Ey
millet! Demokrasi nöbetleri bitti, siz eve gidin. Artık iş devlette”
denilmiştir. Ancak kısa sürede devletin işi yüzüne gözüne bulaştırdığı
propagandası kafa karıştırmış, hatta ciddî taraftar bulmuştur. Bizce bu rol
kaymasını üç hayalet (uluslararası istihbarat ve yerli işbirlikçileri, Gülenizm
-yani güç nifakı esirleri- ve medya) gerçekleştirmiştir.
Özellikle
15 Temmuz ruhunda odaklanması gereken medyanın kısa sürede alıştığı “Erdoğan’da
odaklandırma” huyu devreye girmiş ve 15 Temmuz’un kilit rolü, millî iradeden
Erdoğan’a kaydırılmıştır. Ancak bu da bir FETÖ tuzağı idi ve nitekim kısa
sürede “Darbe’yi Erdoğan plânladı” içeriğindeki “kontrollü darbe” algısı
devreye sokuldu. Oysa “kontrollü darbe” iddiası bizzat halka saldırmak ve halkı
suçlamaktır. Ancak halk bile “kontrollü darbe” lâfından işkillenmiş ve
“Şehitler bir kumpasa kurban gitmiş olamaz!” dip dalgasına kapılabilmiştir.
Kuşkusuz
halk FETÖ’yü deşifre etmiştir ve “kontrollü darbe” hezeyanına prim verecek
değildir. Ancak odada lâmba patlatan veya sandalye uçuran hayaletin görünür
kılınmasını ve ardından kafeslenmesini de istemektedir. Bu beklenti, “fay hattı
kırılması” gibi bir enerjiye de dönüşmektedir. Bu enerji 2019’da kırılacaktır.
Ama ay veya günü belli değil.
Özetle,
15 Temmuz’un birinci yılında “mumyalanmış zafer” gösterileri olur da ruhsuz
analizler devreye girer ve üç ahtapot hayalet görünür kılınmazsa, o zaman millî
irade 2019’da tekrar devreye girecektir. Ancak bu sefer kendi demokratik ve
sivil gücünü kullanarak hayaletleri kendi imkânlarıyla görünür kılacaktır.
Unutmayalım,
halk gaza gelirse hayalet avcısı olur! Ancak halkın eline tutuşturulan gaz,
sadece bazı hayaletleri görünür kılabilme özelliğine sahip olabilir. Ve bizzat
halkın gaza gelip gaz vermesiyle asıl üç ana büyük ahtapot, hayâli varlığını
sürdürmeye devam edebilir.
Hayaletler
savaşının devam ettiği bir süreçte “zafer”den bahsedilemez. Çünkü başlamamış
zaferi kutlayanlara neler olduğu noktasında tarih ibretlik tablolarla doludur.