Bedenimde değil, ruhumda sızı

Olayların tarihî süreçleri detaylı irdelendiğinde, her felâketin öncesinde ve sonrasında köklü uyarılara rağmen isyankâr ruhların toplumu her şekilde şımarıklıklarıyla sarstıkları açıkça görülür. Çare ise kavi bir inanç ve ahlâkla donatılmış haklı özgüvene dayalı akılcı bilgiyi cesaretle kullanabilmektir.

RUHLAR yaralandı. İnsanlığın ruhu yaralandı. Hayvanların ruhu yaralandı. Tabiatın ruhu yaralandı. Altı Şubat gecesi kadim şehirlerin asırlık ruhu yaralandı.

Sarsıldı sağlam gibi görünen iman ve inancın asil ruhu. İnsanlar insanların ruhlarına ağladı, şehirler şehirlerin. Nice şiir ve öykülere konu olacak, uzun hava nakaratları terennüm edilecek ve yıkılan şehirlerin hikâyeleri yıllarca yazılacak. Yeni şehirler inşâ edilecek ama ruhlar, yıkılan şehirlerin ruhu olamayacak. Her yeni ruh kendi geleceğini inşâ edecek. Tarih bu ruh yolculuklarının öyküleriyle doludur. “Şehirlerin ruhu nasıl düzeltilecek?” sorusunun cevabı ise, ruhların ölümüne paralel, sonsuza genişleyen doyumsuzluk spiralinin diferansiyel denkleminde saklı kalacak.

Toplumların kültür ve medeniyetini bencil özgürlükler daraltır. Canlara can olan muştular susturulur, yaşamlar grileşir ve ruhî hastalıklar kaçınılmaz olur. Gökyüzü kararmadan yağış olmaz. Yağış öncesi kararan gökyüzü misâli cahiliyet inançları da medeniyetler üzerine kara bulutlar gibi üşüşünce ruhlarda bitmeyecek sarsıntılar başlar. Bu sarsıntıların neden olduğu hastalıkların her çağda bir adı vardır. Bu çağdakiler ise “doyumsuzluk, enerji savaşları, sel, kasırga, pandemi veya deprem” olarak sıralanabilir.

Ruhların yaralandığı, öldüğü, hüzünlendiği çağlar, bir yönüyle zulüm çağlarıdır. Toplum tüm değerlerini kaybetmiş, insanlık “bel hum edal” benzetmesiyle adeta aşağılar aşağısı bir yaşantıya âşık olmuştur. Şehirlerin yaşayan kadim ruhları enkaza dönüşmüş ve bu ruhlar topluca bir mahzene sıkıştırılmıştır.

İsyan ve nezaketsizliklerle ruhların asilliği bozulmuş ve küllî iradeye başkaldırılmıştır. Her çağın isyanı diğer cağdan farklı olmuştur. Ama isyanın ana karakteri hep aynı kalmıştır. Meselâ toplumlar kendilerinden olan elçilerine itibar etmemişlerdir. Günümüz insanlarının kendinden olan liderin arkasında değil de kendi değerlerine çok uzak bir yerde saf tutmaları gibi... İşte ruhlar bu şekilde çürümeye başlamış, kokmuş olarak şehirlerin daracık sokaklarında virüs dalgaları hâlinde yayılmaya başlamıştır. Böylelikle, toplumların ruhlarını ölüme sürükleyen fiiller ivmelenmiş ve momentum etkisi büyümüştür. Bu dönemler sevgisizlik, zulüm, haksızlık, adaletsizlik, şımarıklık, tembellik ve haddi aşmalar şeklinde tanımlanabilir.

Şehirlerin ruhu öldüğü zaman köle pazarları can bulur, kız çocukları diri diri toprağa gömülür, fakirler horlanır, mülteciler reddedilir, firavunluk düzeni hâkim olur ve insan, insanların tanrılaşmasına tanıklık eder. Şehirlerin ruhu ölünce, fakir açlıkla ölüme hüküm giyer, mülteci soğukta donar ve zenginler servetinin hesabını bilemez. Medeniyetin, kültürün, inancın ve saygının ruhu öldüğünde Nuh Tufanı kaçınılmaz olur. Ruhları öldüğü için azgınlıkta iğrençleşen Lût kavmi yok olmuştur. İman ruhu ölünce yedi gün yedi gece kulakları patlatan bir kasırga uğultusuyla oyulmuş muhkem kayalarda yaşayan kavimler yerlere serilmiştir. Şehirlerin kadim ruhları bozulunca, nerede yaşanırsa yaşansın, gelecek olan afet gelmiştir. Allah’ın gazabının da merhameti kadar güçlü olduğu unutulmuştur. Birçok toplum kötü fiillerinden dolayı tarihin raflarında yerlerini almıştır.

Toplumun dinamiği olan Musa’nın ruhu, suda boğulacak kadar aciz olan ama kendini tanrı sanan Firavun’a şahit oldu. Bu ruh yok olunca Sebe halkı Arim Seli’nden kurtulamayıp helak oldu. İtimat ve güven ruhu öldüğü zaman peygamberler, nebîler ve resuller şehit edildi, sürgün edildi ve dışlandı; halifeler öldürüldü, Kerbelâ faciaları yaşandı ve Allah’ın En Sevgilisinin eşine iftiralar atıldı. Kanaat ruhu ölünce kabile savaşları başladı. İnsanlığa bekâ veren kadim medeniyetlere saldırıların yapıldığı her çağda ruhî çöküntüler oldu; mutluluk sinelerden çekildi ve tarih, toplu insan katliamlarını kaydetti.

Hak ve özgürlük kispeti altında inançlıların ruhlarını yaşattıkları ve edeple süsledikleri kadim şehirler yakılıp yıkıldığında, dünya, yeniden tanzim edilen modern savaşlarıyla asırlık şehirleri harabeye çeviren ve adil olmayan yeni bir savaşı “hukuk” adıyla başlatmıştı. Aile yapısının dağılmasıyla başlayan ahlâkî ruhun çöküş eşiğinde toplumlara ırkçı, faşist, sosyalist, komünist, emperyalist ve kapitalist gibi kan emici, düzen bozucu, savaşları tetikleyici türlü ideolojiler altında ihanet yarışları yaptırıldı. Toplumların kadim ruhunu baskılayan menfaatçiler, devletsizler ve bütün mukaddes düşmanları akla ve izana ziyan her türlü bedbahtlığa imza atar hâle geldiler. Millî ruhlar öldüğünde devletler yıkıldı; toplum, her bir ferdiyle toplu sürgünlere gönderildi, mülteci oldu, hatta “öz yurdunda parya” oldu.

Kendi temellerine dinamit koyanların öldürdükleri ruhların akabinde başlamıştı dünyanın birinci, ikinci ve sonraki savaşları. Toplumun inanç ve güven ruhu çökünce isyanlar, darbeler, cuntalar, çeteler, mafyalar ve çalışmadan çok kazanmak isteyen güruhlar çoğaldı. Şehrin çıkmaz sokaklarında kuşatılan millî ruhlar gözlerinden hançerlenirken, kuru ve hayâlî ideolojiler uğruna binlerce kişinin canına, ailelerin huzuruna ve şehirlerin mutluluğuna benzin dökülüyordu.

İnsanlık ruhunun öldüğü her çağda ahlâkî olmayan fiiller hükmünü artırır. Bu öyle bir hâl alır ki, inanç ve iman dahi ölmüş ruhları diriltemez. Ve insan, hiç olumsuzluk yaşamayacakmış gibi kural tanımaz azgınlıklara ulaşır. Ruhların öldürülmesi, dünyanın topluca bir buhrana sürüklenmesi, maneviyatın bitmesi ve maneviyatçı görüşün hâkimiyetini yitirmesi, materyalist düşüncenin ivmelenmesi, onur ve iffetin kaybolması ve maddenin kazanmaya başlamasıyla gözyaşlarının çoğalması, huzur ve refahın kaybolması, dünyanın kanlı sahnelere şahit olacağı çığlıkların duyulmasından başka nedir ki?

Ruh ölünce sanatın, edebiyatın, ahlâkın, inancın ve kavramların içi boşalır. Bu, insanların cemaat, cemiyet ve millet olma şuurundan uzaklaşması, amaçsız, hedefsiz, gayesiz ve dâvâsız yığınlar hâline gelmesi demektir. Ruhun deformasyonu ise toplumun sonu gelmez vahşiliğe meyletmesidir. Bu durum Kur’ân’da tanımlanan medeniyetlerin çöküşünde ve acısı çok taze olan asrın felâketinde açıkça görüldü. Zira “asil” olarak tanımlanan bir kısım tebaa, kendilerine muhtaç olanlara merhamet etmedikleri için, “Rabbim, içimizdeki beyinsizler yüzenden bizi cezalandırır mısın?” ayetinin tecellisine insanlığı maruz bıraktı. Görüldü ki, onların ölen ruhlarını deprem dahi diriltemedi. Çünkü edep dışılık, ruh bekâsının yok olması demektir. Hevesin insan ahlâkında söz sahibi olması da kişiyi utanmaz, arlanmaz, çekinmez ve uslanmaz kılarak bir şer odağı hâline getirir. Ruhun vekahat ve habaset hâli insanı ibadetsiz, duasız ve huysuz bir boyuta sürükler. Bu ise insanlığın doğruluktan ve doğrudan yüz çevirmesi olup, “Amelleriniz olmasa ne işe yararsınız?” mesajıyla muhatap olması demektir.


Ruhu defnetmek, unutmak mıdır?

Yukarıdaki sıralı örnekler geçmişte hep yaşanmıştır. Bu tür durumlar, şehirlerin dinamiği olan inanç odaklı ruh ölümlerinin insanlığa ödettiği bir bedelin olduğu inancını vermektedir. Ruhu aslî yolundan çevirmek insanlığa hiçbir şey kazandırmadığı gibi, kan ve gözyaşından başka bir şey de bırakmaz. Bireyler, aileler, toplumlar, şehirler, ülkeler, kültür ve medeniyetler ruhsal sarsıntı geçirerek tahrip olmaya başlar. Nice köklü sanılan medeniyet yıkılıp yok olmaya mahkûm olur ve insanlık çok büyük yaralar alır. Çünkü “Dünya Medeniyeti” bilgi teknolojisi alanında şekillenmesine paralel olarak işkence, açlık, dram, zulüm ve ölüm de aynı ivmeyle artmaktadır. Bu dönemler, geçmişte olduğu gibi gelecekte de “ruhların yeniden ölümü” şeklinde yazılacaktır.

İslâm sancaktarlığı yapmış, ülkelere, milletlere, hükümdarlara, kültürlere, medeniyetlere ilham kaynağı olmuş bu millet öyle bir hâle geldi ki, “Müslüman Müslümanın kardeşidir” mesajını anlayamaz oldu. İlâhî aşkla galebe gelen bu millet, tarihte görülmemiş bir acziyet ve talihsizlikle yüz yüze kaldı. Ruhlarını öldürmüş olanlar, bu zilleti hiç algılayamadıkları gibi, kendilerini iyice adileştirmekten de kaçınmıyorlar. Mecâlsizlik bilmeyen sağduyulu sîneler, ruhlarını satanların yönetimine asla bırakılmamalı. Aksi takdirde hizmete sevdalı aydınlık gönüller söner, yılmak bilmeyen gayretler yorulur, kırılır ve incinir.

Şehirlerin ezanlara alışık ruhları sağırlaşırsa, ufuklara dikilen sancaklar birer birer indirilir, Kızılelma’ya açılan gözlere miller çekilir, imdat bekleyen nidalara sırtlar çevrilir, diyardan diyara koşturduğumuz atlar kesilir, Haçlıların kuşatmasında kalan Doğan Beyler, Kudüs’e koşan Selahaddinler unutulur. “Ya İstanbul beni alacak ya da ben İstanbul’u” diyen Fatih unutulur. “Kudüs alınana kadar uyku haram” diye haykıran ordu unutulur, “Önde Fahr-i Kâinat Efendim varken nasıl ata binerim?” diyen edepler unutulur, “Çam da bizim, kozalak da” diyen engin gönüllüler unutulur, “Zalimler için yaşasın Cehennem” diyen duruşlar unutulur. Ve Cihan Harbi’nde yedi düvele karşı vermiş olduğumuz ruh mücadelesinden alnımızın akıyla ve binlerce şehidimizin şanıyla çıkmamıza ve ruhumuzu kurtarmamıza rağmen, bencilce bir kibir uğruna ruhlarını satmış, kişiliklerini peşkeş çekmiş ihanet şebekeleri dahi unutulur.

Asil ruh kaynağımızı yıpratır, pınarlarımızı kurutur, can suyumuzu bulandırır, şahdamarımızı kestirir ve gönlümüzden muhabbeti kaldırırsak, sadece bedeni diri bireylere dönüşürüz; sızı bedende değil, ruhlarda bayraklaşır. Çünkü o kadar gereksiz kabullere sahip olduk ve savunma mekanizmalarımızı o kadar geliştirdik ki ruhların yaralanması için yapılanlara engel olamadık ve tüm olumsuz yaklaşımlara, sadece “imanın en zayıf noktası” gereğince “buğz” edebildik. Hatta çok defa buğz etmemiz bile tuhaf karşılandı ve kınandı. Düzmece romanlarda, hikâyelerde, öykülerde, dizilerde ruhumuza kezzap dökenlere karşı direnenler ve set olmaya çalışanlar bir yudum suda boğulup idam edilmekten beter edildi. Bir nevi mobbing uygulandı. Zayıf olan imanın ruh boyası soldu, sarardı ve dökülüp rüzgârda kayboldu. Toplumu millî medeniyetimizden uzaklaştırma gayretleri artırıldı. Öyle ki, “tanrı misafiri”, “mazlum”, “mülteci” gibi kavramlar tedavülden kaldırıldı.

Eriyen ve yok olup giden, silinen, ölüme mahkûm edilen medeniyetin ruhudur. Mekâna, zamana, sanata, mimariye, edebiyata ve siyasete ilmek ilmek işlenen o ruh, her bir alandan, mekândan, zamandan, kavramdan ve mefhumdan silinip atılmak istenmektedir. Kavramların içi boşalmakta, kendi öz sözcüklerimiz ve cümlelerimiz anlaşılamamakta... Edebiyatın edebî anlamını kaybetmekte, anlatmak istenilenler geniş şerhler gerektirmekte. Millî ve manevî değerlere dirilik veren ruhlar yeterince anlatılamadı. Edep dışılıklar kabul edilerek ve onaylanarak ruhlar her gün biraz daha mecâlsizliğe itildi; en ahlâkî olmayanlar dahi susularak tasvip edildi.

Elbette bu ruh ölümleri bir günlük, bir gecelik, bir aylık, bir yıllık sürede olmadı asla. Kendini ahlâk ve adalet üzere yenileyemeyen toplumun düştüğü acziyet yetmemiş gibi, insanları bir gecede cahil bırakıp kütüphaneleri denize dökenler zamanla alkışlanır hâle geldi ve İskilipli Atıf Hocalar unutuldu. Bu şekilde hem millî, hem dinî, hem edebî, hem musikî, hem de sanatsal ruhlarımız korkutularak bastırıldı.

Köklü medeniyetimizi ve mimarimizi temsil eden, şehirlere “kadim” unvanı kazandıran siluetlerden vazgeçilerek yüksek beton yığınları yapıldı. Asırlara meydan okuyan mimarilerimizden daha yarım asır geçmeden deformasyona uğrayan çatlaklar, yıkıklar ve çıtırtılar duyulan ruhsuz, neşesiz, sanatsız, maneviyatsız yapılarda yaşar olduk. Şehirlerimiz, caddelerimiz, sokaklarımız ve meskenlerimiz sanatsal ruhunu kaybetti. Haz vermez oldu. Göz ve gönül zevkimize hitap edemez oldu. Çünkü Acem Ali, Mimar Kemalettin, Sedefkâr Mehmet Ağa, Mimar Sinan ve Turgut Cansever gibi onlarca ruhu unuttuk.

Edebiyat ve edebimizi cıvıklaştırıp her yazılanı, her çizileni, her davranış ve söylemi edebiyat veya edebî sanat sandık. Hâlbuki sanat, edebiyat ve mûsikîmiz Dede Korkut’tan Sezai Karakoç’a kadar nice gönül insanı tarafından mayalanıp yoğrulmuştu. Onlar hâlen tazelikleri koklanarak takip edilen dehalar olup ruhlarımızı her şekilde okşayan, bizleri hâlden hâle çeviren ve hedeflere mahmuzlayan sanat ve edep sahipleridir. Şimdi ise günübirlik duygular, nefessiz ve soluksuz kelime yığınları, anlaşılırlıktan uzak yazılar, saman alevinde aydınlanan basit ruhlarda sanat, edep, edebiyat ve mûsikî aranmakta...

Son yarım yüzyılda Akifler, Yahya Kemaller, Arif Nihat Asyalar, Cemil Meriçler, Nurettin Topçular, Necip Fazıllar gibi üstatlar yeterince çıkamıyor. Her şeye rağmen, sinen ve saklanan ruhları uyandırmak ve şaha kaldırmak için uyarılarda bulunan az sayıda nitelikli insanın sesleri duyulabiliyor ancak. Bunlar, yaşamımızdaki ruhlara dirilik ve anlam kazandırılması, ilimle donatılması için gönülleri yoğurmaya çalışıyorlar. Ruha giden bu kutlu yolun sesine kulaklar tıkanmamalıdır; çünkü ruhun edebi, toplumun davranış resimlerinde saklıdır. Bu gönül fenerleri olmasaydı toplumun ruh yolları daha da kararırdı. Bunlar kötülüye, merhametsizliğe, sevgisizliğe direnç olup her biri kendi sahasında iyilikler için ruhlara süper iletken olmaktadırlar. Bütün bunlara rağmen, kabul etmek gerekir ki toplum, Yunusça ruhunu, Sinanca ruhunu, Akifçe ruhunu, Hacı Arif ruhunu kaybetti. Aşk ve sevgiyle yoğrulmuş gönüllerden gönül sofrasına yeterince katık konulamadı.

İnanç uğruna ordularla gazâ meydanlarında ve at sırtında seferden sefere koşan, yeni coğrafyalar fetheden, gürlemesiyle savaşlar kazanan, siyasetiyle dünyayı şaşkına çeviren hükümdarlardan, Ebu Eyyub El-Ensariler, Alparslanlar, Ertuğrullar, Fatihler, Abdülhamitlerden sonra uzun yıllar yüzünü kendi değerlerinden uzağa çeviren yöneticilerin zulmünde inledi bütün ruhlar. Nice “değer”, ruhların erken ölümleri için meydanlarda idam edildi. Çünkü bizim Osmanca ruhumuzu korkutup sindirdiler. Korkup sinmeyen ruh sahiplerini yıpratmak içinse her türlü hile ve ihanete başvurdular. Bu ruh sahiplerinden biri de şimdiki Cumhurbaşkanımızdır. O, şahsımın da yer aldığı bir toplantıda (2005) şöyle demişti: “Biz iktidara gelince oturduk, plânlar yaptık. Bize göre önemli birkaç mesele vardı ve dağ gibi yüksektiler. Biz ilk hamlemizi yapıp dağın birine adımımızı attık. Oradaki sorunları çözdük. Diğer dağın zirvesine adım atacaktık, bir baktık ki iki dağın arasında onlarca tepe var ve her biri bir başka sorun içermekte. Anladık ki, küçük büyük demeden her dağın ve her tepenin üzerine adım atılması gerekiyor.”

İşte bu ve benzeri ruhlar, kaybolan Yavuzca ruhun ülke yönetiminde yeniden tecelli etmesinden başka bir şey değildir. Ama son siyâsî tercihler, nice ruhların köle pazarında mezat olduğu ve doğruyu yanlışa tercih edemeyen acizlikte olduğunu göstermiştir. Bu aciz ruhlar ile evini yüksek meblağla depremzedeye kiralamak isteyen ruhlar eşdeğerdirler.

Gerek ülkemiz, gerekse diğer İslâm ülkeleri ve gerekse tüm uluslar, medeniyetlerini çağın hızlı teknolojisiyle takas etme yarışındalar. Bundan dolayı yıkımlar bitmiyor, afetler bitmiyor, savaşlar bitmiyor. Ruhlar isyan edince bedenler her türlü mermiye açık hedef hâline geliyor. Ruhun kötü kokması, yıllardır bulanık sularda balık avlaması, kör topal olarak ilim maratonlarına katılması ve medeniyetin yüceltilmesinde üretkenlik, çalışkanlık ve hakkaniyet ruhunu kaybetmesindendir. Belki de sadece güne tutunup “varoluş ruhunu” önemsememek, en büyük kayıptır. Meydanlara çıkıp “Ben de varım” diyememek büyük bir yoksunluktur. Belki de “Elinizle ve dilinizle düzeltin” emrine itaat edilmediği içindir tüm bu yaşananlar. Ya da sadece “kalbe sığındığımız” içindir. Hâliyle her şeyin bir bedeli vardır.

Denilebilir ki, “Ruhun ölmesi, insanlığın ölmesidir; ruhun ölmesi, şehrin ruhunun ölmesidir; ruhun ölmesi, bedenin her türlü hastalıklara açık hâle gelmesidir”. Ruhların ölümü kültürlerin ve medeniyetlerin çöküşü ve yara almasıdır. Bu yaşamlar bir tür medeniyetsizlik olup sadece başıbozukluk, hedefsizlik, kuru gürültüler, kaçışmalar ve korkular üzerinedir. Öyle ki, deprem gibi jeolojik bir gerçek, toplumun bir kesimi tarafından komplocu ruh hâliyle anlatılmaya çalışıldı ama her nedense akıllara çöken ve kokuşan yaşamlar hiç gelmediği gibi, onların merhametsiz ruh hâlleri de hiç sorgulanmadı. İnsan sormaz mı “Asırlar önceki depremleri hangi teknoloji veya teknolojiler yaptı ve o kavimler neden ve nasıl helak oldu?” diye.

Olayların tarihî süreçleri detaylı irdelendiğinde, her felâketin öncesinde ve sonrasında köklü uyarılara rağmen isyankâr ruhların toplumu her şekilde şımarıklıklarıyla sarstıkları açıkça görülür. Çare ise kavi bir inanç ve ahlâkla donatılmış haklı özgüvene dayalı akılcı bilgiyi cesaretle kullanabilmektir.