Beden ruha hükmederse

Bildiğimiz anlamıyla “ölmek” fiilinin ana unsurlarını ölmeden önce tatmak lâzım. Bedeni çok yormadan ama ruhun önüne de geçirmeden… Az yemek, az uyumak, az konuşmak, çok vermek, çok paylaşmak, çokça ibadet etmek gerek.

ÖLMEK nefessiz yaşamaktır. Artık oksijene ihtiyaç duymadan var olabilmek… 

İnsanın iç organları yaşamaya katkı sağlamadığında buna “ölmek” diyorlar. Çünkü beden öldüğünde hiçbir organın hükmü kalmıyor. Kanın kalpten organlara taşınıp durması gerekliliği ortadan kalkıyor. Beyin hücrelerinin ve nöronların kabiliyeti de sıfırlanıyor. Duyumsamak için hiçbir hormon salgısına da gereksinim kalmıyor. Neşeyi, öfkeyi ve bilumum duygu geçişini destekleyen ne kadar hormon, nöron ve sinir varsa bedende, işlevsiz bir atığa dönüşüyor. Ama insan duymaya devam ediyor; var olmaya ve yaşamaya… 

Elbette yaşamaktan anladığımız organların sistemli alışverişi değilse, insan aslında öldükten sonra yaşıyor. Fakat sindirim sisteminin besinleri ayrıştırdığı ve gerekeni kana gönderip kalanı da bağırsaklar yoluyla dışarı attığı bir yaşamaktan bahsetmiyorsak… Ya da en basitinden acıkıp susama talebini sonsuz bir döngüyle icra eden fiziksel yaşam belirtileri aramıyorsak… Bunların hepsi “yaşamak” adı altında toplanıyor fakat yaşamak, ancak insanın bedene hizmetiyle sürüp gidiyor. Son aşamada bedenin bütün talep ve ihtiyaçları noktalandığında, buna da “ölmek” diyorlar. Tam o aşamada ruh varlığını aşikâre ediyor fakat insan buna “ölmek” diyor.

Madem ölmek bedenin işlevsizleşmesi ve ruhun baskın varlık olarak kendini açık etmesi, o hâlde buna benzer hakikatli bir yaşamak eylemini tam şu andan itibaren devreye sokabiliriz. Bu yolla ölmeden ölmeye benzer bir vasatta, maddeye ve bedene itaatkâr olmayan, anlamı ve ruhu önceleyen bir ömür sürebiliriz. 

Ölüm bir ihtiyaçsızlık hâliyse ve bugün yaşamak için suya, oksijene ve yemeye muhtaçsak, buna yakın bir ölümle, bugünkünden çok daha fazla yaşayan bir varlık hâline gelebiliriz pekâlâ.

Her şey bir matematiktir. Bu işin de bir matematiği var. İki uç var oluşla mühürlüyüz: Biri yaşamak, biri ölmek… Ama doğumla birlikte geçip giden zamanlar boyu bedenin ve maddenin saltanatında bir köleye dönüştüğümüzden ve bizi var edeni, var oluş nedenimizi ve öz varlığımız olan ruhu geri plânda tuttuğumuzdan, ölmeden evvel bir şeyleri düzeltmek zarureti daha da belirginleşiyor. 

İşin matematiğine gelecek olursak, söylediğim üzere ölmek, içinde neleri barındırıyorsa bütün unsurları ölmeden önce tadımlamak gerekiyor demektir. Bu ince bir hesap! Çünkü aşırıya kaçmak yaşamın sonu anlamına gelecekken, hiç ucundan tutmamaksa boş bir ömür sürmekle eş değer olacaktır. 

Ölümün ana hatları

Mevzu ölüm olunca, derin felsefî açılımlara ve en metaforik betimlemelere temas etmek hiç zor değil. Fakat “ölümün ana hatları” dediğimizde cümleye bir sadakat göstermek ve “ana” nitelemesine uygun gerçekliklere değinmek zorunluluğu doğuyor. Birkaç ana unsura değindim zaten. Fakat işlemi doğru yürütebilmek adına baştan ve daha kesin bir tasnifle konuyu netleştirmek niyetindeyim. Evet, ölmek canın çıkması, ruhun bedeni terk etmesi… Bunlar daha ziyade anlam ve kavram olarak tahayyülde şekilleniyor. Ama çok daha yakından bildiğimiz birtakım gelişmeler var. Söylediğim üzere ölmek, nefes almamak demek oluyor. Ölünce iç ve dış organların, bütün doku ve hücrelerin, sinir ve liflerin kabiliyeti sıfırlanıyor. Oysa bütün bu organizma unsurları bizim hem duyu kabiliyetimizi, hem de hareket melekelerimizi desteklemekte. Ölmek nasıl bir şeyse, hepsini birden “hiç” anlamına sürüklüyor. Kalp, beyin ve ruhla ilişkilendirilen hissedişler de ölmekle birlikte nihayete eriyor. Gülmek, üzülmek, gözyaşı dökmek, kızmak ve nefret etmek gibi tüm uçlarımız siniveriyor. 

Esasen acziyetin doruklara ulaştığı bir varoluş ölmek. Ama bir yandan son derece giz dolu ve merak uyandıran bir varoluş. Çünkü sonrasındaki ruhî hissedişlerimize dair çok da bir göngörü sahibi değiliz. Ama pek çok duygunun kaynağı ruh olduğuna göre, bütün duyumların ölümle bitmesi beklenemez. Ama bütün bedenî taleplerin ölümle sınırlanmış olması da bir o kadar akla yatkın. 

Evvelâ yemek-içmek en birincil ihtiyaçken, ölmüş bir bedenin bu ve benzer talepleri kalmayacağı son derece açık. O hâlde işleme buradan devam edelim. Demek ki bedenin talepleri ruhu örseliyor; ne zamanki bedenî talepler sıfırlanıyor, ruh ayyuka çıkıyor.

Bu çıkarımla, ölmeden önce ölmeye, bir diğer anlamıyla ölmeden önce sırlara yaklaşmaya ve anlamlı bir yaşam sürmeye buradan başlayabiliriz. Bedenî talepleri ve ihtiyaçları asgariye indirmek, ruhun baskın olduğu bir bedende yaşam sürmeye de olanak tanıyacak. Bu diğer bedenî faaliyetler için de geçerli elbette. Sadece beden de değil, dünyada insan bedenine benzer anlamlı bütün maddeler, insanda en asgarî düzeyde önem teşkil ettiğinde, ruh baskın bir hâle gelecek, bu hesaplamayla değer düzeyi yüksek bir ömür var edilmiş olacaktır. 

Kazanmak, harcamak, mal mülk sahibi olmak, beslenmek ve eğlenmek gibi bütün dünyevî hülyalar, bedene hizmetle ruhu körelten şeyler. “Bunlar hiç olmamalı” dediğimizde ölüm, bildiğimiz anlamıyla karşımıza çıkacak. Ama bunları asgariye indirdiğimizde, bedenle yaşamaya devam ederken, ruhu hükümdar ilân etmiş olacağız.

İşlem burada tamam olsa da, çıkan sonucun ne gibi faydaları var, ona da bir bakmalı…

Ruhun hükümdarlığı

Kim öldüyse, vücut ve madde anlamını yitirmiştir. Öyleyse bu beklenen sonuç kimsede bir farklılık arz etmiyor. Ama ecel vakti gelmeden vücudun ve maddenin emri altındaki ruhu hükümdar eyleyebilirsek, orada işler hayli değişiyor. Zaten bilinen kesin sona yaklaşıp duran insanın maddenin hükûmetinde yaşayıp gitmesi ecel gelip çattığında fayda vermeyeceği gibi, akıl almaz zararları da beraberinde getirecektir. Hep maddeye çalışmış, hep bedeni besleyip büyütmüş insan bunlardan yoksun kalıp da ruhuyla baş başa kaldığında, ruhun bu çelimsiz hâli ahiret hayatını da sıkıntılı bir raddeye eriştirebilir. Öyleyse ruhla baş başa kalmadan evvel ruhu besili bir hâle getirirsek, maddeyi ve bedeni geride bıraktığımız sonsuz ve yeni hayatımızda çok daha kârlı bir süreçle karşılaşabiliriz.

Ruhun besin maddeleri de bedeninkiyle pek benzeşmiyor. Hatta sıklıkla birbirinin tam zıddında bulunuyor. Meselâ mideyi doldurdukça ruh daha gerilerde emekliyor. Cebi doldurup hayra ve infaka harcamadıkça ruh sıkılıp daralıyor. Bedeni ibadette değil de eğlenceyle meşgul ettikçe ruh anlamını yitiriyor. Ama ne zamanki bedeni ve onun talep ettiği maddeyi geri plânda tutabiliyoruz, o zaman ruh şâd oluyor. İbadetle, zikirle, tefekkürle, etrafa faydayla ve iyi bir kul olmak için verilen samimî gayretle ruhu bu dünyadayken beslemek, besili ve güçlü bir hâle getirmek hiç zor değil. 

Bildiğimiz anlamıyla “ölmek” fiilinin ana unsurlarını ölmeden önce tatmak lâzım. Bedeni çok yormadan ama ruhun önüne de geçirmeden… Az yemek, az uyumak, az konuşmak, çok vermek, çok paylaşmak, çokça ibadet etmek gerek. Fakat ruhu kaliteli bir besinle beslemek için sadece kendine ve kendi ahiretine faydayla değil de çevreye ve uzaklara güzel tesirlerle yaşamak gerek.