Beden, akıl, gönül gözü

İnsanlar zaman zaman akıl gözleriyle bir şeyleri görmek için gözlerini kapatırlar. Beden gözünün acaba akıl gözüne engel çıkardığı oluyor mudur? Beden gözünün yetersiz kaldığı yerler pek çoktur ve akıl gözü oralarda devreye girer. Beden gözü örneğin Konya’da hiç buğday tarlası görmemiştir, lâkin akıl gözü Türkiye’nin tahıl ambarının Konya olduğunu görmüştür.

IŞIĞIN yanıp yanmadığını görebiliyor, iki farklı cismi birbirinden ayırabiliyorsanız, beden gözünüz açık demektir. Işığın yanıp yanmadığını görmediğiniz hâlde düğmelerin basık pozisyonundan anlayabiliyor, cisimlerin farklı olduklarını çıkardıkları seslerden, dokununca yüzeyinden ve şeklinden, kokusundan, tadından anlayabiliyorsanız da akıl gözünüz açık demektir. Işığın yanışındaki, cisimlerin farklılığındaki hikmeti, nefsinizin arzularından sıyrılarak, aklınızın esaretinden kurtularak fark edebiliyorsanız, gönül gözünüz açık demektir.

Peki, bunların açıklık yahut kapalılıklarının ne önemi var?

Gözlemlediğim kadarıyla insanlar daha çok beden gözünü önemsiyorlar. Akıl ve gönül gözü çok da önemli değilmiş gibi bir izlenim bırakıyorlar. En önemsiz olanı “en önemli” zannetmeleri bana çok ilginç geliyor. Zira beden gözü en önemsiz olandır ve yeri en kolay doldurulabilendir. Akıl gözü çalışan kişi, beden gözünün eksikliğini hissetmez bile. Yukarıdaki örnekte de arz ettiğim gibi, ışığın yanıp yanmadığını düğmelerin pozisyonundan, en kötü ihtimâlle ışığı görünce ses çıkaran cihazlardan anlayabilirsiniz. Bir cismin bardak mı, tabak mı olduğunu anlamak için görmek de gerekmez.

Enteresan bir korelasyon fark ettim: Her kim beden gözünü önemsiyorsa, akıl gözünü pek kullanmıyor demektir. Zira bedende takılıp kalıyor ve beden gözüyle görülmeyen bir kavram olan akla kadar gidemiyor demektir.

Karadenizli iki kişi arasında yaşanmış şu olay, âdeta bir fıkra gibidir: İçlerinden biri telefon ediyor “Teyze, şimdi gelsem, evdeki silahı alabilir miyim?” diyor. Teyze, “Ben evde yokum, sen git eve, silah yatağın altında, oradan al” diye cevap veriyor. Arkadaş arıyor tarıyor fakat yatağın altındaki silahı bulamıyor. Tekrar teyzeyi arıyor. Teyze de eve yaklaştığını, gelince silahı verebileceğini söylüyor. Geliyor ve yatağı kaldırıp yatağın altında duran silahı veriyor. Arkadaş şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmış gözlerle, “Ben oraya da bakmıştım” diyor. Teyze ibretlik bir lâf ediyor: “Uşağum, göz görmez, akıl görür!”

Buna benzer pek çok olayı her birimiz ayrı ayrı yaşamışızdır. Belki beden gözü gören birinin bulamadığını, beden gözü görmeyen birinin bulması daha ilginç olsa gerek. Öyle pek çok olay yaşadım. Çekmecede arıyor, arıyor, fakat her nedense aradığını bulamıyor; ben kör olduğum hâlde âdeta elimle koymuşçasına, bulunamayan o şeyi buluveriyorum. En çok da güneş vurduğu için bilgisayar veya telefon ekranındaki bir şeyi göremeyen dostlarıma yardımcı olduğumda eğleniyorum. Beden gözlerinin gördüğünü iddia eden dostlarım, kimin aradığını veya ne yazdığını ekrandan bakıp bana yardımcı olmak istiyorlar fakat güneş vurduğu için göremiyorlar. Sonra da ben onlara ekranda okumaya çalıştıkları şeyleri söyleyiveriyor ve yardımcı oldukları için teşekkür ediyorum.

İnsanlar zaman zaman akıl gözleriyle bir şeyleri görmek için gözlerini kapatırlar. Beden gözünün acaba akıl gözüne engel çıkardığı oluyor mudur? Beden gözünün yetersiz kaldığı yerler pek çoktur ve akıl gözü oralarda devreye girer. Beden gözü örneğin Konya’da hiç buğday tarlası görmemiştir, lâkin akıl gözü Türkiye’nin tahıl ambarının Konya olduğunu görmüştür.

Bir de tersinden bakalım: Bir senaryo düşünüyorsunuz ve onun nasıl gerçekleşeceğini görmeye çalışıyorsunuz. Acaba gözlerinizle etraftakilere bakarak o senaryodakileri görebilir misiniz? Meselâ karşınızdaki ekranda akan bir yazı var, o yazıya bakarak aklınızdaki senaryoyu görebilir misiniz? Yoksa gözlerinizi kapatıp senaryoyu öylece mi seyredersiniz?

Etraftakilere bakarak aklındakileri görebildiğini söyleyene rastlamadım. Şehvetle öpüşen insanların gözlerini kapatması da sanki bu yüzden gibi geliyor bana. Beden gözlerinin gördüğü şeyler, hazzın yükselmesi için görülmemesi gereken şeyler gibi bir fikir veriyor âdeta. “Leylâ dediğin, kara kuru bir kızmış” denilen Mecnun’un cevabı, akıl gözü hakkında konuşmamız gereken çok boyut olduğunu gösteriyor: “Siz Leylâ’ya benim gözümle bakın!” Demek ki Mecnun’un bakışı veya Lokman’ın bakışı gibi her insanın gördüğü ayrı ayrı şeyler var. Bu boyutu başka bir fırsatta konuşmak üzere biraz da gönül gözüne temas edelim. Bu bağlamda ifade edeceğim hususlar, gönül gözüm açık olmadığından ve tecrübe edemediğimden tabiî ki tahminî şeyler olacaktır. Bu konuda daha bilgili kişilerden, özellikle gönül gözü açık kişilerden müstefid olmak için can attığımı bildirmek isterim.

Gönül gözüyle görmeye başlayan insanın hayat anlamının gerçekleşmiş olacağına dair bir tahminim var. Bu konudaki nazariyemi, hâddimi aşmak pahasına da olsa arz etmek istiyorum.

Diyelim ki, sizin de çok acı çekmenize sebep olmuş bir düşmanın bayrağını gördünüz. O bayrak sizin için ne bezdir, ne boyadır, ne çizgidir, ne yuvarlaktır, ne de desendir. İçinizdeki bir duygu, belki de o bezi alıp yakmak, yırtmak, yok etmek istiyor…

Başka bir örneğe geçelim ve diyelim ki tüccarsınız, bir hafta sonu oynanacak maç için size bayrak siparişi verdiler. Takımların ikisi de taraftarı olduğunuz takımlar değil. Bayraklar hazırlandı ve kolilenmek üzere depoya yığıldı. O bayraklar sizin için belki de haftaya tarihi gelmiş çekin ödenmesi, elemanlarınızın maaşları, yapacağınız yeni bir yatırımın ayak sesleridir. Her iki bayrağın gerisindeki hikmet ne olabilir peki? Ülke bayrağı, o ülkenin insanlarını birleştirmek için bir unsur, tanıtmak için bir sembol, başarı ve üzüntülerin anlamlanması için bir araç ve aynı zamanda onu çizen, hazırlayan, üretenler için bir geçim kaynağı. Peki, yenme ve yenilme gibi arzular olmasa, bayraklara gerek kalır mıydı? Dünya tek devlet olsaydı, bayrakların ne kıymeti kalırdı?

Peki, insan yenme ve yenilme arzularını tatmin etmek için mi yaratılmıştır yahut belli bir araziye “vatan” denerek başka ülkeleri haklı haksız suçlamalarla düşman gösterilmiş kişilerden o araziyi korurken ölmek için mi? Yenme-yenilme, araziye sahiplenme ve onun için ölme, başkalarını düşman görme duygusunu Rabbü’l-Âlemîn niçin yaratmıştır? O malûmata vâkıf olmak, o hakikatı sezmek, onu görmek, belki de gönlüyle görmektir.

Böyle bakıldığı zaman ışığı ha elektrik vermiş, ha gaz lâmbası. Hatta ışık olsa ne, olmasa ne?! O ışığa ihtiyaç, yalnız güneş doğana kadar… Işığı, gazı, elektriği yaratan, insanların buna duyacağı ihtiyacı yaratan, bulunca sevinme duygusunu yaratan Hâlık ne istiyor? Zira bununla meşgul olmak, meşgul olanı sonsuza taşıyor.

Beden ve akıl gözü görmeyip sırf gönül gözü görenler var mıdır acaba? Olduğuna dair kıssalar var. Malûm, Musa Peygamber (as) giderken fark etmiş ki, yaşlı bir çoban, ibadet için kendini dağdan yuvarlıyor. Çobana, “Ne yapıyorsun?” diye sormuş, o da “İbadet ediyorum” demiş. “Böyle ibadet mi yapılır?” diye kızmış Peygamber ama kendisine Allah’tan gelen bir nida ile yaşlı çobana karışmaması söylenmiş. Yaşlı çoban Musa Peygamber’e (as) nasıl ibadet edeceğini kendisine öğretmesi için yalvarmış. Peygamber demiş ki, “Nasıl biliyorsan, öyle ibadet et!”.

Bu bağlamda kendi kendime sorduğum soru, kendime, çevreme, insanlara, olaylara, kâinata hangi gözle baktığımdır. Beden gözüm kör olduğu için istesem de beden gözümle bakamıyorum. Sanırım akıl gözünün dar alanına sıkışmış kalmış durumdayım. Tıbbî çözümler beden gözümü devreye sokabilecek durumda değil. Zaten beden gözümün açılmasıyla sıkışıklık azalacak gibi de görünmüyor. O nedenle beden gözü için çaba sarfetmek makul değil. Asıl yoğunlaşmam gereken ise, gönül gözünün görmesi için çalışmak.

Beden gözümün kör oluşu bunun için bir fırsat bile olabilir. O hâlde yapılması gereken, en kısa zamanda dostlarımızın da duasıyla bunun için kolları sıvamak.