IŞIĞIN yanıp yanmadığını görebiliyor, iki farklı cismi
birbirinden ayırabiliyorsanız, beden gözünüz açık demektir. Işığın yanıp
yanmadığını görmediğiniz hâlde düğmelerin basık pozisyonundan anlayabiliyor,
cisimlerin farklı olduklarını çıkardıkları seslerden, dokununca yüzeyinden ve
şeklinden, kokusundan, tadından anlayabiliyorsanız da akıl gözünüz açık
demektir. Işığın yanışındaki, cisimlerin farklılığındaki hikmeti, nefsinizin
arzularından sıyrılarak, aklınızın esaretinden kurtularak fark edebiliyorsanız,
gönül gözünüz açık demektir.
Peki, bunların açıklık yahut kapalılıklarının ne önemi
var?
Gözlemlediğim kadarıyla insanlar daha çok beden gözünü
önemsiyorlar. Akıl ve gönül gözü çok da önemli değilmiş gibi bir izlenim
bırakıyorlar. En önemsiz olanı “en önemli” zannetmeleri bana çok ilginç
geliyor. Zira beden gözü en önemsiz olandır ve yeri en kolay doldurulabilendir.
Akıl gözü çalışan kişi, beden gözünün eksikliğini hissetmez bile. Yukarıdaki
örnekte de arz ettiğim gibi, ışığın yanıp yanmadığını düğmelerin pozisyonundan,
en kötü ihtimâlle ışığı görünce ses çıkaran cihazlardan anlayabilirsiniz. Bir
cismin bardak mı, tabak mı olduğunu anlamak için görmek de gerekmez.
Enteresan bir korelasyon fark ettim: Her kim beden gözünü
önemsiyorsa, akıl gözünü pek kullanmıyor demektir. Zira bedende takılıp kalıyor
ve beden gözüyle görülmeyen bir kavram olan akla kadar gidemiyor demektir.
Karadenizli iki kişi arasında yaşanmış şu olay, âdeta bir
fıkra gibidir: İçlerinden biri telefon ediyor “Teyze, şimdi gelsem, evdeki
silahı alabilir miyim?” diyor. Teyze, “Ben evde yokum, sen git eve, silah
yatağın altında, oradan al” diye cevap veriyor. Arkadaş arıyor tarıyor fakat
yatağın altındaki silahı bulamıyor. Tekrar teyzeyi arıyor. Teyze de eve
yaklaştığını, gelince silahı verebileceğini söylüyor. Geliyor ve yatağı
kaldırıp yatağın altında duran silahı veriyor. Arkadaş şaşkınlıktan fal taşı
gibi açılmış gözlerle, “Ben oraya da bakmıştım” diyor. Teyze ibretlik bir lâf
ediyor: “Uşağum, göz görmez, akıl görür!”
Buna benzer pek çok olayı her birimiz ayrı ayrı
yaşamışızdır. Belki beden gözü gören birinin bulamadığını, beden gözü görmeyen
birinin bulması daha ilginç olsa gerek. Öyle pek çok olay yaşadım. Çekmecede
arıyor, arıyor, fakat her nedense aradığını bulamıyor; ben kör olduğum hâlde
âdeta elimle koymuşçasına, bulunamayan o şeyi buluveriyorum. En çok da güneş
vurduğu için bilgisayar veya telefon ekranındaki bir şeyi göremeyen dostlarıma
yardımcı olduğumda eğleniyorum. Beden gözlerinin gördüğünü iddia eden
dostlarım, kimin aradığını veya ne yazdığını ekrandan bakıp bana yardımcı olmak
istiyorlar fakat güneş vurduğu için göremiyorlar. Sonra da ben onlara ekranda
okumaya çalıştıkları şeyleri söyleyiveriyor ve yardımcı oldukları için teşekkür
ediyorum.
İnsanlar zaman zaman akıl gözleriyle bir şeyleri görmek
için gözlerini kapatırlar. Beden gözünün acaba akıl gözüne engel çıkardığı oluyor
mudur? Beden gözünün yetersiz kaldığı yerler pek çoktur ve akıl gözü oralarda
devreye girer. Beden gözü örneğin Konya’da hiç buğday tarlası görmemiştir, lâkin
akıl gözü Türkiye’nin tahıl ambarının Konya olduğunu görmüştür.
Bir de tersinden bakalım: Bir senaryo düşünüyorsunuz ve
onun nasıl gerçekleşeceğini görmeye çalışıyorsunuz. Acaba gözlerinizle
etraftakilere bakarak o senaryodakileri görebilir misiniz? Meselâ karşınızdaki
ekranda akan bir yazı var, o yazıya bakarak aklınızdaki senaryoyu görebilir
misiniz? Yoksa gözlerinizi kapatıp senaryoyu öylece mi seyredersiniz?
Etraftakilere bakarak aklındakileri görebildiğini
söyleyene rastlamadım. Şehvetle öpüşen insanların gözlerini kapatması da sanki
bu yüzden gibi geliyor bana. Beden gözlerinin gördüğü şeyler, hazzın yükselmesi
için görülmemesi gereken şeyler gibi bir fikir veriyor âdeta. “Leylâ dediğin,
kara kuru bir kızmış” denilen Mecnun’un cevabı, akıl gözü hakkında konuşmamız
gereken çok boyut olduğunu gösteriyor: “Siz Leylâ’ya benim gözümle bakın!”
Demek ki Mecnun’un bakışı veya Lokman’ın bakışı gibi her insanın gördüğü ayrı
ayrı şeyler var. Bu boyutu başka bir fırsatta konuşmak üzere biraz da gönül
gözüne temas edelim. Bu bağlamda ifade edeceğim hususlar, gönül gözüm açık
olmadığından ve tecrübe edemediğimden tabiî ki tahminî şeyler olacaktır. Bu
konuda daha bilgili kişilerden, özellikle gönül gözü açık kişilerden müstefid
olmak için can attığımı bildirmek isterim.
Gönül gözüyle görmeye başlayan insanın hayat anlamının
gerçekleşmiş olacağına dair bir tahminim var. Bu konudaki nazariyemi, hâddimi
aşmak pahasına da olsa arz etmek istiyorum.
Diyelim ki, sizin de çok acı çekmenize sebep olmuş bir
düşmanın bayrağını gördünüz. O bayrak sizin için ne bezdir, ne boyadır, ne
çizgidir, ne yuvarlaktır, ne de desendir. İçinizdeki bir duygu, belki de o bezi
alıp yakmak, yırtmak, yok etmek istiyor…
Başka bir örneğe geçelim ve diyelim ki tüccarsınız, bir
hafta sonu oynanacak maç için size bayrak siparişi verdiler. Takımların ikisi
de taraftarı olduğunuz takımlar değil. Bayraklar hazırlandı ve kolilenmek üzere
depoya yığıldı. O bayraklar sizin için belki de haftaya tarihi gelmiş çekin
ödenmesi, elemanlarınızın maaşları, yapacağınız yeni bir yatırımın ayak
sesleridir. Her iki bayrağın gerisindeki hikmet ne olabilir peki? Ülke bayrağı,
o ülkenin insanlarını birleştirmek için bir unsur, tanıtmak için bir sembol,
başarı ve üzüntülerin anlamlanması için bir araç ve aynı zamanda onu çizen, hazırlayan,
üretenler için bir geçim kaynağı. Peki, yenme ve yenilme gibi arzular olmasa,
bayraklara gerek kalır mıydı? Dünya tek devlet olsaydı, bayrakların ne kıymeti
kalırdı?
Peki, insan yenme ve yenilme arzularını tatmin etmek için
mi yaratılmıştır yahut belli bir araziye “vatan” denerek başka ülkeleri haklı
haksız suçlamalarla düşman gösterilmiş kişilerden o araziyi korurken ölmek için
mi? Yenme-yenilme, araziye sahiplenme ve onun için ölme, başkalarını düşman
görme duygusunu Rabbü’l-Âlemîn niçin yaratmıştır? O malûmata vâkıf olmak, o
hakikatı sezmek, onu görmek, belki de gönlüyle görmektir.
Böyle bakıldığı zaman ışığı ha elektrik vermiş, ha gaz lâmbası.
Hatta ışık olsa ne, olmasa ne?! O ışığa ihtiyaç, yalnız güneş doğana kadar…
Işığı, gazı, elektriği yaratan, insanların buna duyacağı ihtiyacı yaratan,
bulunca sevinme duygusunu yaratan Hâlık ne istiyor? Zira bununla meşgul olmak,
meşgul olanı sonsuza taşıyor.
Beden ve akıl gözü görmeyip sırf gönül gözü görenler var
mıdır acaba? Olduğuna dair kıssalar var. Malûm, Musa Peygamber (as) giderken
fark etmiş ki, yaşlı bir çoban, ibadet için kendini dağdan yuvarlıyor. Çobana,
“Ne yapıyorsun?” diye sormuş, o da “İbadet ediyorum” demiş. “Böyle ibadet mi
yapılır?” diye kızmış Peygamber ama kendisine Allah’tan gelen bir nida ile
yaşlı çobana karışmaması söylenmiş. Yaşlı çoban Musa Peygamber’e (as) nasıl
ibadet edeceğini kendisine öğretmesi için yalvarmış. Peygamber demiş ki, “Nasıl
biliyorsan, öyle ibadet et!”.
Bu bağlamda kendi kendime sorduğum soru, kendime,
çevreme, insanlara, olaylara, kâinata hangi gözle baktığımdır. Beden gözüm kör
olduğu için istesem de beden gözümle bakamıyorum. Sanırım akıl gözünün dar
alanına sıkışmış kalmış durumdayım. Tıbbî çözümler beden gözümü devreye
sokabilecek durumda değil. Zaten beden gözümün açılmasıyla sıkışıklık azalacak
gibi de görünmüyor. O nedenle beden gözü için çaba sarfetmek makul değil. Asıl
yoğunlaşmam gereken ise, gönül gözünün görmesi için çalışmak.
Beden gözümün kör oluşu bunun için bir fırsat bile olabilir. O hâlde yapılması gereken, en kısa zamanda dostlarımızın da duasıyla bunun için kolları sıvamak.