Bazen sen ben, ben de sen olsam!

Çevremdekilerin “Yiyip içemez” kanaatlerinin zıddını deneyerek keşfetmiştim. Eğitim görebileceğimi, çalışabileceğimi, evlenip yuva kurabileceğimi de yakalayabildiğim fırsatları değerlendirerek fark ettim. Siz bir de fırsat bulamadığım için deneyemediklerimi düşünün!

İLK kör olduğum vakit, 11 yaşımın başlarıydı. Daha önce körlüğün ne olduğuna, körler nasıl insanlar olduklarına dair herhangi bir birikimim olmadığından, taklit edebileceğim bir davranış, duygu ve düşünce yoktu.

Ben öyleydim de, çevrem öyle değildi. Onların körler ve körlük konusunda kesin bilgileri vardı. Bu bildiklerini, kabullerini veya kanaatlerini şu şekilde bana aksettiriyorlardı: “Lokman kör oldu artık, ona kim yedirip içirecek, kim bakacak? Artık iş de yapamaz, çalışıp geçimini sağlayamaz. Kız da vermezler. Bari iyi kötü bir karısı olaydı, çocuğu olur, o da elinden tutup kahveye falan götürür getirirdi…”

Tek bilgi kaynağım bu tür konuşmalar olduğundan, ben de telkinlere uygun şekilde davranmaya, böyle hissetmeye ve düşünmeye başlıyordum. Ancak ufak bir gelişme oldu: Canım su istedi. Kalktım, sürahiyi buldum ve sürahiden bardağa suyu doldurabildim. Hâlbuki çevremdeki büyükler böyle bir şey yapamayacağımı söylüyorlardı. Çocuk aklımla, “Bunlar demek ki bazı şeyleri yanlış biliyorlar” diye bir farkındalık yaşadım. Sonra yavaş yavaş neyi yapıp neyi yapamayacağımı denemeye koyuldum.

Yemeğimi yiyebildiğimi fark ettim. Tuvalete gidip gelmeye, kendim banyo yapmaya, radyodan istediğim istasyonu bulmaya başladım. Bu keşif serüveninin bir kısmı aşağıdaki satırları meydana getirdi…

Beden dilimizle, sözlerimizle, davranışlarımızla, yazdıklarımızla ben sana, sen bana mesaj veriyor, mesajlaşıyoruz. Yeri geliyor birbirimizin hapishanesini inşâ ediyor, yeri geliyor birbirimize şehirler, kıtalar, gezegenler, hatta bir evren hediye ediyoruz. Bazen tarifi imkânsız mutluluklar, hazlar yaşatıyor, bazen hüngür hüngür ağlatıyoruz. Eğer bana yapılan telkinleri ve verilen mesajları doğru kabul edip denemeden ve direkt öylece yaşamaya kalksaydım, eminim hiç de mutlu, memnun, bahtiyar olacağım bir hayatım olmazdı. Böyle bir tecrübe yaşamış biri olarak kimin böyle bir hayatı olup olmadığını kolayca anlayabiliyorum. Ve çevresinin telkinlerine, verdikleri mesajlara göre mutluluk, coşku, doyum ve memnuniyet vermeyen bir hayat süren insanların sayısının hiç az olmadığını, hatta büyük çoğunluk olduğunu gözlemliyorum. Kendi kişisel hayatlarımıza gelmeden önce bu söylediklerimizi örneklendirelim.

1730’lu yıllar… Valantin diye biri, Paris sokaklarında bir gösteriye şahit oluyor. Sahne gibi olan alanda anormal uzun bir melon şapka giymiş, yakası ve kolları tuhaflaştırılmış gömlekli, yine tuhaflığa tuhaflık katacak şekilde diğer kıyafetli bir grup kör, ellerinde enstrümanlarla bir şeyler çalıyorlar. Tabiî buna çalmak denirse… Çünkü çalmayı beceremiyorlar. Tuhaf kıyafetlerle, sadece gürültü çıkaran seslerle aslında bir orkestracılık oynuyorlar. Çevredekiler de bunlarla dalga geçip eğleniyorlar. Bu arada biri para topluyor ve böylece geçimlerini sağlıyorlar. Valantin’in zihninde şu soru beliriyor: “Acaba körler sadece bu kadar mı yapabiliyorlar, yoksa eğitilseler gelişebilirler mi?”

Bunu denemek için dilenci bir köre, yarım günde kazandığı kadar para ödeyerek onu eğitmeyi deniyor ve ondaki ilerlemeyi görüyor. O dönemler Müslüman medeniyeti çoktan bu aşamaları geçmiş, hatta gerilemeye bile başlamış hâlde. İşte Valantin’in bu tecrübesi ve yaptığı, körlerin modern eğitiminin başlangıcı kabul edilir. Bu olaydan şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Şu anki körlerin hayatları ve yaptıkları o zamankilerle karşılaştırılamayacak seviyede olduğuna göre, bunun sebebi, o devrin toplumu için çevrenin ve sistemin kurguladığı hayattı. Bugünün devrinin toplumunda ise olumlu anlamda daha farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Bunun zihinde meydana getirdiği soru ise şu: “Acaba meselâ kadınlar, gençler, yaşlılar veya zihinsel engelliler için kurguladığımız hayat bugünkünden farklı olursa, onların hayatları da olumlu anlamda değişir mi?”

Bu soruyu zihinsel engellilerle ilgili yaşanan bir tecrübeden yola çıkarak ele alalım: MEB’in BİLSEM’leri (Bilim ve Sanat Merkezi) bulunuyor. Buralarda üstün yetenekli çocuklara göre çalışmalar yapılıyor, eğitim veriliyor. Buradaki öğretmenlerden birinin tayini, ağır zihinsel engelli çocukların okuluna çıkıyor. Tabiî öğretmen, zihinsel engelliler konusunda hiçbir tecrübe ve bilgiye sahip değil. Ne yapsın, o da üstün yetenekli çocuklara yaptırdıklarını yaptırmaya başlamış. Fakat o da ne? Çocuklar ağır zihinsel engelli oldukları hâlde üstün yetenekli çocukların yaptıklarını iyi kötü yapmaya başlamışlar.

Buna benzer manzaralara Beyazay’ın engellilere yönelik eğitimlerinde de rastladım. Buradan şöyle bir sonuç çıkarabiliyorum: Eğer engelli çocuklara/gençlere genel olarak toplumun ezberlediği gibi bir hayat değil de onları daha iyiye taşıyacak bir hayat alternatifi önerebilirsek, daha iyi, doyumlu, coşkulu, mutlu hayatları pekâlâ olabilir.

Son 20 yılda AK Parti hükümetleri mevzuat, sistem, teknik ve kurum bazında çok büyük başarılara imza attılar. Çok değil, 25 sene önce üniversitelerdeki engelli öğrenci sayısı yüzlerle ifade edilirken, şu an 52 bini aşmış bir rakamdan bahsediyoruz ve 200 bin olmaması için hiçbir sebep yok. Engelli insanların bilim üretmesinin önünde hiçbir engel yok. İş hayatına girmelerinde, uluslararası alanda çalışmalarında, sanat ve spor yapmalarının önünde engel yok. Peki, seviye neden gerçekleşebilecek oranlarda değil?

Sistemsel olarak, mevzuat olarak ve imkân olarak bu değişim gerçekleşmiş olmakla beraber, kitlelerin ezber ve kalıpları henüz değişmedi. Söz konusu değişim çok zor oluyor. Başlıktaki durum olabileydi, bu değişim inanılmaz hızlı bir şekilde olurdu. Yani birkaç dakikalığına bile sen ben olsan, ben de sen olsam, olay çözülürdü. Senin beni tanıyabilmen için birtakım olaylar olacak da beni tanıyacaksın. Aynısı benim de seni tanıyabilmem için geçerli. Keşke ben de sen olsam, sana kendimi nasıl izah edebileceğimi anlayabilmiş olsam…

Çevremdekilerin “Yiyip içemez” kanaatlerinin zıddını deneyerek keşfetmiştim. Eğitim görebileceğimi, çalışabileceğimi, evlenip yuva kurabileceğimi de yakalayabildiğim fırsatları değerlendirerek fark ettim. Siz bir de fırsat bulamadığım için deneyemediklerimi düşünün! Uçak kullanabilir miyim, bilmiyorum. Japonca öğrenebilir miyim, bilmiyorum. Ormanda, dağda tek başıma çadırda yaşayabileceğimi öğrendim. Tarım ve hayvancılıkla meşgul olabileceğimi artık biliyorum. Antarktika’da bir şey yapabilir miyim, henüz bilmiyorum. Bilemediklerimse deneyemediklerim. Bu saydığım bilmediklerimi sen biliyor musun? Yani sence yapabilir miyim? “Aman, ben bile gördüğüm hâlde yapamıyorum, sen görmediğin hâlde nasıl yapacaksın?” deme ha! Bu tuhaf mantık yürütmeyi çok duydum.

Şöyle bir çağrım var: Sen ben, ben de sen olamayacağımıza göre, öyle samimî, içten ve kalıpsız-perdesiz sohbet edelim ki sen beni anla, ben de seni anlayayım. Birbirimize geçmiş gibi olalım. Devamında da birbirimizin çevresine duvarlar ören, önüne engeller icat eden bir iletişim yerine birbirimizin görüş alanını genişleten, yeni dünyalara taşınmasını sağlayacak, kapasitemizi görecek, potansiyelimizi açığa çıkaracak şekilde iletişimde bulunalım ve sonuç olarak anlamlı, doyumlu, mutlu, coşkulu bir hayat yaşayalım, olsun bitsin. Ne dersin?