LEYLA’nın kakao renginde saçları, buğday teni, 115 cm boyu ve geceleri yıldızlar kadar parlayan yusyuvarlak gözleri vardı. Bu yıl okumayı sökmeye çalışıyordu. Bu nedenle öğretmeni ona bol bol okuma yapması gerektiğini söylemişti.
Günlerden Cuma, bayram tatili başladı fakat Leyla’nın aklı kitaplarda… Kapak resmine bakarak seçtiği hikâye kitaplarından birini alıyor, birini bırakıyordu. Babasını görünce “Baba sana kitap okuyayım mı?” diye seslendi. Yanıt bile vermesine zaman bırakmadan okumaya başladı bile. Her sözcüğü hecelediğinden cümleler anlaşılmıyordu. Beş dakika içinde babası elindeki kumandayla uyuyakaldı. Annesi çamaşır asıyor, ağabeyi de cep telefonuyla oynadığı oyunun sesinden hiçbir şey duymuyordu. Leyla sıkılarak bahçeye çıktı, çitlerin arasından burnunu uzatmış ona bakıyordu komşunun köpeği Köpük.
Köpüğün tüyleri beyazdı, candan bakışları, dışarıda salladığı pespembe dili vardı. Leyla çitin dibine oturdu, kendisini adeta gülümseyerek dinleyen Köpük’e tam dört tane hikâye kitabı okudu. Annesi içerden seslendi, “Herkes erken yatsın, sabah çok erken yola çıkacağız”.
Aile otobüsün en öndeki dört koltuğunu satın almıştı. Şoför koltuğunun arkasına Leyla ve ağabeyi oturdu. Akşama doğru sona erecek olan yolculuğun ilk dakikaları herkesin yerleşme, sağa sola eşyalar koyma, birbirleriyle fısıldaşma sesleriyle doluydu. Ilık üfleyen klimalar tesirini göstermiş olacak ki biraz sonra anne ve babası dahil tüm yolcular yarı uyur hâldeydi. Leyla dışında uyuklamayan tek kişi şofördü. Leyla minik başını öne uzatarak, “Sana hikâyeler anlatayım mı, daha yeni okudum?” dedi şoföre. “Evet, dinlemek isterim. Ama önce muavinden sana bir kek isteyelim” diye yanıtladı şoför.
Dura kalka, virajlı, taşlı yollarda birkaç kek ve hikâye ile saatler geçmişti. Otobüsteki sessizlik bir kumaş olsa, herkesin yüzünü örtecek gibiydi. Şehirlerarası otobüse has o koku ve günışığında en ufak zerrelerin dahi görünür olduğu döşemelerden uçuşan tozlar…
Dört saatlik yol bitivermişti. “Neyse ki artık geldik” dedi annesi, derin uykusundan uyanarak. Çiftlik evine vardılar. Anneannesi dedesi ile birlikte evin dışında bekliyorlardı, yollarda kucaklaştılar. Bartın’da hava ılık ve esintiliydi. Bayramlık lezzetli yemekler, ağır tatlılar, gelen giden bir iki misafir derken ilk geceyi tamamladılar bile.
Sabah ilk uyanan kişi Leyla’ydı. Alt kattaki mutfağa gitti. Bir eliyle açtığı buzdolabının kapağını tutuyordu, diğer elinde ise uyurken sarıldığı oyuncak tavşanını.
“Acıktın mı kuzum?” diyerek mutfağa gelen anneannesi dışında kimse onu daha mutlu edemezdi. “Yüzünü yıka, yeleğini giy gel yavrum, ben yumurtanı haşlayayım.”
Söyleneni harfiyen yapıp geri geldi Leyla, döndüğünde masadaki reçel, zeytin ve adını bilmediği pek çok kahvaltılığın hazır olmasına şaşırdı.
***
Mutfaktan bahçeye açılan verandanın kapısı aralıktı. İstanbul’da hiç duymadığı kokular burnuna geliyordu. Tahmin edileceği üzere Leyla hemen doydu. Aralık olan kapıdan başını uzattı. Dayanamadı, bahçeye doğru yürüdü. Yalınayaklarıyla acıtmayan ama batan sert bir şeye bastı, yakından bakınca fark etti ki, bu henüz olmamış bir çilekti. Bu macera hoşuna gitmeye başlamıştı. Birkaç adım sağa, geriye, öne dairesel-düz pek çok biçimde bahçeyi adım adım yürüdü. Toprağın altındaki kurtlar, birbirini kovalayan tavuklar, erik ağacındaki kuşlar, hatta bir de kaplumbağa görmüştü.
Bahçenin bitiminde bir bölümü devrilmiş çitlerin boşluk kısmından gövdesini sığdırmayı başardı. Artık denize doğru giden toprak sokaktaydı. Sağlı sollu tek katlı yalnızca altı ev daha vardı. Hâlâ yalınayak olduğu için ayakları biraz acımaya başlamıştı fakat umursamıyordu. Plajın güzel görüntüsüne kapılmış koşuyordu ki, hopp bir el onu yakaladı! Denize bakan bankta oturan dedesiydi bu.
“Nereye gidiyorsun güzel kızım, ananenin haberi var mı?”
“Ben aslında bahçedeydim… şey…dede…”
“Pabuçlarını da giymemişsin, olmaz böyle hadi eve gidiyoruz.”
Dedesi kalkmadan önce bankın boşluğuna sıkıştırdığı gazeteyi alırken Leyla heyecanla, “Aaa! Gazete mi okuyorduuuun dede, hadi bana da oku!” dedi.
Dede uzun yıllardır her sabah mayalı ekmek, tütün ve mutlaka yerel gazete alırdı. Uzaktan bakıldığında 6 ve 76 yaşında iki insanın yan yana duran gövdeleri eski bir bank üzerinde pek neşeliydi. Tertemiz ufuk çizgisi, birkaç bulut ve ayaklarının önünden 40 metre kadar öteye serili sarı kumsal vardı.
Yeni toparlanmış bir oda gibi düzgündü her şey. Hiç fazlalık yoktu.
“E hadi öyleyse kızımdan haberleri dinleyeyim.”
Leyla varlığını büsbütün arkasına saklayan, iki sayfası açık şekilde, kollarını havaya kaldırarak, ağır bir yük taşır gibi gazeteyi tutuyordu. Bir sağdaki bir de soldaki sayfaya bakıyor, nereden başlayacağını bilemiyordu. Kolları ağrıyıp gazeteyi indirdiğinde parmağıyla bir resmi göstererek “Dede, bu adamlar televizyona da çıkıyor biliyor musun?”dedi.
Okumak için parmağını koyduğu ilk kelime her seferinde bilmediği bir kelime oluyordu. O sırada dalgalar daha hızlıydı. Foşurtulu köpükler dağılıp bitmeden önce dalganın incelen tarafı kuma sert bir tokat atıyordu. Deniz yine geriye çekiliyor ve yine aynısı oluyordu. Bu çekilme anı sanki ufuk çizgisinin yutkunmasıydı. Solda göğe fırlayan sivri başlı dağ, diplerine sokulan kaya balıklarına rüzgârı anlatıyordu.
“Ben dalgalara bakınca balıkçıları hatırlıyorum, söyle bakalım sen neyi hatırlıyorsun?”
Leyla fazla düşünmeden yanıt verdi:
“Ben de komşumuzun köpeği Köpük’ü hatırlıyorum. Dede denize girelim mi?”
“Hayır kızım, zamanı değil. Bak denizde kimse var mı?”
İkisi de o anda uzaklarda top çeviren bir çocuk fark ettiler. Kalkıp o tarafa yürüyünce çocuğun ağabeyi olduğunu fark eden Leyla, “Abi hadi denize girelim” diyerek koşmaya başladı. İkisi de aynı anda, “Leyla’cığım olmaz, su soğuk” dediler. Leyla inatçıydı. İkisinin de elinden tutarak ıslak kuma doğru çekiştirdi. Leyla’nın zıplayıp koşarken sıçrattığı birkaç damla su dedesinin yanağına gelmişti.
“Dede ne oldu, yoksa ağlıyor musun?”
“Hayır kızım, sadece yaşlıyım.”
“Yaşlılık üzgün bir şey mi dede?”
“Yaşlılığın tek üzüntüsü, sevdiklerinin genç olmasıdır. Çok mutluyum.”
Kendine danslar uyduran Leyla, cümlenin sonunu duymamıştı bile ancak ağabeyi dedesine sıkıca sarılmıştı. Dedenin bir elinde arkasına basılmaktan ezilmiş deri ayakkabıları, bir omzunda büyük torununun eli ve diğer elinde de Leylanın eli vardır. Üçü de paçaları sıvanmış tuzun rahatlatıcı hissiyle baş üstü dolabı kadar yakın duran bulutların altında kahkahalarla oynuyorlardı.
Sesler kuşlara, kedilere hatta etraftaki evlere ulaşmış, dünya güzelleşmiş, Leyla’nın çocuklarına anlatacağı bir bayram sabahı hatırası âlemin defterinden zihinlere kaydedilmişti. Üç koca gün, başkasının bisikletine bir tur biner gibi çabuk bitmişti. Döndüklerinde herkes kahvaltısını yapmış, anneannesi oyuncak tavşanına Leyla’nın yeleğinin minik bir örneğini örüp giydirmişti.
Tıpkı bu üç gün kadar hızlı geçen yıllar oldu…
***
11 yıl sonrası…
Bu sefer yolculukta göğüsleri daraltan üzüntü, otobüsteki keklerin tadına bile sinmişti. Dedenin cenazesi için gittikleri o güzel evde bir kişi eksik fakat yolculukta bir kişi fazlaydı. Ağabeyinin kucağındaki 4 haftalık bebek… Leyla genç bir kız ve yeğenine kitaplar okumayı seven bir hala olmuştu.
Cenaze evinin yutkunması ufuk çizgisinden bile büyüktü. Yüzlerin değiştiği bir grup kalabalık evi dolduruyordu. Leyla yolculukta yorgun düşen yengesinin elinden yeğenini aldı ve uyutmak için dedesinin hastalık zamanlarını geçirdiği odaya götürdü.
Dizinde sallarken komodinin üzerindeki çalar saati, ilaç torbasını ve eskimiş bir kitabı gördü. Kapağında “İbn’i Sina” yazıyordu. Kitabı eline alır almaz arasına sıkıştırılan zarftan dolayı ilk o sayfa açılmıştı. “Yaşamın genişliği, uzunluğundan mühimdir” yazıyordu. Dizinde melek güzelliğinde yatan biricik yeğenine bakarak “Duydun mu Ahmet’im, adaşın hala bize öğretmeye, yol göstermeye devam ediyor” dedi.



