Batı’nın yeni Sevr rüyası: Akdeniz

Karşılarında, Rusya gibi titredikleri bir gücü Suriye ve Libya’da perişan etmiş bir ordu var. Bu orduyla nasıl başa çıkabilecekler? Çâre? Çâre basit: Ellerindeki haritayı yırtıp tek tek bize yanaşmaya başlamaları... Biz konuksever bir milletiz; ilk gelene Atmaca füzelerimizin seri üretime geçiş törenini izletiriz. O füzeler önünde buhar olmaktansa, füzelerin denizde çıkardıkları “gaz” buharını izlemelerini şiddetle tavsiye ederiz.

RAHMETLİ Cemil Meriç, Türklere karşı Avrupalının bilinç altında yatan korkuyu ve genlerine sinen kâbusu ne kadar güzel ifade eder:  “Bütün Kur’ân’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı yani İslâm… Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın! Avrupa, maddeciliğine rağmen Hıristiyandır. Sağcısıyla, solcusuyla Hıristiyan… Hıristiyan için tek düşman biziz: Haçlı ordularını bozgundan bozguna uğratan korkunç ve esrarlı kuvvet…”

Evet, hakikat budur! Avrupa için ne Rusya tehdittir, ne de Çin. Sovyet Rusya, İkinci Dünya Savaşı sonrası -Almanya’nın yarısı da dâhil- Avrupa’nın doğusunu istilâ etti ve 45 yıl demir yumrukla yönetti. Gel gör ki, bu istilâ Avrupalının bilinçaltında travmatik bir “düşman” algısı yaratmadı.

Çünkü Rusya’nın ideolojisi de kendi üretimleriydi, istilâ biçimi de… Kendileri ne yapıp nasıl davranıyorlarsa, Rusya da aynısını yapıyordu. Sahnede gördükleri kendileriydi; bâtıl ve rezil...

Ama Türk öyle miydi? Hayır! Türk, fethettiği yerlere İslâm’ı götürüyordu. İslâm, zulüm ve istilâlarla şeytanlaşmış Batı’ya, gözünü kamaştıran bir âkıbet güneşi gibi görünüyordu.

Adalet, merhamet, kulluk, hak, kanaat... Bunlar, şeytanlaşmış Batı’nın mizacını bozuyor ve besmele görmüş şeytan tayfası gibi korkuyla geriye kaçıyorlardı.

1071’den 1918 yılına kadar tam sekiz buçuk asır kâbusu olduk Batı’nın. Nihâyet Osmanlı çöktü ve Türkleri Anadolu’dan atmak için ellerinde Sevr ile çıkageldiler. Sevr, Türkiye’yi site devletçikleri hâline getirmeyi amaçlayan bir anlaşma metniydi. Bu metni bize kabul ettirmek için önce Trakya’yı istilâ ettiler. Ardından da Anadolu’yu güneyden İtalya ve Fransa, batıdan da Yunanistan ile işgal etmeye başladılar.

İşte İstiklâl Harbi, bıçağın kemiğe dayandığı bu hezîmet ortamında başladı ve 30 Ağustos 1922’deki Başkumandanlık Meydan Muharebesi ile de zaferle taçlandı. Fakat o zamanki gücümüz, düşmanı ancak savaş ve anlaşmalarla ülke topraklarından çıkarmaya yetti. Karayı bir şekilde kurtardık ama denizleri onlara bıraktık. Denizde ne düşmanı yenecek bahriye gücümüz, ne de deniz savaşı yapacak sağlam bir gemimiz vardı. Hakkımız olduğu hâlde burnumuzun dibindeki adaları bile, mağlûbiyetlerin en acısını tattırdığımız Yunanistan’a verdik; Yunanistan’a yani arkasındaki emperyalist Batı’ya...

Elimiz kolumuz bağlıydı; donanmamız yoktu ve olmayan bir şeyle de etki üretemezdiniz.

Ne hazin ki, donanma gücüyle bir cihan devleti olan Osmanlı, donanmasızlıktan dolayı cihandan çekiliyordu. Cumhuriyet Türkiye’sinin en büyük işlerinden biri, ne pahasına olursa olsun, güçlü bir donanma ideali ile işe başlamasıydı.

Bu ideal güzeldi, ancak Cumhuriyet Türkiye’sinin izleyeceği rota, Batı’nın belirlediği bir hat üzerine kuruldu. Batı, Türkleri tehdit yapan gücün İslâm olduğunu asırlardır çok iyi analiz etmişti. Rıza göstereceği şey, İslâm’dan uzaklaşmış bir Türk devlet modeli idi. Öyle de oldu. Lozan, bu modelin onaylanmasıdır aslında. Davulu bizde, tokmağı Batı’da olan bu devlet modelinin bir yerde ârıza vereceği gün gibi aşikârdı.

Cemil Meriç’in “yapsak” temenni kipiyle dile getirdiği ironik durumu -yapmıştık zaten- aynen uyguladık. Kitabı itibarsızlaştırdık, camileri yıkıp yaktık, inancı küçümsedik, İslâmiyet’i hayattan koparıp vicdanlara gömdük. Dinimizi gericilik sayıp zihinlerimizi Batı’nın maddeci ve Tanrı tanımaz kavram ve algılarıyla tıka basa doldurduk. Papağan gibi dillerini taklit ettik, maymun gibi hareketlerini.

Bir müddet böyle gittik. Gittik de ne oldu? Avrupalının Türk’e bakışında en küçük bir değişiklik ve hıncında da zerrece eksilme olmadı. O, bizi yine Osmanlı ve İslâm olarak görmeye, tâbiri caizse ölümüzden bile korkmaya devam etti. İçimizde kraldan çok kralcı bir yığın mankurta rağmen asla inanıp güvenmedi bize.

Batı, Lozan Anlaşması’yla içini boşalttıkları Türkleri, tarih ve coğrafyaya gömmek için iki tuzak daha kurdu. Bu tuzaklardan ilki, Türk’ü deniz ile buluşturmamak; ikincisi de karada asla rahat bırakmamak…

Dinmeyen Türk korkusu

Türklerin denizle alâkasını kuvvetlendirecek tek bağları kalmıştı: Kıbrıs… Buradaki Müslüman Türk ahalinin varlığı kabul edilemezdi. Kıbrıs’ı bir an önce Giritleştirmek yani Türklerden arındırmak lâzımdı. Bu işi yapacak isim de belliydi; Batı’nın maşa devlet olarak kurduğu Yunanistan…

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın her türlü zorluğa rağmen Türkiye’nin zaferiyle sonuçlanması, Batı’yı derinden tedirgin etti. Zira mağlûp olmuşlardı. Bekledikleri, Türklerin feci yenilgisiydi. 

Bu zafer, onların Türk kâbusunu yeniden hortlattı. Ne yapmak lâzımdı? Yapılacak şey, Türkleri sınırları dışına çıkarmamaktı. Bu amaçla Türkiye’yi içten karıştıracak düzinelerce sol örgüt kurdular ve bunların karşısına çıkacak iç dinamikleri de tetikleyerek çıkacak gümbürtüyü seyre koyuldular.

Bu usta işi fitne o kadar başarılı oldu ki ülke bir anda iç savaş sarmalına girerek 1980 Darbesi’ne kadar enerjisini ve nesillerini bu fitnenin tezgâhlarında tüketti.

Türkiye kendi başına bırakılırsa çok tehlikeli bir güce dönüşüyor, hemen tarihî kodlarıyla buluşuyor ve gıpta edilecek bir millî birlik ve beraberlik gösteriyordu. Kıbrıs Harekâtı’nda bu gerçeği gözlemlemişlerdi.

1970’li yıllarda kurulan Ermeni ASALA örgütünün yaptığı terör eylemleri de amaç dışı bir seyir izleyerek içteki dayanışmayı güçlendirmişti. O hâlde ülkenin birlik ve beraberliğini bozacak yeni tuzaklar kurmalıydılar. Buldukları çözüm, ülkenin mezhep ve etnisite tahrikleriyle bileşenlerine ayrılmasıydı.

1980 Darbesi’nde ülkenin kılcal damarlarına sızan Batı (ABD ve AB), kendi eseri olan bu darbe aracılığıyla Türkiye’nin yarım asrını hebâ edecek iki örgüt kurdu: PKK ve FETÖ.

Bunlardan ilkini görünür kılıp bizi onunla uğraştırırken, diğerini yanımıza, evimize, kışlamıza, Meclis’imize, okulumuza, basınımıza sızdırıp buharlaştırdı. Görünenle mücadele etmek kolaydı ama görünmeyen, habis bir ur gibi bünyede yayılmaya başladı.

Sadede gelelim…

İkisinin aynı merkezin ürünü olduğunu, ancak 15 Temmuz 2016 ihanet girişiminden sonra fark ettik. Meğer terörü üreten de, güya terörü imha eden de aynı yapıymış. Tam bir kusursuz fitne! 40 yıl, bir saat gibi tıkır tıkır çalışmış…

Ama tuzak kuranların tuzaklarını bozan Yüce İrade, olayların eliyle bu tuzakları bozdu ve karşımızdaki yapının bizi tarihin çöp çukuruna atma hamlesi, bir milletin yeniden dirilişi oldu. 40 yıldır kusursuz işleyen tezgâhları bir gecede bozuldu ve Devlet devlete, Ordu orduya benzemeye başladı.

15 Temmuz ihanetinden sonra dizginleri ele alarak emperyalist Batı’nın kuklalarını önce içte ezdik. Ardından peşlerine düştük ve sınır dışına çıktık.

Gördüğümüz manzara şuydu: Bizi 40 yıldır içeriye gömenler, sınırlarımızın hemen dibinde, Basra Körfezi’nden Akdeniz’e kadar uzanan bir maşa devletçik kurmakla meşguller. Bu devlet kurulunca Orta Doğu’nun zengin gaz ve petrolleri, boru hatlarıyla Avrupa ve ABD’nin eline geçecek. Bu oluşuma karşı çıkması muhtemel dört devlet ise (İran, Irak, Suriye ve Türkiye) dörder parçaya ayrılacak. Böylelikle Batı, bölgenin doğal kaynakları bitinceye kadar buraları istikrarsızlaştırıp sömürecek.

Bu kusursuz fitne, uçurumun kenarından dönen Türkiye tarafından işlemez hâle getirildi. Üstelik Türkiye, bu oyunları görünce süratle kendi savunma hattını kurmaya başladı. Güney’de Suriye ve Irak içlerine girerek kendi güvenlik koridorunu oluşturduğu gibi, Akdeniz’e çıkıp Libya ile anlaşarak Doğu Akdeniz’i kontrolü altına aldı.

Üstelik bu hamle Batı’nın hiç beklemediği bir sürat ve başarı ile gerçekleşince, yüz yıldır sütre arasına sakladıkları nursuz yüzleri de açığa çıktı. AB, Akdeniz’e çökmek için bir tür deniz Sevr’i olan Sevilla haritasını hazırlamıştı. 15 Temmuz’da başarılı olsalardı 16 Temmuz’da yürürlüğe koyacakları bu harita Türkiye’nin bekâ manevralarıyla ellerinde patlayınca çılgına döndüler. Akdeniz’in zengin yeraltı kaynaklarını tespit etmişlerdi. Sıra çıkarmaya gelmişti ancak mekânın sahibi tarafından görülmüş ve kovalanmışlardı bu hırsızlar.

Zaten 2011 yılından beri elde etmeye çalıştıkları Libya’da da Türkiye’den acı bir darbe yiyip oyun dışına itilmişlerdi. Ne yapmaları lâzımdı? Akdeniz, Türklere bırakılmayacak kadar zengin bir gelecek vaat ediyordu. Sevr’den sonra Sevilla da mı çöp olacaktı?

İki tip harekât tarzı geliştirdiler: İlkinde Yunanistan’a tarihî rolü olan çığırtkanlık ve saldırganlık verilecekti. Yunan bağıracak, çağıracak, dünyayı ayağa kaldıracak ve tehditler savuracaktı. Türkiye, eskiden bu tip baskılara bir yere kadar mukabele edip geri adım atıyordu çünkü. Yunan varlığını gösterdi ama nafile! Türkiye ciddiye bile almıyor, üstelik bildiğinden şaşmıyordu.

Oyunun bu bölümünde Yunan’ın blöfü işe yaramazsa, arkadan AB’nin en kuvvetli ordusuna sahip Fransa görünecekti. Bu kez ortaya Fransa çıktı, kumpas kurdu, tehdit etti, nafile! Türkler yine bildiğini okuyordu. İlk plân işlemeyince ikincisi devreye girdi.

İkinci plân Almanya üzerinden kurulmuştu. Akdeniz’de kriz ağırlaşınca Almanya tarafsız (!) bir ağır abi rolüyle olaya el koyacak ve tarafları masaya çağırma numarası çekecekti. Öyle de oldu. Türkiye Oruç Reis için ilk navteksi yayınladığında, Merkel, Başkan Erdoğan’ı arayarak süre istedi. Herkes sandı ki, Almanya işi çözecek. Bizim gemi limanda beklerken, AB ve ABD, “Fırsat bu fırsat!” deyip Yunan’ın elini güçlendirmek için apar topar bir Mısır-Yunan MEB Anlaşması kotardı.

Almanya’nın bu tuzağı kuracağını elbet biliyorduk, ama kozlarını oynasınlar istedik. Onlar, Türkiye’nin bu şok ile geri adım atmasını bekleyip Merkel sahtekârı da ellerini ovuştururken, Türkiye ânında bir navteks ile Oruç Reis’i görev mahalline yolladı.

Bu hamle Almanya’nın sözde iyi polis rolünü açığa çıkarınca, AB iyot gibi açığa düştü ve ellerindeki deniz Sevr’inden başka bir şey olmayan Sevilla haritası çöp oldu!

Yine tehditler, yaptırım blöfleri, yedi düveli Akdeniz’e çağırmalar... Bunlar uzayıp gider, ama Türkiye, Mavi Vatan’dan bir damla suyu kimseye vermez!

Güçlerine güvenseler savaşırlar savaşmasına da... Karşılarında, Rusya gibi titredikleri bir gücü Suriye ve Libya’da perişan etmiş bir ordu var. Bu orduyla nasıl başa çıkabilecekler?

Çâre? Çâre basit: Ellerindeki haritayı yırtıp tek tek bize yanaşmaya başlamaları...

Biz konuksever bir milletiz; ilk gelene Atmaca füzelerimizin seri üretime geçiş törenini izletiriz. O füzeler önünde buhar olmaktansa, füzelerin denizde çıkardıkları “gaz” buharını izlemelerini şiddetle tavsiye ederiz.

Ne de olsa hayâl kırıklığı, kol ve kafa kırılmasından iyidir!

Vesselâm…