RAHMETLİ Cemil Meriç,
Türklere karşı Avrupalının bilinç altında yatan korkuyu ve genlerine sinen kâbusu
ne kadar güzel ifade eder: “Bütün Kur’ân’ları yaksak, bütün camileri
yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı yani İslâm… Karanlık,
tehlikeli, düşman bir yığın! Avrupa, maddeciliğine rağmen Hıristiyandır. Sağcısıyla,
solcusuyla Hıristiyan… Hıristiyan için tek düşman biziz: Haçlı ordularını
bozgundan bozguna uğratan korkunç ve esrarlı kuvvet…”
Evet,
hakikat budur! Avrupa için ne Rusya tehdittir, ne de Çin. Sovyet Rusya, İkinci
Dünya Savaşı sonrası -Almanya’nın yarısı da dâhil- Avrupa’nın doğusunu istilâ
etti ve 45 yıl demir yumrukla yönetti. Gel gör ki, bu istilâ Avrupalının
bilinçaltında travmatik bir “düşman” algısı yaratmadı.
Çünkü
Rusya’nın ideolojisi de kendi üretimleriydi, istilâ biçimi de… Kendileri ne
yapıp nasıl davranıyorlarsa, Rusya da aynısını yapıyordu. Sahnede gördükleri
kendileriydi; bâtıl ve rezil...
Ama
Türk öyle miydi? Hayır! Türk, fethettiği yerlere İslâm’ı götürüyordu. İslâm, zulüm
ve istilâlarla şeytanlaşmış Batı’ya, gözünü kamaştıran bir âkıbet güneşi gibi
görünüyordu.
Adalet,
merhamet, kulluk, hak, kanaat... Bunlar, şeytanlaşmış Batı’nın mizacını bozuyor
ve besmele görmüş şeytan tayfası gibi korkuyla geriye kaçıyorlardı.
1071’den
1918 yılına kadar tam sekiz buçuk asır kâbusu olduk Batı’nın. Nihâyet Osmanlı
çöktü ve Türkleri Anadolu’dan atmak için ellerinde Sevr ile çıkageldiler. Sevr,
Türkiye’yi site devletçikleri hâline getirmeyi amaçlayan bir anlaşma metniydi.
Bu metni bize kabul ettirmek için önce Trakya’yı istilâ ettiler. Ardından da Anadolu’yu
güneyden İtalya ve Fransa, batıdan da Yunanistan ile işgal etmeye başladılar.
İşte
İstiklâl Harbi, bıçağın kemiğe dayandığı bu hezîmet ortamında başladı ve 30
Ağustos 1922’deki Başkumandanlık Meydan Muharebesi ile de zaferle taçlandı. Fakat
o zamanki gücümüz, düşmanı ancak savaş ve anlaşmalarla ülke topraklarından
çıkarmaya yetti. Karayı bir şekilde kurtardık ama denizleri onlara bıraktık. Denizde
ne düşmanı yenecek bahriye gücümüz, ne de deniz savaşı yapacak sağlam bir gemimiz
vardı. Hakkımız olduğu hâlde burnumuzun dibindeki adaları bile, mağlûbiyetlerin
en acısını tattırdığımız Yunanistan’a verdik; Yunanistan’a yani arkasındaki
emperyalist Batı’ya...
Elimiz
kolumuz bağlıydı; donanmamız yoktu ve olmayan bir şeyle de etki üretemezdiniz.
Ne
hazin ki, donanma gücüyle bir cihan devleti olan Osmanlı, donanmasızlıktan
dolayı cihandan çekiliyordu. Cumhuriyet Türkiye’sinin en büyük işlerinden biri,
ne pahasına olursa olsun, güçlü bir donanma ideali ile işe başlamasıydı.
Bu
ideal güzeldi, ancak Cumhuriyet Türkiye’sinin izleyeceği rota, Batı’nın
belirlediği bir hat üzerine kuruldu. Batı, Türkleri tehdit yapan gücün İslâm
olduğunu asırlardır çok iyi analiz etmişti. Rıza göstereceği şey, İslâm’dan
uzaklaşmış bir Türk devlet modeli idi. Öyle de oldu. Lozan, bu modelin
onaylanmasıdır aslında. Davulu bizde, tokmağı Batı’da olan bu devlet modelinin
bir yerde ârıza vereceği gün gibi aşikârdı.
Cemil
Meriç’in “yapsak” temenni kipiyle dile getirdiği ironik durumu -yapmıştık
zaten- aynen uyguladık. Kitabı itibarsızlaştırdık, camileri yıkıp yaktık,
inancı küçümsedik, İslâmiyet’i hayattan koparıp vicdanlara gömdük. Dinimizi
gericilik sayıp zihinlerimizi Batı’nın maddeci ve Tanrı tanımaz kavram ve
algılarıyla tıka basa doldurduk. Papağan gibi dillerini taklit ettik, maymun
gibi hareketlerini.
Bir
müddet böyle gittik. Gittik de ne oldu? Avrupalının Türk’e bakışında en küçük bir
değişiklik ve hıncında da zerrece eksilme olmadı. O, bizi yine Osmanlı ve İslâm
olarak görmeye, tâbiri caizse ölümüzden bile korkmaya devam etti. İçimizde
kraldan çok kralcı bir yığın mankurta rağmen asla inanıp güvenmedi bize.
Batı,
Lozan Anlaşması’yla içini boşalttıkları Türkleri, tarih ve coğrafyaya gömmek
için iki tuzak daha kurdu. Bu tuzaklardan ilki, Türk’ü deniz ile buluşturmamak;
ikincisi de karada asla rahat bırakmamak…
Dinmeyen
Türk korkusu
Türklerin
denizle alâkasını kuvvetlendirecek tek bağları kalmıştı: Kıbrıs… Buradaki Müslüman
Türk ahalinin varlığı kabul edilemezdi. Kıbrıs’ı bir an önce Giritleştirmek
yani Türklerden arındırmak lâzımdı. Bu işi yapacak isim de belliydi; Batı’nın maşa
devlet olarak kurduğu Yunanistan…
1974
Kıbrıs Barış Harekâtı’nın her türlü zorluğa rağmen Türkiye’nin zaferiyle
sonuçlanması, Batı’yı derinden tedirgin etti. Zira mağlûp olmuşlardı. Bekledikleri,
Türklerin feci yenilgisiydi.
Bu
zafer, onların Türk kâbusunu yeniden hortlattı. Ne yapmak lâzımdı? Yapılacak
şey, Türkleri sınırları dışına çıkarmamaktı. Bu amaçla Türkiye’yi içten
karıştıracak düzinelerce sol örgüt kurdular ve bunların karşısına çıkacak iç
dinamikleri de tetikleyerek çıkacak gümbürtüyü seyre koyuldular.
Bu
usta işi fitne o kadar başarılı oldu ki ülke bir anda iç savaş sarmalına girerek
1980 Darbesi’ne kadar enerjisini ve nesillerini bu fitnenin tezgâhlarında
tüketti.
Türkiye
kendi başına bırakılırsa çok tehlikeli bir güce dönüşüyor, hemen tarihî
kodlarıyla buluşuyor ve gıpta edilecek bir millî birlik ve beraberlik
gösteriyordu. Kıbrıs Harekâtı’nda bu gerçeği gözlemlemişlerdi.
1970’li
yıllarda kurulan Ermeni ASALA örgütünün yaptığı terör eylemleri de amaç dışı
bir seyir izleyerek içteki dayanışmayı güçlendirmişti. O hâlde ülkenin birlik
ve beraberliğini bozacak yeni tuzaklar kurmalıydılar. Buldukları çözüm, ülkenin
mezhep ve etnisite tahrikleriyle bileşenlerine ayrılmasıydı.
1980
Darbesi’nde ülkenin kılcal damarlarına sızan Batı (ABD ve AB), kendi eseri olan
bu darbe aracılığıyla Türkiye’nin yarım asrını hebâ edecek iki örgüt kurdu: PKK
ve FETÖ.
Bunlardan
ilkini görünür kılıp bizi onunla uğraştırırken, diğerini yanımıza, evimize,
kışlamıza, Meclis’imize, okulumuza, basınımıza sızdırıp buharlaştırdı.
Görünenle mücadele etmek kolaydı ama görünmeyen, habis bir ur gibi bünyede
yayılmaya başladı.
Sadede
gelelim…
İkisinin
aynı merkezin ürünü olduğunu, ancak 15 Temmuz 2016 ihanet girişiminden sonra
fark ettik. Meğer terörü üreten de, güya terörü imha eden de aynı yapıymış. Tam
bir kusursuz fitne! 40 yıl, bir saat gibi tıkır tıkır çalışmış…
Ama
tuzak kuranların tuzaklarını bozan Yüce İrade, olayların eliyle bu tuzakları
bozdu ve karşımızdaki yapının bizi tarihin çöp çukuruna atma hamlesi, bir
milletin yeniden dirilişi oldu. 40 yıldır kusursuz işleyen tezgâhları bir
gecede bozuldu ve Devlet devlete, Ordu orduya benzemeye başladı.
15
Temmuz ihanetinden sonra dizginleri ele alarak emperyalist Batı’nın kuklalarını
önce içte ezdik. Ardından peşlerine düştük ve sınır dışına çıktık.
Gördüğümüz
manzara şuydu: Bizi 40 yıldır içeriye gömenler, sınırlarımızın hemen dibinde,
Basra Körfezi’nden Akdeniz’e kadar uzanan bir maşa devletçik kurmakla
meşguller. Bu devlet kurulunca Orta Doğu’nun zengin gaz ve petrolleri, boru
hatlarıyla Avrupa ve ABD’nin eline geçecek. Bu oluşuma karşı çıkması muhtemel
dört devlet ise (İran, Irak, Suriye ve Türkiye) dörder parçaya ayrılacak.
Böylelikle Batı, bölgenin doğal kaynakları bitinceye kadar buraları
istikrarsızlaştırıp sömürecek.
Bu
kusursuz fitne, uçurumun kenarından dönen Türkiye tarafından işlemez hâle
getirildi. Üstelik Türkiye, bu oyunları görünce süratle kendi savunma hattını
kurmaya başladı. Güney’de Suriye ve Irak içlerine girerek kendi güvenlik
koridorunu oluşturduğu gibi, Akdeniz’e çıkıp Libya ile anlaşarak Doğu Akdeniz’i
kontrolü altına aldı.
Üstelik
bu hamle Batı’nın hiç beklemediği bir sürat ve başarı ile gerçekleşince, yüz
yıldır sütre arasına sakladıkları nursuz yüzleri de açığa çıktı. AB, Akdeniz’e
çökmek için bir tür deniz Sevr’i olan Sevilla haritasını hazırlamıştı. 15
Temmuz’da başarılı olsalardı 16 Temmuz’da yürürlüğe koyacakları bu harita
Türkiye’nin bekâ manevralarıyla ellerinde patlayınca çılgına döndüler. Akdeniz’in
zengin yeraltı kaynaklarını tespit etmişlerdi. Sıra çıkarmaya gelmişti ancak
mekânın sahibi tarafından görülmüş ve kovalanmışlardı bu hırsızlar.
Zaten
2011 yılından beri elde etmeye çalıştıkları Libya’da da Türkiye’den acı bir
darbe yiyip oyun dışına itilmişlerdi. Ne yapmaları lâzımdı? Akdeniz, Türklere
bırakılmayacak kadar zengin bir gelecek vaat ediyordu. Sevr’den sonra Sevilla da
mı çöp olacaktı?
İki
tip harekât tarzı geliştirdiler: İlkinde Yunanistan’a tarihî rolü olan
çığırtkanlık ve saldırganlık verilecekti. Yunan bağıracak, çağıracak, dünyayı
ayağa kaldıracak ve tehditler savuracaktı. Türkiye, eskiden bu tip baskılara
bir yere kadar mukabele edip geri adım atıyordu çünkü. Yunan varlığını gösterdi
ama nafile! Türkiye ciddiye bile almıyor, üstelik bildiğinden şaşmıyordu.
Oyunun
bu bölümünde Yunan’ın blöfü işe yaramazsa, arkadan AB’nin en kuvvetli ordusuna
sahip Fransa görünecekti. Bu kez ortaya Fransa çıktı, kumpas kurdu, tehdit etti,
nafile! Türkler yine bildiğini okuyordu. İlk plân işlemeyince ikincisi devreye
girdi.
İkinci
plân Almanya üzerinden kurulmuştu. Akdeniz’de kriz ağırlaşınca Almanya tarafsız
(!) bir ağır abi rolüyle olaya el koyacak ve tarafları masaya çağırma numarası
çekecekti. Öyle de oldu. Türkiye Oruç Reis için ilk navteksi yayınladığında,
Merkel, Başkan Erdoğan’ı arayarak süre istedi. Herkes sandı ki, Almanya işi
çözecek. Bizim gemi limanda beklerken, AB ve ABD, “Fırsat bu fırsat!” deyip
Yunan’ın elini güçlendirmek için apar topar bir Mısır-Yunan MEB Anlaşması
kotardı.
Almanya’nın
bu tuzağı kuracağını elbet biliyorduk, ama kozlarını oynasınlar istedik. Onlar,
Türkiye’nin bu şok ile geri adım atmasını bekleyip Merkel sahtekârı da ellerini
ovuştururken, Türkiye ânında bir navteks ile Oruç Reis’i görev mahalline
yolladı.
Bu
hamle Almanya’nın sözde iyi polis rolünü açığa çıkarınca, AB iyot gibi açığa
düştü ve ellerindeki deniz Sevr’inden başka bir şey olmayan Sevilla haritası
çöp oldu!
Yine
tehditler, yaptırım blöfleri, yedi düveli Akdeniz’e çağırmalar... Bunlar uzayıp
gider, ama Türkiye, Mavi Vatan’dan bir damla suyu kimseye vermez!
Güçlerine
güvenseler savaşırlar savaşmasına da... Karşılarında, Rusya gibi titredikleri
bir gücü Suriye ve Libya’da perişan etmiş bir ordu var. Bu orduyla nasıl başa
çıkabilecekler?
Çâre?
Çâre basit: Ellerindeki haritayı yırtıp tek tek bize yanaşmaya başlamaları...
Biz
konuksever bir milletiz; ilk gelene Atmaca füzelerimizin seri üretime geçiş
törenini izletiriz. O füzeler önünde buhar olmaktansa, füzelerin denizde
çıkardıkları “gaz” buharını izlemelerini şiddetle tavsiye ederiz.
Ne
de olsa hayâl kırıklığı, kol ve kafa kırılmasından iyidir!
Vesselâm…