YAHYA
Kemal bir gün ortadan kaybolmuş; dost meclisinde gören duyan olmamış. Neden
sonra, akşam çıkagelmiş. Dostları Yahya Kemal’e, “Üstat nerelerde idiniz? Ne
işle meşgul oluyordunuz?” demişler. Yahya Kemal de “Şiir yazıyordum” demiş.
Akşama kadar ortadan kaybolan Yahya Kemal’in bir şaheser ortaya çıkaracağını
düşünen dostları merakla, “Ne yazdın üstat?” diye sormuşlar. Yahya Kemal de
“Sabah şiire başlarken bir virgül koymuştum, akşama kadar düşündüm, akşam
beğenmeyip onu da sildim” diye cevap vermiş.
Yahya Kemal bile olsanız, bazen kemale ermez, kemale
ermeyince kelâma düşmez, kelâma düşmeyince kalemle hemhal olmaz düşünceler.
Ajanda Grup ekibi olarak Bosna’ya yaptığımız 10 günlük
ziyaretin ardından hemen her gün “Osmanlı’nın terk edişiyle yetim ve öksüz
bırakılmış, hecenin, kelimenin, tümcenin anlatmaya yetersiz kaldığı Sırp
mezalimine uğramış, yetim ve öksüzlükten gelen sahipsizlikle Hz. Nuh gibi gönlü
mahzun, adaletsizlik içinde dili Yunuslaşmış
Bosna’yı nasıl anlatırım?” diye düşündüm durdum. Defalarca virgül koyup
sildiğim oldu.
Neden sonra, Bosna’yı anlatmak için 1389 yılında
Osmanlı’nın Sırpları yendiği Kosova Savaşı’na atıf yaparak başlamak gerektiğine
karar verdim.
Kim derdi ki, Sarı Saltuk gibi nice Anadolu
erenlerinin İslamlaştırdığı, Fatih’in Osmanlı topraklarına kattığı, Gazi Hüsrev
Paşa’nın mamur ettiği Osmanlı bakiyesi Bosna, 1389’daki Kosova yenilgisiyle
içini dışını zift ve kin bürümüş Sırpların mezalimini yaşayacak?
Birçoğumuz Bosna’yı Balkanlarda Sırp mezalimine
uğramış Müslüman bir ülke olarak tanır. Bosna, tarih dersi kitaplarında da bu
kadar bir malumatla anlatılır. Bosna hakkındaki bu malumatın ötesine geçmek, Bosna’nın
bilinmeyenlerini açığa çıkarmak, bilinen, fakat dile getirilmeyenlerini dile
getirmek için Yavuz Selim önderliğindeki Ajanda ekibi Bosna’ya çıkarma kararı
aldığında, beni de ekibe dâhil ettiler.
Ekibin kılavuzluğunu, Aliya İzzetbegoviç’in
yetiştirdiği gençlerden biri ve Aliya’nın Gençlik Kolları Başkanlığı’nı yapmış bir
gazeteci olan Bekim Muftareviç ile Ajanda Dergileri Balkan Temsilcisi ve Balkan
Tur sahibi Selim Dilek ve ekibi üstlendi.
Ajanda Grup ekibi olarak 9 Aralık sabahı Saraybosna Havalimanı’na
indiğimizde, bizi Selim Dilek ve ekibi karşıladı. Daha sonra 10 gün boyunca
kalacağımız Bristol Otel’e geçtik. Burada birkaç saat dinlendikten sonra Saraybosna
sokaklarına attık kendimizi.
Şehri ikiye ayıran Milyatska nehrinin yanındaki yoldan
Başçarşı’ya doğru ilerlerken, herkesin dikkatini etraftaki binalardan farklı
bir mimari yapıya sahip olan Saraybosna Milli Kütüphanesi çekti. Rehberimizin verdiği
bilgiye göre, 1878’den sonra Bosna yönetimini devralan Avusturya-Macaristan Krallığı,
Osmanlı izlerini silmek için bu binayı yaptırmış. Bina, Mısır’daki İskenderiye
Kütüphanesi’nin benzeri olarak inşa edilmiş. Önceleri Belediye Sarayı olarak
kullanılmış, daha sonra ise Millî Kütüphane’ye dönüştürülmüş. Savaş sırasında ise
Saraybosna’nın arşiv belgelerini yok etmek için Sırplar tarafından bombalanarak,
içinde bulunan 3 milyon eserle birlikte yakılmış.
Milli Kütüphane’den sonra Başçarşı’ya geçtik. Başçarşı,
Saraybosna’nın merkezinde bulunan ve 16. yüzyılda Osmanlılar tarafından
kurulmuş bir yer. Gazi Hüsrev Bey Camii burada bulunuyor. Gazi Hüsrev Bey Camii’nin
yanında ve Başçarşı’nın etrafında çok sayıda cami ve medrese var. Başçarşı’da
ayrıca, Bosna’nın bağımsızlığını kazanmasında önemli bir rol oynayan Mladi
Müslümani Teşkilatı’nın da içinde bulunduğu bir Osmanlı hanı mevcut.
Saraybosna’nın simgesi olan Sebil de Başçarşı’da
bulunuyor. Başçarşı’da ziyaret ettiğimiz dükkânların hepsi bizleri “Selamunaleykum”
diyerek karşılıyor. Daha sonradan gözlemledik ki, selam Bosna’da çok yaygın.
Hatta Bosna halkı “Sabah-ı şerifleriniz hayrolsun”, “Akşam-ı şerifleriniz
hayrolsun” gibi, Türk kültüründe önemli bir yer eden iyi niyet temennilerini hâlâ
kullanıyor. Bunlar Türk kültürünün halen burada yaşadığının kanıtı.
Kovaçi’de mütevazı bir kahraman mezarı
Başçarşı’da gezinti yaptıktan sonra, Bosna’nın mimarı
Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in mezarının bulunduğu Kovaçi Şehitliği’ne
geçiyoruz. Burada, Saraybosna kuşatması sırasında Saraybosna’yı savunurken
şehit düşenlerin kabirleri bulunuyor. Şehitlikte yaklaşık 800 şehit mezarı var.
Aliya’nın kabri de bu şehitlikte bulunuyor.
Aliye’nin kabri, aslında kendisini anlatmaya yetiyor.
Birçok ülkede kurucu devlet başkanlarının mezarları “anıt” şeklinde yapılırken,
Bilge Kral’ın mezarı mütevazılığı ile göze çarpıyor. Kabri, içinde bulunduğu
diğer şehit mezarlarından ayıran tek şey, etrafında birkaç direk üzerine bina
edilmiş küçük bir kubbe. Aliya, “Allah’ın rahmeti gelsin toprağıma, ecdadımdan
ayırmayın beni! Ya yanında olayım, ya içinde” diyerek kabrinin halk arasında
olmasını ve anıt yapılmamasını istemiş.
Kovaçi Şehitliği’nde Sırp mezarları da var.
Rehberimizin anlattığına göre bu mezarlar, savaş sırasında Saraybosna’yı
korumak için Boşnaklar ile beraber savaşan Sırpların mezarları. Şehitliğin
hemen yanında bir Mevlevî tekkesi bulunuyor. Tekke, TİKA tarafından onarılmış.
Şehitliğin diğer tarafında ise Osmanlı zamanından kalma tarihî bir mezarlık
mevcut.
Kovaçi Şehitliği’ndeki Aliya ve diğer şehitlere Fatiha okuduktan sonra tekrar Başçarşı’ya döndük. Burada Meşhur Bosna Börekçisi’ne uğradık. Bosna’da böreğe “burek” diyorlar. Patatesli, peynirli, ıspanaklı ve kıymalı çeşitlerin olduğu meşhur börekler, tepsiye benzer bir muhafaza içerisinde közde pişiriliyor. Böreklere talebe göre yoğurt da dökülerek yenilebiliyor. Dikkati çeken bir başka husus, porsiyonların büyüklüğü. Buradaki bir porsiyon börek, bizdeki bir buçuk porsiyondan daha büyük.
Böreklerimizi yedikten sonra, oradan ayrılarak Dabakhane
Mescidi’nin olduğu bölgeye geçiyoruz. Dışarıdan bakıldığı zaman metruk bir
binayı andıran bu mescit, Osmanlı zamanında debbağlar tarafından kullanılıyormuş,
bundan dolayı cami cemaati ile vakit namazlarına gidemiyorlarmış. Onun için
Osmanlı döneminde onlar için ayrı mescitler inşa edilirmiş. Bu mescit de o maksatla
inşa edilmiş.
Rehberimizin anlattığına göre, savaş öncesinde ve
savaş sırasında çok sayıda Boşnak genci mescit yanındaki medresede eğitim
görmüş. Dabakçı Mescidi’nden ayrıldıktan sonra, otele gitmek üzere Birinci Dünya
Savaşı’nın çıkmasına neden olan Avusturya-Macaristan Prensi Ferdinand’ın
öldürüldüğü Latin Köprüsü’ne geçtik. Burada beklerken, köprü ve köprünün
karşısındaki Saraybosna Müzesi’nin, ziyaret programının daha sonra olacağı
bilgisi geldi.
Birkaç dakika bekledikten sonra araçlarımız geldi.
Araçlar geldikten sonra otele geçtik. Odama çekildiğimde, gün içerisinde
yaptığım görüşmeler ve izlenimlere ilişkin notlar aldıktan sonra istirahata
çekildim.
Bosna, asıl bayrağını kullanamıyor
Bosna ziyaretinin ikinci günü, sabah kahvaltısından
sonra tekrar Başçarşı’ya doğru hareket ettik. Amacımız, Srebrenitsa katliamının
dünyaya duyurulması ve savaş suçlularının Uluslararası Savaş Mahkemesi’nde
yargılanmasına büyük katkılar sunmuş hukukçu ve gazeteci Velma Sariç ile
görüşmekti. Ancak Velma Hanım’ın daha sonra Srebrenitsa’da bize eşlik edeceği
haberi geldi. Biz de birkaç arkadaşla birlikte Başçarşı’da öğle yemeğine kadar gezme
ve insanlarla sohbet etme fırsatı bulduk.
İlk durağımız Başçarşı Camii oldu. Burada ilgimizi en
çok yeşil üzerine beyaz hilal ve yıldızın olduğu bayrak çekti. Bayrağın ne olduğunu
sorduğumuzda, rehberimiz, Osmanlı’nın Bosna’yı terk ederken son olarak bu
bayrağı bıraktığını ve Bosnalıların asıl bayrak olarak bu bayrağı kabul
ettiklerini söyledi. Siyasî nedenlerden dolayı resmî olarak bu bayrak
kullanılmasa da camiler, medreseler ve derneklerin çoğunda bu bayrağın
kullanıldığını öğrendik.
Savaşta kimsesiz kalmış bir Boşnak, Başçarşı’da
karşınıza çıkabilir
Çarşı gezintimizin ardından bir Boşnak restoranına
öğle yemeği için gittik. Ekipteki diğer arkadaşlar da aynı restorana
gelmişlerdi. Âdet üzere, Bosna’nın en meşhur yemeği olarak tarif edilen çevabi soframıza
konuk oldu. Çevabi, ortası yarılmış pideye benzer bir ekmeğin arasında, yanında
küçük, kare kare doğranmış kuru soğan, yanında da katı sıvı arası bir yoğurt ile
ikram ediliyor. Tadı bizim köftelere nazaran daha yavan olan çevabi, neredeyse
hiçbir baharat ve katkı malzemesi kullanılmadan yapılıyor.
Yemek sonrası Başçarşı sokaklarına tekrar çıkıyoruz. Bizdeki Mısır Çarşısı’nı andıran Başçarşı’da bir teyzeye rastlıyoruz. Masmavi gözleri ve yüzündeki kıvrımlarla Başçarşı’daki herhangi biri olmadığı izlenimini edindiğimiz bu Boşnak teyzenin yaşının doksana yaklaşmış olduğunu ve teyzenin savaş sırasında tüm ailesini kaybettiğini öğreniyoruz. Kimsesi olmadığı için bu teyzeye Başçarşı esnafı bakıyormuş. Yani aradan yirmi yıl geçse de savaş ve savaşın acıları Başçarşı gibi turistik bir yerde bile kendini hissettiriyor.
Bosna’nın bütün sırlarına vâkıf bir konak
Boşnak teyzeden ayrıldıktan sonra, ekipten yedi sekiz
kişilik bir grup ile Bosna’nın yaşayan ideologlarından İsmet Kasumagiç’in evine
konuk olmak üzere yola koyulduk. Kasumagiç’e giderken, Osmanlı izleri kendini
göstermeye devam ediyordu. Eski binaların üzerinde, Osmanlı zamanında
kullanılan kapı tokmakları tüm heybetiyle bize selam veriyordu.
Kasumagiç’in konağına geldiğimizde, eşi Aziyade Hanım
ve kendisi bizi üst kata buyur ettiler. Üst kata, tipik Osmanlı konaklarında
olduğu gibi oda içindeki merdivenlerden çıktık. Konuk olacağımız odaya
geçtiğimizde, odanın yine tipik bir Osmanlı odası olduğunu gördük.
Ahşap süslemeli sedir ya da seki diye tabir ettiğimiz
oturma yerleri, merdiven çıkışının hemen karşısında duvar dipleri “L” şeklinde
dizayn edilmişti. Selam ve hal hatır faslından sonra burada Aliya ve İsmet
Kasumagiç ile birlikte 5 arkadaşın burada otuz yıl boyunca istişareler ettiğini
öğrendik. Yani Bosna’nın inşa edildiği yerde konaklıyorduk.
Dikkat çeken bir başka husus da İsmet Kasumagiç’in
yakasındaki Türk bayrağı rozeti idi. Rozeti Türkiye ve Osmanlı sevgisinin bir
nişanesi olarak yakasında taşıdığını öğrendik. Daha sonra sohbet havasında
Aliya, Bosna Savaşı ve kendisinin verdiği mücadeleyi konuştuk.
Buradan ayrıldıktan sonra akşam yemeği için Başçarşı’da
bulunan ve Türk girişimciler tarafından işletmeye açılan Konyalı Restoran’a
geçtik. Restoranda Ajanda ekibinin yanı sıra Bosna Esnaf ve Sanatkârlar Federasyonu
Başkanı Mensur Bektiç ve Bekim Muftareviç de vardı.
Türkiye, katma değer üretecek yatırımlara yönelmeli
Yemek sırasında Türk girişimcilerin yatırımları
konuşulurken, Türklerin katma değer etkisi yapacak yatırımlardan çok, restoran
gibi yatırımlara yöneldiğini ve bunun değişmesi gerektiği söylendi. Bu düşünce
sadece yemek sırasında yapılan sohbette ön plana çıkmadı, Bosna’da yaptığımız
neredeyse tüm görüşmelerde değişik kişiler tarafında dile getirildi. Bu konudaki
beklenti fazlasıyla mevcut.
Yemekten sonra otele geçtik. Küçük bir moladan sonra
Bosna’da bize mihmandarlık eden Bekim Muftareviç ve Bosna’da değişik görevlerde
bulunan bir heyet ile birlikte lobide buluştuk. Heyette, Bosna’nın
bağımsızlığını kazanmasında büyük rol oynayan Genç Müslümanlar Derneği Başkanı
Ethem Bakşiç, Müslümanlar Derneği Genel Sekreteri Anes Cunuzoviç, Aktif Boşnak
Gençlik Derneği Başkanı İsmet Becar, Bosna-Hersek Hükümet Sözcüsü Alvid Hubbia,
Adalet ve Kalkınma Teşkilatı Yönetim Kurulu Başkanı Admir Muloosmanoviç ve Bosna’nın
ünlü arkeologlarından Adnan Muftareviç vardı. Bu isimlerle ekipteki arkadaşlar
sonraki günlerde değişik konularda görüşmeler gerçekleştirdiler.
Osmanlı mahallesinde bir Osmanlı evi: Svrzina Kuca
Sonraki gün, kahvaltının ardından Adnan Muftareviç bizleri
Saraybosna’daki müzelere götürdü. Rehberimizin verdiği bilgiye göre Osmanlı, Saraybosna’yı
inşa ederken düz ovayı inşaat alanı olarak kullanmayarak yamaçların bulunduğu
bölgeleri yerleşim alanı olarak seçmiş. Düz yerleri de tarım alanı olarak
kullanmış.
Müzelerden ilki, Saraybosna yamaçlarına kurulmuş olan
Kovaçi Mahallesi’ndeki “Svrzina Kuca Müzesi”. Burası Osmanlı mimarisi ile inşa
edilmiş. Birbirine bitişik evlerden oluşan Kovaçi Mahallesi, rehberimizin
verdiği bilgiye göre “asıl Saraybosna” olarak biliniyor. Hatta Bosna’da asıl Saraybosnalı
ya da asıl “saraylı” anlamındaki “Saraylija” kavramı, bu mahallede yaşayanlar
için kullanılıyormuş. Bu mahalle dışında yaşayanlar içinse köylü manasındaki “seljak”
tabiri kullanılıyormuş.
Yine rehberimizin verdiği bilgiye göre, buradaki bir
evin değeri 1 milyon 500 bin avroya kadar çıkabiliyormuş. Savaş sırasında
göçler sebebiyle bazı binalarda mülkiyet problemleri var. Çünkü vurulan
binalarda savaş öncesi oturanlardan bazısı göç etmiş ve geri dönmemiş. Binalarda
bazı katlar hâlâ savaşta yıkıldığı gibi duruyor. Bu binalara herhangi bir tamir
işlemi de yapılamıyor.
Şehir içerisinde bazı kamu binaları da tarihî
hafızanın taze kalması adına kamu tarafından bilerek tamir edilmiyor.
Rehberimizin verdiği bilgilerden sonra Adnan Muftareviç bizi içeri aldı. Burası
tam bir Osmanlı evi! Bu ev, 1950’lerde devlete satılmış. Adnan Muftareviç’in
verdiği bilgiye göre, 1697’de Prens Eugene, Viyana kuşatması sırasında Bosna
nehrinden geçerken tüm şehri yakarak 10 bin esir almış. Buradaki altın ve
gümüşlere el koyarak Viyana’ya götürmüş. Buradan götürülen altınlarla Belvedere
Villa Sarayı yapılmış.
Muftareviç’e göre Svrzina Kuca evi, o dönemde yapılmış
bir ev. Evde Osmanlı halı ve kilim motiflerinin yanında, o dönem kullanılan mutfak
gereçleri de bulunuyor. Svrzina Kuca’yı ziyaret ettikten sonra Latin Köprüsü ve
karşısında bulunan Saraybosna Müzesi’ne doğru yola çıktık.
Dünyanın kaderini değiştiren köprü: Latin Köprüsü
Latin Köprüsü’ne geldiğimizde, Adnan Muftareviç 1.
Dünya Savaşı’nı çıkaran olayın hikâyesini anlattı. Muftareviç’in anlattığına
göre Ferdinand, sevinç gösterisinde bulunan Bosna halkını selamlarken suikast
ekibi ilk olarak çiçek içerisinde bir bomba atmış. Çiçeğin içinde bomba olduğunu
anlayan Ferdinand, bomba patlamadan arabadan dışarı fırlamış. Bomba patlayınca,
kendisine eskortluk eden askerler yaralanmışlar. Daha sonra Ferdinand, karısı Sofia
ile birlikte oradan ayrılmış. Sofia rahatsızlanınca konağına geçmek istemiş.
Fakat araç şoförü Almancayı tam olarak bilmediği için, gelen talimatı yanlış
anlamış. Latin Köprüsü’nün olduğu yere geldiklerinde Ferdinand şoföre kızmış.
Araç köprünün olduğu yerde durmuş. Gavrilo da köprü karşısındaki bir pastanede
sandviç yerken Ferdinand’ı görmüş ve pastaneden çıkarak Ferdinand ve eşi
Sofia’yı vurmuş.
Köprüden sonra Saraybosna Müzesi’ne geçtik. Müzede Prens Ferdinand ve eşi Sofia’nın öldürülmesi sonrasına ait fotoğraflar bulunuyor.
İslamî şuur ve soykırım bilincini taze tutmaya çalışan
bir radyo
Müze ziyaretinin ardından Bosna Diyaneti’nin elektronik
ağını kuran kişi olarak bilinen İsmet Becar ile görüşmek için Radyo 1’in yolunu
tuttuk. Bizi Becar kapıda karşıladı. Radyo 1, son derece mütevazı bir binada,
İslamî şuurun arttırılması ve soykırım bilincinin oluşturulması için yayın yapıyor.
Teknik imkânlar kısıtlı olsa da radyo, ülke çapında en çok dinlenen beş radyo
arasında yer alıyor. Becar ile burada yaptığımız görüşmenin ardından Yunus Emre
Enstitüsü’ne geçtik. Burada yetkililer, vakıf hakkında bilgi verdiler.
Bosna muhaciri bir dadaş
Sonraki gün ilk durağımız, Bosna’ya hicret eden ve
elde ettiği büyük başarılar sonrası Bosna-Hersek Tekvando Federasyonu
Başkanlığı’na kadar yükselen Erzurumlu dadaş Ahmet Dilek’in evi oldu. Burada Ahmet Dilek ile Bosna macerasını ve
Bosna sporunu konuştuktan sonra öğle yemeği için Başçarşı’daki bir Boşnak
lokantasına geçtik. Hava iyice soğuduğundan üşümüştük. Burada ilk olarak bir
Begova çorbası içtik. Begova çorbası, et veya tavuk suyuyla yapılıyor. Küçük
küçük doğranmış havuç, bezelye, tavuk parçacıkları ve bamya var içerisinde.
Çorbanın tadı çok güzel!
Buradan Mladi Müslümani Teşkilatı’na geçtik. Ekip arkadaşlarımız
burada uzun bir görüşme gerçekleştirdiler. Görüşme sonrası Mladi Müslümani
Teşkilatı ile aynı handa bulunan ve Türklerin yoğun olarak uğradığı bir kafede
çay molası verdik. Burada, ekipte
bulunan arkadaşlar ile izlenimleri üzerine sohbet ettik
TİKA’nın restore ettiği köprü: Konjiç
Bosna’ya gelişimizin 5. günü, haftasonuna denk
gelmişti. Cumartesi günü programımız Mostar’da idi. Sabah kahvaltısından sonra
Mostar’a gitmek üzere yola çıktık. Yolculuk esnasında ilk uğradığımız yer
Konjic Köprüsü oldu. Bir Osmanlı köprüsü olan Konjiç Köprüsü, Neretva nehri
üzerinde, 1682 yılında 6 gözlü olarak inşa edilmiş ve 82 metre uzunluğunda. İkinci
Dünya Savaşı sırasında ciddi derecede hasar görmüş. Tito dönemi
Yugoslavya'sında araç trafiğine açılan köprü, tarihî görünümünden
uzaklaştırılmış. Daha sonra TİKA tarafından 2006-2009 arası restore edilerek tarihî
görüntüsüne kavuşturulmuş.
Bosna’yı İslamlaştıran bir Anadolu ereni: Sarı Saltuk
Konjiç Köprüsü’nden sonraki durağımız ise Tito Köprüsü
oldu. Rehberimizin anlattığına göre Tito, demiryolu olan bu köprüyü yıkarak
Nazilerin iç cephelere olan lojistik desteğinin ilerlemesini durdurmuş.
Köprünün yıkık hali halen görülebiliyor.
Tito Köprüsü’nden sonra ki durağımız Poçitel Kalesi...
Rehberimizin anlattığına göre, bu kale 4. yüzyılda yapılmış. Osmanlıların
bölgeye gelmesi ile birlikte Macar Kralı Korvin kaleyi güçlendirmiş. Osmanlılar,
kaleyi fethettikten sonra eteklerine Poçitel köyünü inşa etmişler.
Poçitel Kalesi’nden sonraki durağımız Blagaj
Alperenler (Sarı Saltuk) Tekkesi oldu. Rehberimizin anlattığına göre tekke,
Bosna’nın İslamlaşmasında önemli bir role sahip. Tekkenin yanında bulunan dev
kayalıktan Buna nehri doğuyor. Nehrin doğduğu noktada su o kadar soğuk ki,
birkaç dakika dışında suya el ya da ayağınızı koyamıyorsunuz.
Köprülerin Babası: Mostar
Mostar’a indiğimizde, Saraybosna Üniversitesi Tarih
Bölümü’nde araştırma görevlisi olan rehberimizin verdiği bilgiye göre,
Mostar’ın en büyük geçim kaynağının tarım olduğunu öğreniyoruz. Kentte çok
sayıda üzüm bağı var. Bağdan elde edilen üzümlerden şarap üretimi yapılıyor ve
çoğunlukla İtalyan ve Fransızlara satılıyor. Kentte Mostar Köprüsü ile kentin
güneyinde yer alan Medzuyorje tepesi, turistlerin yoğun uğrak yerlerinden.
Papalık henüz bu tepeyi kutsal ilan etmese de,
Medzuyorje tepesinde 4 Hırvat çocuğun Meryem Ana’yı gördüğü iddia ediliyor. Bu
nedenle Katolikler tarafından kutsal sayılan bu tepeye yılda 1 milyona yakın
turist geliyor. Rehberimiz, daha sonra bizi Mostar’ın küçük maketi gibi duran
bir köprünün yanına götürdü. Burada Mostar Köprüsü’nün tarihçesinden bahsetti.
Rehberimizin verdiği bilgiye göre, köprünün mimarı Mimar Hayrettin’in bu köprüyü
yapışından birkaç gün sonra yapı yıkılıyor. Mimar Hayrettin, ulakla Mimar
Sinan’a “Köprü yıkıldı, ne yapalım?” diye haber gönderiyor. Mimar Sinan da
“Önce bu köprünün minyatürlerinden yap. Ne zaman emin olursan, asıl köprüyü o
zaman yap” diyor. Bunun üzerine Mimar Hayrettin,
Neratva nehrini besleyen kollar üzerine Mostar’ın minyatürü sayılabilecek 12 küçük
köprü inşa ediyor. Hikâyeyi dinlediğimiz bu küçük köprü, o dönem inşa edilen 12
köprüden ayakta kalmayı başarmış tek köprü.
Köprüden atlamayana kız yok
Mostar hakkında rehberimizin verdiği bilgilerden sonra
bu köprüyü tam karşıdan gören bir noktada, muhteşem güzellikteki Mostar Köprüsü’nü
fotoğraflıyoruz. Daha sonra hediyelik eşya satan bir dükkânın içinde, köprünün
yıkılışının sinevizyon gösterisini izledikten sonra, Bosnalıların gözyaşıyla
sulanmış Neretva nehrine iniyoruz.
Nehrin kenarından Mostar’a baktığımızda tüm heybetiyle
bize göz kırpıyordu. Rehberimizin verdiği bilgiye göre, eskiden sevdiği kıza
cesaretini kanıtlamak isteyen genç erkekler, kendilerini 24 metre yükseklikteki
köprüden Neretva sularına bırakırlarmış. Babalar, kızlarıyla evlenmek isteyen
erkeklere köprüden atlama şartı koşarmış. Köprüden atlayamayana kız
verilmezmiş. Bugün bu gelenek, turistik gösteri maksatlı devam ediyor.
Bosna’da bir Nene Hatun
Mostar gezisiyle hayli yorulmuştuk, ama ertesi gün
yolculuk Sırp Özerk Bölgesi’nde kalan Srebrenitsa olduğu için erken uyandık ve Srebrenitsa’ya
doğru yola çıktık. Burada ilk durağımız Miliç kasabası oldu. Bahçesine kilise
yapılan ve tek başına bu kilisenin kalkması için mücadele eden Fatma Orloviç
ile tanıştık. Altmış yılın yorgunluğu yüzündeki çizgilere yansıyan Fatma Teyze,
sonunda kendi mülküne kilise yapılamayacağına dair yürüttüğü mücadeleyi
kazanır. Fakat buna rağmen kilise kaldırılmaz. Üstelik karşı davalar açılır.
Ayrıca 1 milyon 250 bin avro teklif edilerek ev ve bahçesi satın alınmak
istenir. Ama Fatma Teyze bunu kabul etmez Daha sonra kasabaya altyapı
yatırımları yapılır, fakat altyapı çalışmalarından faydalandırılmaz. Fatma Teyze
her şeye rağmen mücadeleden vazgeçmeyeceğini söylüyor.
“Öldükten sonra bile rahat bırakmıyorlar”
Fatma Teyze’ye verdiği mücadelenin Türk kamuoyuna
yansıtılacağına dair söz verdikten sonra, oradan mahzun bir şekilde ayrıldık.
Aynı yol üzerinde bu kez bir çiftliğe ait ahırda durduk. Yolculukta bize eşlik
eden ve savaş suçlularının Lahey’deki yargılamalarına katılmış hukukçu ve gazeteci
Velma Sariç’in verdiği bilgiye göre bu ahırda, savaş sırasında Sırpların
zulmünden kaçıp Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen güvenli bölgelere
Bosna dağlarından yürüyerek varmaya çalışan ve Sırplar tarafından yakalanan bin
500 Boşnak katledilmiş. Katliamdan sadece bir kişi, ancak ahırın penceresinden
atlayarak kurtulabilmiş.
Savaş sonrası soykırımdan dolayı ceza alması gündeme
gelen Sırplar, soykırım cezası almamak için toplu mezarlardan kemik parçalarını
çıkararak tek tek gömmeye başlamışlar. Çünkü toplu mezarlar soykırımın, tek
mezarlar ise savaş hukukuna göre ölümlerin savaş nedeniyle olduğunun kanıtı
sayılıyormuş. Ama yapılan araştırmalarda bir mezarda 13-14 kişiye ait kemik
parçaları çıktığı için Sırpların bu oyunu tutmamış. Buradaki katliam da
soykırım kayıtlarına geçmiş.
Ahırın içerisini görmek istediğimizi Velma Sariç’e
ilettiğimizde, buranın Sırp Özerk Bölgesi olduğunu ve buna Sırpların izin
vermediğini söyledi. Hatta biraz daha burada kalırsak polislerin sorgusu ile
baş başa kalabileceğimizi de vurguladı. Bin 500 kişiye mezar olan buradan
ayrıldıktan sonra Srebrenitsa’ya geçtik.
Tek dişi kalmış canavarın tek dişinin de kırıldığı
yer: Srebrenitsa
Srebrenitsa, tek dişi kalmış canavarın ırz ve namus
payimal edilirken mısır patlatıp çekirdek çitlettiği bir yer. Velma Sariç’in
anlattığına göre, savaştan önce Srebrenitsa’nın nüfusu sadece 24 bin. BM burayı
güvenli bölge ilan ettiği için, Bosna’daki diğer bölgelerden gelenlerle
birlikte nüfus kısa sürede 60 bine çıkmış. Müslümanların elindeki silahlar da
barışı BM’nin sağlayacağı söylenerek toplanmış. Daha sonra Ratko Mladiç
komutasındaki Sırplar Srebrenitsa'ya olan saldırılarını sıklaştırdıklarında, Müslümanların
toplanan silahlarını geri almak için yaptıkları başvuru, sorumlu Hollanda
komutanı Thom Karremans tarafından reddedilmiş.
Boşnaklar, daha sonra 400 BM askerinin bulunduğu Srebrenitsa’ya birkaç kilometre mesafedeki Potaçari’de bulunan bir akü fabrikasına girmek istemişler. Hollandalı askerler fabrikaya 3 kişiyi almış, diğerleri kapıda bırakılarak fabrika dışında Sırplara yem edilmiş. Daha sonra Hollandalı askerler fabrikadaki 3 bin kişiyi Sırplara teslim etmişler. Sırplar, Srebrenitsa’da ve burada 12 yaş üstü tüm erkekleri bir yana, kadınları da diğer yana ayırmışlar. Kadın ve çocuklar başka bir yerleşim yerine gönderilmiş, kalan 8 bin 372 kişi ise acımasızca katledilmiş. Hatta fabrikanın Sırplara teslimi sırasında tecavüze uğrama endişesi yaşayan Boşnak kadınlardan kendilerini asanlar olmuş.
Ellerini kollarını sallayarak geziyorlar
Sariç’in verdiği bir başka bilgiye göre, Srebrenitsa’da
soykırım suçunu kabul eden insanlar, ellerini kollarını sallayarak geziyorlar.
Mahkemelerin 35 sene ceza verdiği kişiler, hukuksal boşluklardan yararlanarak
serbestçe dolaşabiliyorlarmış. Asıl acı olan ise, tecavüze uğrayan ya da
evlatlarını katleden bu insanlarla Boşnaklar her gün yüz yüze gelebiliyorlarmış.
Bu acı durumdan dolayı Srebrenitsa’da katledilenlerin anneleri, burada Srebrenitsa
Anneleri adlı derneği kurup adalet için mücadele ediyorlar.
Soykırımın mahkemelerce tescil edilmesinden sonra,
2005’te, katliamın yapıldığı akü fabrikasının hemen yanında Soykırım Mezarlığı
ve Anıtı oluşturuluyor. Soykırımda öldürülenlerin kimlikleri DNA testleriyle
tespit edilmeye, tespit işleminden sonra hangi kemiğin kime ait olduğunun
belirlenmesinden sonra kemikler mezarlığa gömülmeye başlanmış. Halen 8 bin 372
kişiden 600 kadarının kimlik tespiti yapılamamış. Kimlik tespit çalışmaları
devam ediyor.
Bosna, Saraybosna’dan ibaret değil
Sariç, katliamın hikâyesini anlattıktan sonra Bosna’nın
Saraybosna demek olmadığını belirterek, “Bosna’ya bakış, Saraybosna üzerinden
oluyor. Ama böyle olmamalı! Saraybosna dışında kalan Srebrenitsa gibi bölgelere
ilginin yoğunlaşması gerekiyor. Çünkü buralarda savaşın acıları taze. Buradaki
insanlar her gün o savaşı yeniden yaşıyorlar. Bunların desteğe ihtiyacı var.
İnsanlar bu bölgeleri terk ediyorlar. Bunun önlenmesi gerekiyor. Çünkü savaşı hafızalarda
taze tutacak, bu topraklara sahip çıkacak insanlar bunlar. Buralara
yapılabilecek küçük yatırımlar buraları kalkındırabilir. Örneğin küçücük bir
sera veya çiftlik projesi yapılabilir. Türkiye bu yatırımlara öncülük
yapabilir” diyor.
Sariç, daha sonra bizleri Srebrenitsa Anneleri ile tanıştırdı.
Srebrenitsa Anneleri Derneği, savaş sırasında evlatları katledilen Srebrenitsalı
kadınlar tarafından kurulmuş bir dernek.
Srebrenitsa, 11 Temmuz dışında da hafızlarda yerini
korumalı
Sariç, Srebrenitsa’da katledilen insanların Boşnak ve Müslüman oldukları için katledildiğini vurgulayarak, “Srebrenitsa Anneleri, soykırımın unutturulmaması için faaliyette bulunuyor. Soykırımın unutturulmaması gerekiyor. Srebrenitsa Anneleri buralardan göçer veya anneler vefat ederlerse, bu katliamı tarihe ve insanlık hafızasına taşımak zorlaşacak. İnsanlık hafızasının soykırım konusunda taze kalması için bu bölgelere resmî ziyaretlerin yapılması gerekiyor. Bu noktanın kamuoyunda sürekli gündemde tutulması gerekiyor. Üniversiteler buralarda araştırmalarını sıklaştırmalı. 11 Temmuz ve soykırımı anma törenleri dışındaki tarihlerde de Srebrenitsa’nın gündemde olması lazım. Bu bölge, Sırp Özerk Bölgesi’nde ama Sırp bölgesindeki toprakların mülkiyetinin çoğu Boşnaklara ait. Fakat Boşnaklar buralara geri dönmek istemiyorlar. Mülk sahipleri savaş sırasında göç ettiler, şimdi buralara dönmek istemiyorlar. Çünkü buralarda yaşam standartları çok düşük. Türkiye Ziraat Bankası aracılığıyla bölge insanının iş kurması için 100 milyon avro kaynak ayrıldı ama bu yeterli değil” diyor.
Srebrenitsa’da soykırım suçunu kabul eden insanlar, ellerini kollarını sallayarak geziyorlar. Mahkemelerin 35 sene ceza verdiği kişiler, hukuksal boşluklardan yararlanarak serbestçe dolaşabiliyorlarmış.
Soykırımın neden önlenemediğinin cevabı, duvarlara
çizilmiş resimlerde saklı
Sariç’in açıklamalarından sonra Soykırım Mezarlığı Anıtı’na
yazılan isimlere baktığımızda, “Turkoviç” soyadlı çok sayıda isme rastladık.
Rehberlerimiz, bunların Türk kökenli Boşnaklar olduklarını söylediler.
Mezarlığın ardından, katliamın yaşandığı akü
fabrikasına gittik. Akü fabrikasını dolaşırken, duvarlarda soykırım öncesi,
soykırım sırası ve sonrasında çekilmiş fotoğraflara bakarken herkesin içini bir
hüzün kapladı. Katliam sırasında Hollandalı askerlerin kaldığı odaya
geçtiğimizde, Hollandalı askerlerin görev ciddiyetini ve dolayısıyla da tek
dişi kalmış canavarın Bosna’ya bakışını çok iyi anlatan bir manzarayla karşılaştık.
Duvarlara resimler çizilmişti. Rehberimizden öğrendiğimize göre, resimler
burada kalan Hollandalı askerler tarafından çizilmiş. Açıkçası manzara
karşısında şok geçirdim. Çünkü duvarlarda oral seks yapan, sevişen kadın erkek
resimleri vardı. Bu resmin yan tarafındaki resimde, tankın namlusu, erkek
cinsel organı şeklinde resmedilmişti. Namlu, çıplak bir bayana yaklaşıyor.
Verilen mesajı varın, siz düşünün…
Anlatmaktan haya edeceğimiz daha nice resimler
çizilmiş duvarlara. Demek ki dışarıda Boşnaklar aylardır ölüm kalım savaşı
verirken, BM askerleri fabrikadaki ikametgâhlarında bu gibi rezilliklerle
uğraşıyorlarmış. Bu resimler, soykırımın neden önlenemediğini de gösteriyor
bizlere.
Küçük işletmeler kalkınmayı sağlar
Fabrikadan ayrıldıktan sonra Srebrenitsa Anneleri
tarafından işletilen küçük bir dükkândan hediyelik eşya aldıktan sonra küçük
bir inşaatta durakladık. Gazeteci Bekim Muftareviç, buranın patates işleyecek
ve cips üretecek bir fabrika inşaatı olduğunu dile getirerek, yöredeki tek
yatırımın burası olduğunu, yörede benzer hiçbir yatırımın olmadığını belirtti.
Muftareviç, bu tür küçük yatırımların, bölgenin kalkınması için önemli olduğunu
da sözlerine ekledi.
Eski İçişleri Bakanı Puşina ve Kalkınma Bakanı
Halimoviç’ten Bosna’yı dinledik
Sonraki gün ilk görüşmemiz, Bosna-Hersek eski İçişleri
Bakanı Yusuf Puşina ile oldu. Puşina ile otelin lobisinde bir saati aşkın bir
görüşme yaptıktan sonra, Ajanda ekibi olarak Bosna Büyükelçiliğimize geçtik.
Burada Bosna-Hersek Büyükelçimiz Cihat Erginay ile Bosna üzerine bir saate
yakın bir görüşme yaptıktan sonra hatıra fotoğrafları çektirdik ve Büyükelçilik’ten
ayrıldık.
Sonraki durağımız, Bosna-Hersek Girişimcilik ve
Kalkınma Bakanlığı oldu. Burada Bosna-Hersek Girişimcilik ve Kalkınma Bakanı
Sanjin Halimoviç ile yaptığımız görüşmenin ardından Başçarşı’ya döndük.
Balkanlarda bir Türk markası
Sonraki gün programında Cumhurbaşkanlığı ziyareti
vardı. Burada ekip başkanımız Yavuz Selim ve Nesrin Çaylı, Cumhurbaşkanı Bakir
İzzetbegoviç ile bir görüşme gerçekleştirdi. Ben Anadolu Ajansı Balkan Bölge
Müdürlüğü’ndeki randevum nedeniyle Cumhurbaşkanlığı’ndan erken ayrıldım ve AA Balkan
Bölge Müdürlüğü’ne geçtim. Burada AA Balkan Bölge Müdürü Ömer Çetres ile
birlikte, Anadolu Ajansı’nın Balkanlar faaliyetleri üzerine bir röportaj
gerçekleştirdik. Çetres röportajda, AA’nın Balkanlarda bir marka olduğunu
söyledi.
Bosna’daki son günümüzün sabahı, Ajanda Dergileri
Balkan Temsilcisi Selim Dilek’in evine konuk olduk. Buradaki muhteşem sabah
kahvaltısından sonra, savaş sırasında Bosna’ya nefes aldıran tüneli ziyaret
ettik.
Bosna’nın soluk borusu: Saraybosna Savaş Tüneli
Tünelin olduğu sahada çeşitli harita ve çizimlerle
savaş resmedilmiş. Rehberimizin verdiği bilgiye göre, Sırplar Saraybosna’yı kuşatınca
şehirde yaşam koşulları son derece güçleşmiş. Öyle ki, şehirde su ve yiyecek
sıkıntısı baş göstermiş. Bunun üzerine Bosna’nın ileri gelenleri hem Saraybosna’daki
savaşçılara lojistik destek sağlamak, hem de şehre soluk aldırmak için tünel
yapmaya karar vermişler. Tünelin mimarlığını da sonradan Başbakan olan Necat
Brankoviç üstlenmiş. 1993’ün Ocak sonunda kazılar başlamış. Tünel, Saraybosna Havalimanı’nın
altından geçirilerek 1993 Temmuz’unun sonunda bitirilmiş.
İlk günlerde insan gücüyle taşınan malzemeler, daha
sonra yapılan küçük bir raylı sistem ile taşınmaya başlanmış. Savaş sırasında
serbest Bosna bölgeleriyle Saraybosna arasındaki bağlantıyı sadece bu tünel
sağlamış. Savaşta yiyecek, içecek, silah ve yaralılar bu tünelden taşınmışlar.
Rehberimiz, tünelin 150 santimetre yüksekliğinde ve 800 metre uzunluğunda
olduğunu söyledi. Tünelde sadece 20-25 metre kadar yürüyebiliyoruz, geri kalan
kısmı ziyaretçilere kapatılmış durumda.
Kısa süren tünel ziyaretinin ardından, tünelin fonksiyonun anlatıldığı görüntüleri izlemek üzere oluşturulan odaya geçtik Burada, savaş sırasında tünelden geçişleri gösteren görüntüleri izledik. Görüntüleri izledikten sonra Saraybosna merkezine döndük. Buradaki son hazırlıklardan sonra havalimanına geçtik ve Türkiye’ye döndük.
Bosna’nın uluslararası kriterlere göre yazılmış bir anayasası bulunmuyor. Dayton Antlaşması, bir nevi anayasa işlevi görüyor. Fakat anlaşma demokratik standartlarda değil.
Bosna’da beyin göçü büyük bir problem
Anlattıklarım dışında Bosna ziyareti boyunca yaptığım
görüşmeler ve izlenimlerim sonucu tuttuğum notlara göre, Boşnaklar mühendislik
gibi sayısal alanlara yönlendirilmişler. Siyaset, hukuk, felsefe gibi bilim
dallarına yönelim bilerek yapılmamış. Bunun sıkıntılarını hem savaş öncesinde,
hem de savaş sırasında fazlasıyla yaşamışlar. Öyle ki, savaş sırasında Sırpları
yenilgiye uğratmalarına rağmen, diplomaside savaşarak ulaşılan hattın gerisinde
bir sınırı, özerk bölgenin sınırı olarak kabul etmişler. Tabiî bunda yıllarca
başka sebepler de etkin rol oynamış.
Savaş sonrasında ise gençlerde siyaset, hukuk gibi alanlara
yönelim daha fazla olmaya başlamış. Bosna’da gençler, Türkiye ortalamasının
üzerinde bir eğitime sahip. Nüfusun az olması gençlerin eğitimini kolaylaştırsa
da ekonomik açıdan aldıkları eğitime paralel iş bulamıyorlar. Bosna’da master
yapmış, doktorasını bitirmiş ama işsiz bir gençle karşılaşmanız işten bile
değil. Bu durum, Bosna’da yetişmiş insan gücünün dışarıya çıkmasına neden
olmuş. Yani beyin göçü, Bosna’nın en önemli sorunlarından biri. Bunun önüne
geçmek için radikal adımlar atılması gerekiyor.
Demokrasi ve kalkınmanın önündeki en büyük engel:
Dayton
Ülkede siyasetten sanata, kültürden spora kadar hemen
her alanda kalkınmanın önündeki en önemli engel Dayton Antlaşması. Bu antlaşma,
ülkeyi küçük devletçiklere bölmüş durumda ve Bosna’da 10 ayrı kanton, bu
kantonların meclisleri, milletvekilleri, başbakanları var. Bir de Dayton, üçlü
bir yönetim modeli ortaya çıkarmış. Bu yönetim modeline göre bir Hırvat, bir Sırp
ve bir Boşnak olmak üzere, Cumhurbaşkanlığı Konseyi 3 kişiden oluşuyor. Alınan
kararlara bu üç ayaktan biri itiraz ettiğinde, alınan kararlar geçersiz
sayılıyor. Bu da hayatın hemen tüm alanında etkin karar alma mekanizmalarını
tıkıyor.
Ülke nüfusunun çok büyük bir kısmı Boşnak olmasına
rağmen, Boşnaklar bu çoğunluğun getirdiği avantajı ülke yönetimine
yansıtamıyor. Demokrasinin ruhuna aykırı bir şekilde, 100 bin Hırvat ile 1
milyon Boşnak, siyasal olarak aynı oranda temsil ediliyor. Bosna’nın
uluslararası kriterlere göre yazılmış bir anayasası bulunmuyor. Dayton Antlaşması,
bir nevi anayasa işlevi görüyor. Fakat anlaşma demokratik standartlarda değil.
Bosna’da demokrasinin gelişmesine katkı sunacak bir siyasal sistem kurulmalı.
Bosna, sahip olduğu su kaynakları yüzünden savaş
yaşayabilir
Bosna’da ciddi su kaynakları var. Suların tadı o kadar
güzel ki, şehirlerde, turistler dışında hazır su alıp içen yok. Musluklardan
akan sular tertemiz. Bunun yanı sıra Bosna, hidroelektrik yatırımlarının
yapılabileceği nehirlere sahip ama bu alanda ciddi yatırımlar yapılamamış. Bu
noktada yatırımlar için Bosnalılar yardım bekliyor. Geleceğin savaşlarının su
kaynakları nedeniyle yaşanacağı tezi doğru çıkarsa, Bosna, su kaynakları
yüzünden ileride bir savaş yaşayabilir.
Diyanet Bosna’da daha etkin olmak zorunda
Bosna’da savaş sonrası İslamî şuur yeniden dirilmiş görünüyor.
Bunun farkında olan farklı dinî gruplar Bosna’ya akın etmiş durumda. İran ve
Arap ülkelerinden gelen Selefi gruplar, Bosna gençliğini şekillendirmek için
ciddi gayretler sarf ediyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığı buna yönelik bir
çalışma yapabilir.
Bosna’yı dünyaya entegre edecek ulaşım ağı
oluşturulmalı
Bosna dışında kalan Sancak ve Kosova gibi Boşnak
kökenlilerin yaşadığı yerlerle Bosna arasında ciddi bir ulaşım ağı problemi
var. Bosna’nın Kosova, Sancak bölgesi ve diğer Boşnakların yaşadığı yerlerle
kara, hava ve demiryolu ulaşım ağının kurulması gerekiyor. Bu ağ kurulabilirse,
bölgeler arasındaki insan sirkülasyonu daha fazla olacaktır.
Bunun yanı sıra, diğer komşu ülkelerle ulaşım ağının
oluşturulması gerekiyor. Komşu olmayan ülkelerle de havayolu ağının
zenginleştirilmesi gerekiyor. Bu, Bosna’nın kendi içine kapanmasını önleyeceği
gibi, Balkan coğrafyasındaki halkların kucaklaşmasını da sağlayacak ve sivil
toplum faaliyetlerinin çeşitlenmesini beraberinde getirecektir.
Yurtdışında toprak ya da ev sahibi olmak isteyenler
Bosna’da toprak satın alabilirler. Çünkü Bosna’da tarih dipdiri. Tarihi Bosna’da
hissettiğiniz kadar başka bir yerde hissetmek pek mümkün değil.
Soykırım bilincinin taze tutulması için çalışmalar
yapılmalı
Üniversiteler dışında Bosna’daki ilk ve ortaöğretim
okullarında savaş öğretilmiyor, soykırım anlatılmıyor. Dolayısıyla Bosna’da
savaşa ve soykırıma dair hafıza çok güçlü değil. Savaş ve soykırım bilinci
sözlü hafıza ile yaşatılmaya çalışılıyor. Bu bilincin taze tutulması için gerek
akademik düzeyde, gerekse sosyal alanda etkin çalışmalar yapılmalıdır.
Savaş sırasında Bosna’dan göç edenler, ekonomik
yetersizlik ve yaşam standartlarının yaşadıkları yerlerden daha düşük olması
gibi nedenlerle geri dönmek istememekteler. Bu durumun tersine çevrilebilmesi
için Bosna’nın daha cazip hale getirilmesi gerekiyor. Bu da ancak ekonomik kalkınma
ile olabilecek bir durum.
Bosna’da yükseköğrenim gören ve işsiz kalan gençler
dışarıya göç etmekteler. Beyin göçünün fazlasıyla olduğu Bosna’da durumun
tersine çevrilebilmesi için, Bosna’da potansiyeli çok yüksek olan tarım ve gıda
işleme, otomotiv, bankacılık ve finans, inşaat, hidroelektrik, termoelektrik,
ormancılık ve orman ürünleri, maden ve metal işleme ve turizm alanında
yatırımların yapılması gerekiyor.