HER medeniyet, kendi
içerisinde farklı coğrafî, kültürel, dinî, politik, sosyo-ekonomik etkileri
barındırır ve bu nev-i şahsına münhasır etkilerle kendi beşerî yapısını inşâ
eder. Bu yapı, her biri birbirinden sanki çok farklı yerlerdeymiş gibi
görünmesine rağmen, aslında birbirine sıkıca bağlı olan ve ancak dikkatlice
bakıldığında görülebilen bağlardan oluşur.
Geleceği
görmek için geçmişe bakmak gerekir. İster tarih kitaplarında karşımıza çıksın,
isterse keyifli bir dost meclisinde sözü edilsin, “Osmanlı” dendiği zaman kalbi
bu medeniyet ile çarpan hemen hemen herkes, sanırım büyük bir gurur ve
mutlulukla az önce sözünü ettiğim geçmişe bakar.
İnsan,
içinde bulunduğu koşullar doğrultusunda tercihlerini belirler. Bu koşullar,
gerek siyasal, gerekse sosyal açıdan zaman içerisinde sürekli değişim
içindedir. Toplumları etkileyen değişiklikler, yalnızca giyim kuşam açısından
olmayıp, kişinin konuşma, yeme içme alışkanlıkları ve davranış şekline kadar
her tavrını etkilemektedir. İnsanı oluşturan bu değerler silsilesi
incelenirken, dikkat çeken ilk veri giysilerdir. Çünkü giysiler; toplumun
sosyal yapısı, üzerinde bulunulan coğrafî yapıyı, iklimsel özellikleri, inancı
ve kültürü hakkında da bilgi vermektedir.
“Kıyafet” deyip geçmemek lâzım. Giyim kuşam
ile başlayan değişimler, ardından günlük hayatı, meslek anlayışlarını, eğitim politikalarını,
hattâ yönetim biçimlerini etkiler. Bazı durumlarda günlük hayatın değişimi de
giyimi etkileyebilir. Her durumda giysi, değişikliğin gözlemlenebildiği temel
öğedir.
İsterseniz
bu yazımızda bir değişiklik yapalım, Osmanlı’da bir döneme ayna tutan giyim kuşam
konusunu dışarıdan yani o dönemde bizzat İstanbul’a ve çevre şehirlere gelerek
gözlemlerini eserleştiren Avrupalı seyyah ve yazarlara kulak verelim. Çünkü
tarih boyunca Batılı pek çok seyyah, dinî, sanatsal ve entelektüel bir merkez
olarak kabul edilen ve dönemin süper gücü konumundaki Osmanlı İmparatorluğu’nun
başkenti olan İstanbul’u seyahatnâmelerinde ölümsüzleştirmeye çalışmıştır.
Şehrin
idarî durumu, konumu, genel görünümü, mahalleleri, camileri, kiliseleri,
meydanları, pazarları, medreseleri, hanları, giyim tarzları ve bu genel
çerçevede İstanbul’un kendine özgü özellikleri pek çok yazar tarafından
derinlemesine ve ayrıntılı bir şekilde kaleme alınmıştır. Bakalım dışarıdan
gelen misafirlerimizin gözüyle cihan hükümdarlığında günlük hayatta giyim ve
kuşam nasılmış…
Farklı
dönemleriyle Osmanlı’da giyim kuşam
16’ncı
yüzyılda payitahta gezi amacı ile gelen Fransız seyyah ve coğrafya uzmanı
Nicolay’a göre Osmanlı’da giysiler; kumaş, biçim ve renk özellikleri bakımından
toplumsal yaşamda kişinin ait olduğu yeri yansıtmaktadır.
“Ferace her şeyi
itinayla gizler. Ferace; bir pelerinle süslenmiş, uzun kollu, geniş, biçimsiz,
omuzlardan ayaklara kadar bir manto gibi inen, kışın kalın kumaştan olanı,
yazın ipeklisi giyilen, hemen her zaman turuncu, yeşil gibi canlı renkleri
tercih edilen, tek renkli bir tür cüppedir. Bu canlı renklerden her sene biri
daha revaçta olur, fakat şeklinde bir değişiklik olmaz. Şehirlerde feraceye
sıklıkla rastlanır.
Şehirden köye geldiğimizde
ise karşımıza geniş şalvarlar çıkar. Günlük hayatta köy yerinde terlikler
kullanılır. Şalvarların üzerine ipekten, etrafı kâmilen işlemeli gömlekler
giyilir. Gömleklerin kolları geniştir. Yakalarda elmas düğmeler vardır.
Entariler, vücûda göre biçilmiş ceket görünümündedir. Mintanlar, şalvar ile
aynı kumaştan tercih edilir. Bu esvap vücûda uygun, uzunluğu ayaklara kadar
gelir. Üzerine takriben parmak eninde kemerler bağlanır. Zengin kadınların
kemerleri daha çok elmaslar veya sair kıymetli taşlarla süslüdür. Fazla masraf
etmek istemeyenler ise işlemeli sateni tercih ederler.
Kürk, Türk
kadınlarının bazen giydikleri, bazen çıkardıkları bir ev libasıdır. Kürkler
ağır dîbadan, içleri kakum ve samur kaplıdır. Taşrada başa ‘kalpak’ denilen bir
serpuş giyilir. Kışın inci veya elmasla işlenmiş kadifeden, yazın gayet ince ve
bol sırmalı kumaştan yapılır. Kalpak yalnız başın bir tarafına konulur. Üzerine
ya elmaslı bir gül veya gayet kibar işlenmiş bir mendille beraber altın bir
iğne takılır. Başın öbür tarafına da saçlar toplanır. Üzerine nasıl bir süs
yakıştırılırsa, meselâ çiçek, sorguç konulur.”
Hepimizin
bildiği üzere Osmanlı’da farklı dinî ve etnik gruplar büyük bir hoşgörü içinde
bir arada yaşamışlardır. Bu topluluklar birbirlerinden etkilenmiş olsalar da
hem kadın, hem erkek kıyafetlerinde dinî ve geleneksel farklar gözle
görülebilmektedir.
1836
yılında İstanbul’da on ay boyunca yaşadıklarını anlattığı “Sultanlar Şehri
İstanbul” adlı kitabıyla dönemin gündelik hayatına nesnel bir biçimde ışık
tutan İngiliz şair ve yazar Julie Pardoe, şöyle anlatır:
“Payitahtta kaldığım
süre içerisinde kendimi Binbir Gece Masalları’ndan çıkıp gelmiş bir sahnede
buldum. Birkaç dakika hayranlıkla çevreme bakınmaktan başka bir şey yapamadım.
Misafir olduğum evin hanımı, bizi oturttukları sedirin hemen önünde ayakta
duruyordu. Yere kadar inen beyaz bir elbise giymişti. Belinin biraz üzerine
sırma nakışlı, değerli taşlardan tokası olan geniş bir kuşak takmıştı; hem
kuşağın, hem de tokaların genişliği en az on beş santimdi. Bu elbisenin üzerine
güvercin rengi kaşmirden, kenarlarına ve yakasına en pahalı samur kürkü geçirilmiş
bir pelerin giymişti. Birkaç yüz sterlin edecek bu pelerinin kol yenleri
sıyrıldığında, ortaya harika bilezikler ve parmaklarındaki taşlı yüzükler
çıkıyordu.
Muazzam
büyüklükteki türbanı bu memlekete has boyalı muslin yazmadan yapılmıştı;
yazmanın incilerden teşekkül eden ve üzerine son derece büyük ve değerli
zümrütler takılmış derin kenar süsü, alnına, yüzünün iki yanına ve omuzlarına
sarkıyordu.”
Dedik
ya, bu topraklarda yüzyıllar boyu farklı inanışlara mensup insanlar hoşgörü
içinde bir arada yaşamıştır, bugünün Beyoğlu semtinin eski adıyla “Pera”
bölgesinde yaşayan Rum ve Frenk kadınlarının da gösterişli giyim kuşamları tarih
kitaplarına konu olmuştur.
Rum
ve Frenk kadınlarının genellikle kentli ya da tüccar eşi olduklarını, bu
kişilerin eşlerinin pahalı zevklerini karşılamakta zorlandıkları belirtilir.
Dantelle süslenmiş, kadife, ipek ve tafta giydikleri, altın ya da gümüş
düğmeler kullandıkları yazılıdır. Gayr-i Müslim cenahta parasal durumu çok iyi
olmayan kadınların bile ipek ve taftadan giysiler giydiği bilinmektedir. Güzel
ve pahalı giysilerin yanı sıra bir dolu altın zincir, bilezik, yüzük ve
genellikle değerli taşlarla bezenmiş takılar takmışlardır.
Gelinlik
çağına gelen genç kızlar ve yeni evliler kızıl saten şapka takar ya da
başlarına 5 santim eninde ipek kumaştan altın süslemeli, inci ve yarı değerli
taşlarla bezenmiş atkılar dolarlardı. Ancak daha yaşlı kadınlar, aynı biçimde
giyinseler de daha sade olanlarını tercih eder, dul kadınlar genellikle
safranla sarıya boyanmış keten kumaşa sarınırlardı.
16’ncı
yüzyılda Türklere esir düşen bir İspanyol’un anılarında, Osmanlı’da özellikle
Müslüman kesimin giyim alışkanlıkları farklı bir yaklaşımla ifade edilerek, kadınların
ve erkeklerin hep bir çeşit giyindiği, İspanya’da olduğu gibi sürekli kıyafet
değiştirip durmadıkları, giyim kuşamlarının kişilikleri ile paralel olup
dünyevî hayatta tevazuu barındırdığı belirtilmiştir. Erkeklerin günlük
kıyafetleri genellikle yakasız mintanlar, bol şalvarlar, kıvrım kıvrım kaput
kolları ve dar, uzun kaftanlardan mütevellittir.
İşaret
vasfı taşıyan libas ve aksesuarlar
Özellikle
örfî ve şer’î hukukun gündelik hayatta uygulanabilirliği açısından Müslümanları
Yahudi ve Rumlardan ayırt edebilmek için Osmanlı Devleti, çeşitli düzenlemeler
yapmıştır. Bu düzenlemelere göre Yahudiler safran sarısı, Rumlar ise lâcivert
renkte başlık kullanmışlardır. Bu resmî düzenlemelerin halk tarafından
bozulduğu durumlarda Osmanlı Devleti, hem Müslüman, hem de gayr-i Müslim halkı
kapsayan çeşitli fermanlar yayınlamış, uyarılarda bulunmuştur. Renklerle ilgili
uyarılar yalnızca başlıkları değil, ayakkabıları da kapsamıştır.
Osmanlı’da
Müslüman kimseler kendi örfüne has olandan başka türlü kıyafet giyemezler. Aksini
yapmak utanç verici bir şey olduğu gibi, bu konuda rijit davranmak dinin de
desteklediği bir esastır.
Müslümanlarca kullanılması âdet olmayan bir elbise, hele başlık, irtidad işareti sayılır. Bu durum, muhtelif şeyhü’l-İslâmların fetvalarıyla sâbittir. Bu fetvalara göre, şayet Müslüman bir kimse, meselâ kendi örfünden olmayan bir topluluğa ait başlık giyerse sadâkatsizlikle suçlanır, hattâ nikâhını bile yenilemek durumunda kalabilmektedir.
Rengârenk
libasıyla Osmanlı
“Osmanlı’da
en revaçta olan renk yeşildi” desek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Yeşil
renkten sonra en popüler rengin gök mavisi olduğu yazılmaktadır.
Batılılaşma
hareketlerinin İmparatorluğun tüm kurumlarına nüfûz ettiği 19’uncu yüzyılda
kurumlardaki değişim, günlük hayata da sirâyet eder ve bundan giyim kuşam da
nasibini alır. Fesin yaygın olarak kullanımından önce, 1826 yılında, ordu için
zorunlu hâle getirilen tunik (ceket) ve pantolondan oluşan kıyafetin bir
tamamlayıcısı olarak “şubara” adı verilen bir başlık kullanılmıştır.
Şubara,
kumaştan yapılmış, silindir biçiminde bir başlıktır. Tepeye doğru yükselen,
tepe kısmı yere doğru sarkan bir şapka türüdür. Önce orduda Bostancılar tarafından
kullanılmış, daha sonra Nizâm-ı Cedîd askerleri tarafından takılmış ve sonra da
kısa bir süreliğine İkinci Mahmud’un yeni ordusunda kullanılmıştır.
1828
yılında Kuzey Afrika kökenli olan fes Padişah’a sunulmuş, Şeyhü’l-İslâm ve Sadrazamın
da katıldığı görüşmelerden sonra kabul edilmiştir. 1845 yılında ise kullanımdan
kaynaklanan sorunlardan dolayı birtakım değişikliklere uğramıştır.
İlk
hâliyle düzenli birliklerin ve devletin genel olarak tüm hizmetkârları ve tebaasının
feslerine taktıkları püskül, bükülmemiş ipekten yapılmaktaydı. Rüzgâr, yağmur
ve benzeri nahoş etkilerin yol açtığı zarar nedeniyle püsküllerin her gün
taranması kaçınılmaz bir mecburiyet hâline gelmişti. Püskülleri taramak için
çoğunlukla küçük erkek çocukları, bugünün seyyar satıcıları gibi sokakta,
çarşıda “Püskülünüzü tarayalım!” diye bağırarak dolaşır ve bu yolla para
kazanırlardı.
Taranmış
püsküller, tepesi kalıpla düzleştirilmiş feslere takılırdı; takanın başında daha
kolay dursun diye fese bir tel yerleştirilir ve fesin üstüne de kâğıt yerine
gümüş bir tabaka konurdu. Bu püsküllere çok isâbetli bir biçimde insanlar
tarafından “püsküllü belâ” adı takılmıştı ki bu deyim, günümüzde halâ
kullanılmaktadır. Püsküllü belâ durumu hem siviller, hem de askerler için epey
sıkıntıya yol açtığından, komutanların, subayların ve ordu mensuplarının
feslerinin tepesine “tespit” ve “tayin” edilen ağırlıkta örme püskül
taktırmalarına, askerî törenlerde “ferahi” adı verilen yuvarlak ve metal tabaka
biçiminde rütbe işaretlerinin takılmasına ve diğer sınıflardan olanların da
ipek püskül yerine örme püskül kullanmasına karar verildi.
Osmanlı,
kadın ve giyim
1878-79
yılları arasında İstanbul’da bulunmuş, İmparatorluğa ve İstanbul’a hayran
kalarak ülkesine dönen Edmondo de Amicis, kendine has lirik ve şairâne üslûbu
ile kaleme aldığı “İstanbul” adlı gezi kitabında payitahttan sitâyişle
bahsetmiş, günlük yaşamda, caddelerde, sokaklarda gördüğü sıradan insanları
gözlemlerken geçmişe ve tarihe ışık tutmuştur.
Seyyah
Amicis’in ilk şaşkınlığı, sokakta denk geldiği Osmanlı kadınlarına karşıdır.
Tüm Avrupa’da aslı ile hiç alâkası olmadığı hâlde abartılı bir şekilde Osmanlı
kadınlarının esâretinden öyle çok bahsedilmiştir ki kadınları günün her
saatinde sokakta dolaşırken görünce şaşırdığını, mutlu olduğunu söyler.
Kadınların günlük hayattaki giyim kuşamlarını ayrıntıları ile gözlemleyen yazar,
gördüğü manzarayı şöyle tarif eder:
“Kadınlar
boyunlarının ve başlarının üstünde bir tür yünlü avlu kumaştan yapılmış bir
başörtüsü taşıyor, böylece kimseler göz ve ağızlarından başka yüzlerinin bir
yerini göremiyordu. Avuç içi büyüklüğünde ipek bir atkı da başkalarının
kendisini görmesini engellerken, onlar dışarısını görebiliyorlardı.
Atkı üç iğneyle
uygun yerlerinden başlığa tutturuluyordu. Böylece yolda tanıdık bir kadına
rastladıklarında, atkıyı kaldırıp konuşmaları mümkün oluyordu.”
Amicis,
ömründe ilk kez gördüğü siyah feraceleri estetik bulurken, renklilerinden pek
hoşlanmadığını itiraf eder. Amicis, kitabında Osmanlı kadınlarının baş ve omuz
kısımlarını örttükleri yaşmaktan uzun uzadıya bahseder. Yaşmak, iki büyük beyaz
örtüden ibârettir. Biri başın etrafına sarılır, kaşlara kadar alnı örtüp arkaya
döner, saçların üstünde, ensede düğümlenir ve sırttan bele kadar iki parça
olarak iner; öteki ise yüzün alt tarafını tamamen örter ve diğer parçayla tek
bir parçaymış gibi birleşir. Muslin kumaştan olması, gözleri ve yanakların
üstünü açık bırakacak şekilde örtülmesi gereken bu örtü, gayet ince tüldendir.
Yeri
gelmişken, bazı seyahatnâmelerde “yaşmak” bağlamanın “yaşmak bağlama sanatı”
olarak ifade edildiğini ve bunun zahmetli bir iş olduğunun belirtildiğini
unutmadan paylaşalım!
Amicis,
kadınların yüzleri dışında tüm vücûtlarının kapalı olduğunu özellikle belirtir.
Vücût hatlarının hiçbir şekilde belli olmadığını, hattâ kollarının bile neye
benzediğinin anlaşılamadığını söyler. Yaşmak bağlama konusunda kadınları çok
maharetli bulur. Bağladıkları türbanların, kıvrımlarındaki bolluğu ve asâleti
kafa karıştırmak, hem yüzlerini gizlemek, hem de gizem yaratmak için
kullandıklarını belirtir.
Osmanlı kadınını Avrupalılar için ilginç hâle getiren durum, feracelerin yarattığı gizemdir. Osmanlı kadını, bir Avrupalı hanıma göre daha fazla şey saklamıştır. Genel olarak Osmanlı’da Müslüman kadınların mahremiyeti, onlar için merakı arttırıcı bir faktör olarak kitap sayfalarında, tuvallerde yer almıştır.
İmparatorluk
döneminde İngiltere tarafından İstanbul’a elçi olarak atanan Edward Wortley
Montagu’nun eşi Lady Montagu’nun 1765 yılında kaleme aldığı “Şark Mektupları”
isimli eserinde, yazarın Osmanlı kadınlarının sokak giysisi ile gizemli duruşu
arasında kurduğu bağ, diğer seyyahlardan biraz daha farklıdır. Kimliksiz hâle
gelen bu kadınların bu kadar çok örtünmesinin onlara getirdiği özgürlükten
bahseder. Kesinlikle farklı bir bakış açısıdır bu!
Gelin,
“Şark Mektupları”ndaki tespitlere yakından göz atalım:
“Hangi sınıfa
mensup olursa olsun, bir kadının iki yaşmak örtünmeden sokağa çıkması yasaktır.
Bu örtülerin biri ile gözler müstesna olmak üzere yüzler örtülür; öbürü ile
saçlar örtülüp bedenlerinin yarısına kadar arkalarına sarkıtılır. Kadınlar vücûtlarını
da ferace ile kaparlar. Hangi mevkide olursa olsun, bir kadın feracesiz
çıkamaz. Bu feracenin kolları dar, uzunluğu parmaklarının ucuna kadardır.
Erkekler nasıl cüppeye bürünüyorlarsa, kadınlar da feraceye bürünüyorlar.
Ferace kışın
çuhadan, yazın ince veya ipekli kumaştan yapılıyor. Kadınlar bu ferace ile o kadar
kıyafet değiştiriyorlar ki en kıskanç bir koca bile zevcesine sokakta rast gelse
tanıyamıyor. Şimdi buna bir de sokakta hiçbir erkeğin bir kadını takip etmeye
veya dokunmaya cesaret edemeyeceğini ilâve ediniz.”
Osmanlı
ile ilgili izlenimlerini aktaran kişilerin kimlikleri ve bölgede bulunma
gerekçeleri, giyimlere ve geleneklere farklı açılardan bakmalarına sebep
olmuştur. Bir dönem Osmanlı Ordusunun modernizasyonunda da görev alan Henry Von
Moltke’ye göre Batılılar, giyim açısından Türklerden çok fazla şey
öğrenebilirler. Çünkü Avrupalıların aksine Türkler, kumaşı bol kullanırlar ve
rahat hareket edebildikleri kullanışlı giysiler giyerler. Moltke’nin
aktardığına göre sokakta fraklı bir İngiliz diplomat gören bir Türk şöyle der: “Frenk! Senin memleketinde kumaş pahalı olsa
gerek!”
Batılıların
giydiği ceketler, dar pantolonlar, ayağı sıkıca saran ayakkabılar ve şapkalar,
Türklerin giyim ile ilgili algılarına ters gelmektedir. Bu durumda Türklerin
giyimi, Avrupalılara göre daha rasyonel kabul edilebilir.
Sarık,
Moltke’ye pek de yabancı gelmez. Ona göre sarık, giyenler için hem yakışmaktadır,
hem de maksada uygundur. İnsanın kendini güneşten ve yağmurdan korumak
isteyişine göre aslında şalın başka tarzda sarılmasıdır. Buna karşılık şapka
ile insan, her an güneş çarpma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Pantolon çok
defa, belde toplanan ve alttaki köşelerinde iki delik bulunan dokuz arşın
genişliğinde bir torbadır. Bu deliklerden alaca işlemeli çoraplar içindeki
ayaklar ortaya çıkar; iki, üç, altı, sekiz kat üst üste hafif kumaştan çok defa
zengin işlemeli mintan, vücûdu ihtiyacına göre korur. Bele sarılan geniş kuşak
ya da şalın içine para kemeri, tütün kesesi, hançer, bıçak, tabancalar ve divit
yerleştirilir. Bir kürklü ceket, onun üzerinde de uzun bir kürk, kılığı tamamlar.
Keçi kılından yahut dövme keçeden bir manto, kötü havalardan koruduğu gibi,
geceleyin de yatak ve yorgan vazifesi görür.
Ünlü
Fransız yazar ve seyyah Nerval, 19’uncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’na gelmiş
ve Osmanlı toplumunu yakından tanımaya ve bu topluma Batı’daki önyargıları
kırmaya çalışan ünlü yazarlardan biridir. “Doğuya Seyahat” adlı eserin Türkiye
kısmında Tanzimat dönemindeki değişimleri yansıtan Gérard De Nerval’dir. İstanbul’da
Türklerin, Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin birlikte yaşaması, yabancı
seyyahların dikkatini celp ettiği gibi, Nerval’in eserinde de sıklıkla işlenen
bir husustur. Bu, Avrupa’nın çeşitli vilâyetlerinde görülmeyen bir durumdur.
Nerval, seyahatinde bizzat şâhit olduğu örneklerle 19’uncu yüzyıl İstanbul’unda
dinlere karşı büyük bir müsamaha olduğunun altını çizmiştir.
Nerval,
İstanbul’da yaşayan farklı milletlere mensup insanların kıyafetlerini de
gözlemlemiştir. Bu kişiler, giydikleri şapka ile hangi millete mensup
olduklarını belli ederler, fakat bu durum yazara göre bir mecburiyet veya eşitsizlik
değildir. Tanzimat’tan sonra, İmparatorluğun tebaası olan herkes Avrupalı tipte
elbiseleri ve kırmızı fesi giyebilmektedir. Her toplumun çelebileri yani zarif
insanları, eskiden bir eşitsizlik işareti olan cilâlı çizmeleri terk etmiştir.
İstanbul’un
sokaklarında her türlü insana rastlamak mümkündür. Nerval’e göre bu durum, şehirdeki
hoşgörüden kaynaklanır. Müslüman kadınlar, İstanbul’un diğer semtlerinde,
meselâ, Pera’dakinin aksine çok daha ciddî bir şekilde örtünürler. Bu kadınlar
ağırlıklı mor veya mavi ferace giyerler ve yüzlerine kalın bir tül indirirler.
Türklerin Tanzimat’tan itibaren “redingot” adı verilen önü yakaya kadar
düğmeli, vücût hatlarını saran, dize kadar inen ceket türünü giymeye başladığını
söyleyen Nerval, bu kıyafeti sultanın üzerinde de gördüğünden bahseder. Sultan
Abdülmecit’in kıyafetini diğerlerinden farklı kılan, fesinin üzerindeki
pırlantalı İmparatorluk nişanıdır.
Kaynakça
Nerval, G. - Doğu’ya Seyahat - Hilav. Ç
(çev) Yapı Kredi Yayınları (2017)
Moltke, H. - Moltke'nin Türkiye Mektupları
- Gül, K. V. (çev), Remzi Kitabevi (1969)
İlbak,S.M. - Osmanlı’da Sosyal Hayat
Modernleşmesinin Giyim Kuşama Etkisi - T.C. Haliç Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans
Tezi (2018)
Amicis, E. – İstanbul - Özdem, F. (çev), Yapı
Kredi Yayınları (2010)
Pardoe, J. - Sultanlar Şehri İstanbul -
Büyükkal, M (çev), İş Bankası Yayınları (2012)
Montagu, M.W. - Şark Mektupları - Refik,
A. (çev), Timaş Yayınları (1998)
Nicolay, N - Muhteşem Süleyman’ın İmparatorluğu’nda - Tekeli, Ş. (Çev), Kitap Yayınevi (2014)