Bâtıldan kaçarken korsan hikmetlere tutulmak

Hahamlar bir karar alır ve derler ki, “Çirkinden güzel çıkmaz”. Epey beylik bir cümledir. Peki, hikmet görünümlü olan bu cümlenin altını o günkü hahamlar nasıl doldurdular? Ahaliye dediler ki, “Sizin gibi günahkârlardan Rahmanî bir şey çıkamaz. Öyleyse siz, tertemiz bir güzellik olan Yehova’nın ismini o çirkin, pis dilinize alamazsınız.”

RAHMETLİ Ömer Lütfi Mete Ağabey, az kelam ile çok şey anlatabilen bir mütefekkirdi. Şu tabiri de ilk olarak ondan duymuştum: “Korsan hikmet”…

Bunu, bâtıldan daha tehlikeli bulduğunu söylerdi. Hani bilgisayar diliyle konuşacak olursak, bâtılı virüs programa benzetebiliriz. İşte bu “korsan hikmet” dediğimiz şey de virüs program olmasına rağmen anti-virüs patentiyle vitrinlerde görücüye çıkıyor. Sen kendi yazılımına bulaşmış virüslerle baş edebilmek için anti-virüs programı indirdiğini sanıyorsun. Ama daha güçlü bir virüse kendi ellerinle tüm işletim sistemini açmış oluyorsun.

İsterseniz bunu bir de irfanî sahadan örneklendirmeye çalışalım…

Yahudilerin yoldan çıkışlarının temelinde korsan hikmetler vardır. Nasıl mı? Hatırlayalım…

Hz. Musa (a.s.) ve Tevrat’ın hedef kitlelerinden olan Firavun Mısır’ı şirkin doruklarındaydı. Muhataplar, kendilerini tanrı olarak görmeye bile başlamışlardı. Böylesi bir ortamda Musa Nebi’nin risaleti, Allah’ın yüceliğini ve buna mukabil olarak da -Rabbe nispetle- kulun acziyetini vurguluyor, firavun da olsa hiçbir beşerin ulûhiyet iddiasında bulunamayacağını söylüyor ve Allah’ın beşerileştirilmemesini anlatırken de kısaca “olumsuzlama” diyebileceğimiz yöntemi, yani “tenzih”i kullanıyordu: “Hiçbir şey Allah gibi olamaz. Firavunun otoritesi, Allah’ın kudretiyle boy ölçüşemez. O, sizin O’na atfettiğiniz tasvirlerden münezzehtir.”

“Çirkinden güzel çıkmaz”

Böylesi bir risaletin takipçileri olan hahamlar, tenzih üzere yürüdüklerini zannederken zamanla tenzihçilik tuzağına düştüler. Bunun nasıl olduğunu şöyle örneklendirelim: Hahamlar bir karar alır ve derler ki, “Çirkinden güzel çıkmaz”. Epey beylik bir cümledir. Hani feysbukta paylaşılsa hatırı sayılır bir beğeni alır. Peki, hikmet görünümlü olan bu cümlenin altını o günkü hahamlar nasıl doldurdular? Ahaliye dediler ki, “Sizin gibi günahkârlardan Rahmanî bir şey çıkamaz. Öyleyse siz, tertemiz bir güzellik olan Yehova’nın ismini o çirkin, pis dilinize alamazsınız.”

Dikkat edelim! Yehova, İbranicede “Allah” manasına gelebilecek en yakın kelime ki “Ya Hüve” de diyebiliriz. Yani ulûhiyeti ve rububiyeti itibariyle O’nu anlatıyor. Hikmet görünümlü bu beylik cümle sayesinde o günkü hahamlar, inananların “Allah” demelerini yasakladılar. Milyonluk orduları ve yüz binlerce KGB ajanı olan komünizm bile bunu başaramadı. Ama o hahamlar, asırlar boyunca dönem müminlerini Allah zikrinden uzak tuttular. Zira komünizm, işin bâtıl tarafıydı. Ahali ona direnç gösterebilmişti. Hıristiyan, Müslüman ya da Musevi de olsalar, insanlar her türlü baskıya rağmen Yaratıcıyı anmayı terk etmemişti.

Ancak o direnç, korsan bir hikmet olan “Çirkinden güzel çıkmaz” fetvasına direnemedi. Kimi insanlar önce dillerinden Allah lafzını uzaklaştırdılar, sonra da gönüllerinden O’nun rahmetini.  

Kitap bizim için indi. Onu bir kere okumakla tamamını sindirmek durumunda değiliz elbette; tıpkı dünya klasiklerini okuyan herkesten edebiyat eleştirmeni olmalarını beklemediğimiz gibi…

Çırılçıplak hac

Benzeri bir durumu Peygamber Efendimiz (a.s.v.) döneminde Kureyşli müşriklerde de görüyoruz. Sanıldığının aksine müşrikler, Allah’ın varlığını inkâr etmezlerdi. Onların Allah’a inandıklarını bizzat Kur’an teyit eder (Lokman, 25). Lakin müşrikler, Allah’ın yanı sıra putlara da iman ederler ve onların kendilerini Allah’a ulaştırdığına inanırlardı. “Allah’ın Evi” saydıkları Kâbe’ye geldiklerinde çırılçıplak haccederlerdi. Derlerdi ki, “Ben bu günahkâr kıyafetlerimle Allah’ın huzurunda duramam. Temize temizle mukabele etmek gerek. Kirli olan tüm elbiselerimden soyundum da geldim”. Yani devrin adamı güya Allah’ı yüceltiyor, farkında bile değil. Kirli olmayı kendi benliğine atfetmemek içinse kıyafetlerini suçlamakta…

Muhammedî risaletin bu durum karşısında ne yaptığını birlikte hatırlayalım…

Mekke’nin fetih gününde Resûlullah, Kâbe’deki tüm putları tek tek kırdı. Mekke fethedildikten sonraki ilk hac vaktinde müşrikler, eski bildiklerince yine Kâbe’ye geldiler. Ortada herhangi bir put yoktu ama eski törelerine sımsıkı bağlıydılar. Kendi korsan hikmetlerince çırılçıplak halde Kâbe’yi tavaf ettiler. Onlar var diye Resûlullah (s.a.v.) o sene hacca katılmadı. Sonraki yılın hac arefesindeyken konuyla ilgili ayetler nazil oldu. Müşriklerin bu konu hakkındaki korsan hikmetlerini deşifre eden ayetler, asıl necasetin (pisliğin) şirke düşmek olduğunu söyledi ve kendisiyle günah işlenmiş kıyafetleri değil, bizzat müşrik bilinçleri necis ilan etti, gözü tevhitte olmayanların da Kâbe’ye yaklaşmalarını yasakladı (Tevbe, 28). Yani önce bâtıl olan putlar kırıldı. Bir yıl sonra korsan bir hikmet olan çıplak tavaf yasaklandı ve hac, nihayetinde kendi hakikatiyle buluşturuldu. Muhammedî tek hacsa o son yılda gerçekleşti ki “Veda Haccı” veya “Hacc-ı Ekber” olarak bilinen hacdı bu.

İlle de son örnek ile gördük ki bâtıl ile aklî-kalbî-eylemsel mücadele zordur. Ama korsan hikmet ile mücadele zordan da zor. Zira korsan hikmetler, kendisini İdris (a.s.) olarak lanse eden İblis’in vesveseleri ve Kur’an’ın vazettiği “şeytanın sağdan yaklaşması” tehlikesidir. Nitekim tarih ve güncel şahittir ti soldan gelen hamlelere dirençli olan nice idrak, sağdan gelene aynı dirayetle karşı duramamaktadır.

“Yukarıdaki örnekler Museviler ve müşriklerle ilgiliydi. Peki, bizden örnekler yok mu?” diyebilirsiniz. Maalesef kültürel/töresel kodlarımızda tespit etmekte zorlandığımız veya tespit ettikten sonra yüzleşemediğimiz nice korsan hikmet var. Üstelik bunlar, az evvelki örneklerden daha da girift durumdadırlar. Kendi şartları dâhilinde muazzam hikmetler barındırırken, bağlamından koparıldıkça sinsi birer korsan hikmet haline getiriliyorlar. İsterseniz buna dair sembolik bir örneği irfanî mazimizde yer edinmiş bir olay üzerinden açalım.

“Sen asıl beni oku!”

Hz. Mevlâna (k.s.) ve Hz. Şems’e (k.s.) dair en meşhur anlatılardan biridir… Mevlâna bir gün eve gelir bakar ki bütün kitapları havuza atılmış. Sonra Şems’i görür; kütüphaneden yeni kitaplar getirmektedir. Nitekim onları da tek tek fırlatır havuza. Mevlâna şaşkındır. Ne olduğunu sorar. Şems ise “Bırak bunları!” der, “Sen asıl beni oku”. Buradan muazzam bir mesajın kokusu gelmekte... Nitekim Nehc’ül-Belâğa’dan alıntılanıp Türkçeleştirilen aşağıdaki şiir de benzeri bir istikamet sunuyor: "Derdin kendindedir bilmiyorsun./ Derman da yine sende, görmüyorsun./ İçine koca bir âlem yerleştirilmiş,/ Kendini hâlâ küçük zannediyorsun."

Hz. Ali’ye (k.v.) ait olan bu şiirde yer alan mesajlar, Şems’in dilindekilerle öz itibariyle aynıdır. Hatta mesajın kendisi için “Mushaf yerine ‘Kur’an-ı Nâtık’ın okunmasına çağrı var” bile diyebiliriz pekâlâ.

Peki, bu sahne kitap sevmez vaizlerin indinde nasıl yankı buluyor? “Ey cemaat! Bizim yolumuz kitap işi değildir, gönül işidir. Biz iki cilt arasındakileri okumaya değil, insanı okumaya talibiz. Bakınız Hz. Mevlâna ile Şems’e…”

Beylik cümleler ardı ardınca arzı endam ederken vicdan sahibi bir ses belirir, iyi kötü okumaktan nasiplidir ve sormaya başlar: “İyi de hocam, hemen Şems makamına geçip parlak sözler ediyorsun. Kitapları suya atılan kişi, evvelce devrinin bütün kitaplarını okumuş, binlerce eser devirmiş. Sen kaç kitap okudun, okuttun da kitapları havuza atma derdindesin? Hz. Şems, tüm kitaplarını havuza attığı kişiye sonunda öyle bir külliyat yazdırdı ki Mesnevî de, Divan-ı Kebîr de Müslümanların en çok okuduğu iki üç eserden biri oldu. Sen de böylesi kitaplar yazdıracaksan hiç durma, bul devrinin tüm kitaplarını okumuş bir adam ve at onun bütün kitaplarını denize. Sonra yazdır bugünün Mesnevi’sini de senin de şanın yürüsün asırlar boyu. Yok, böyle bir iddiadan uzaksan ne diye ahalinin kanına girersin, zaten kitap sevmeyen insanlara ‘Bırakın okumayı, sadece beni takip edin!’ dersin? ‘Birinin merhemi başkasının zehri olabilir’ derler ya, dikkat etmek gerek. İçli köfte muhakkak ki lezzetlidir, ama o köfteyi bebeye yedirirsen yavrucağızı perişan edersin. Şuursuz merhametin başlı başına maraz olup çıkar. Ballar balını sirke kılarsın ahaliye. Ağu kaynatıp şurup diye içirirsin millete…”


İnsan kitabını okumak

İsterseniz “Abdestsiz Kur’an okunmaz” iddiasını da böylece konumlandırabilirsiniz. Sözün asıl mesajı, “Haydi bir de abdest al, sonra Kitaba yönel!” olabilir. Oysa pratik karşılık, “Abdestin yok, dokunma Kitaba!” şeklindedir.

“Sen o kıt aklınla Yüce Kitabı anlayabilir misin? Koskoca Allah’ın kelimelerini senin gibi bir garip nasıl anlasın?” kabilinden ifadeler de güya Allah’ı ve Kitabını yüceltirken Kur’an’ı bizim ilgi ve algı sahamızdan kaçırmakta. Oysa Kitap bizim için indi. Onu bir kere okumakla tamamını sindirmek durumunda değiliz elbette; tıpkı dünya klasiklerini okuyan herkesten edebiyat eleştirmeni olmalarını beklemediğimiz gibi…

Bizler Kitaptan nasip alabilmek için ha bire okumak, yorumlamak, bu yorumları paylaşmak ve nasiplenebildiğimiz ölçüde onu hayatımıza katmakla mükellefiz. Şurası kesin ki, Kitabımızı anladıkça bizleri bunaltan nice korsan hikmetleri de tek tek deşifre edebiliriz.

Konu Kur’an ve bizim ona bakış açımız olunca, bu konudaki birkaç şuur sapmasını daha açmak durumundayız.

Öncelikle belirtmek gerekir ki çoğu insan, Kitabın ya ölüm sonrasını, yani ahireti konu edindiğini ya da bin yıllar evvelki eski kavimleri/ümmetleri anlattığını zanneder. Bu bakış, Kur’an’ı ısrarla bizden ve günümüzden kaçırır. Öyle ki, “Kur’an Müslümanlığı sapıklıktır” diyen hoca efendilerimiz bile var. “Sen Kur’an’ı anlayamazsın. Benim (bizim) kitaplarımı(zı) oku!” sözü birçok muhitte tekrarlanan bir slogandır artık.

Bu yüzden altını çize çize kendimize ve dostlarımıza haykırmamız gerek: “Kitap, dünü veya yarını değil, ânı anlatır. Onun ana gayesi, Allah’ı değil, insanı tanıtmaktır. Ve Kur’an’ın inşa ettiği İmam, ölüleri değil, dirileri yıkayabilendir.”

Resûlullah’ın (s.a.v.) nezdinde tüm Muhammedîlere vaadedilen “Sana Kitabı ve hikmeti verdik…” ayetine (Nisa, 113) hürmet edemeyip “Bize Kitap verildi ama biz korsan hikmetler icat etmeyi seçtik” itirafına düşmemek için tekrar ve tekrar okumakla mükellefiz. Ve biliyoruz ki tüm okumalarımız, aslında tek bir Kitabı anlamak içindir: Hz. Ali’nin (k.v.) ve nice ariflerin de işaret ettiği üzere “İnsan Kitabı”nı…