KONFÜÇYÜS; “Bir milleti
yok etmek istiyorsanız, işe önce dili ile başlayın” demiş. Ruslar, Türkistan’ı
işgal ettikten sonra, kendilerine karşı bir daha direniş olmaması ve Türklerin
yeniden bir araya gelmemesi için yürüttükleri asimilasyon politikaları için işe
önce dil ile başlamışlardı.
Ruslar
İlminskiy’den sonra Prof. Khun’un önderliğinde uydurma bir bilim komisyonu kurdular.
Bu komisyonun asıl amacı, işgal edilen Türkistan topraklarında Türklük
bilincini silmek ve hanlıklar arasındaki kardeşlik bağlarını koparmaktı. Bunun
için sözde bilimsel araştırmalar yapacaklar ve gerekirse uydurma kanıtlara
dayanarak araya nifak tohumları atacaklardı. Tüm bunların sonucu, “Bakın, sizler
farklı ırklara mensupsunuz. Siz kardeş değilsiniz. Sizin diliniz, kültürünüz, tarihiniz
aslında tamamen farklı” diyeceklerdi. Nihaî hedef, birlik ve beraberliği bitirmekti.
Bu
amaçla toplanan komisyonun ilk işi Türk lehçeleri arasındaki ağız ve şive
farklılıklarını araştırmak olmuştu. Bu farklılıkları abartarak uydurma
raporlarla “plânlandığı gibi” sanki bu lehçeler aslında farklı dillermiş gibi sonuçlar
ortaya çıkardılar. Zamanla her bölgede lehçeleri ayrı birer dil gibi
kullandırma mecburiyeti getirildi. Ayrıca, Türk lehçelerine, güya ayrı bir dil
olarak kullanılabilmeleri için kökeni Rusça teknik terimler de sokmuşlardı.
Daha
sonra alfabeye el attılar. 1928’de Arap alfabesi yerine önce Lâtin alfabesi
getirildi. Sonra Lâtin alfabesi yerine Rus Kiril alfabesi kabul edildi. Bununla
da yetinmeyen Ruslar, zaman içinde bütün okullarda Rusça öğrenimini mecburî
tutmuşlardı. Dil alanındaki tahribat zaman içinde edebiyat ve kültür alanına da
yansıtıldı. Tarihî vesikalar ve eserlerin okutulması, öğretilmesi, tercümesi
Rusların inisiyatifinde ve izin verdikleri ölçüde yapılabiliyordu. Yine dinî,
millî ve kültürel eserler Rus müfredatına uygun biçimde basılabiliyor ve
dağıtılabiliyordu.
Dil
alanında yapılan tüm bu baskı ve zorlama faaliyetleri sonucunda öyle bir zaman
geldi ki düne kadar birbiri ile oturup anlaşan kardeş halklar, birbirini
anlayıp iletişim kurabilmek için artık Rusça kullanmak zorunda kalıyorlardı. Rusça,
zaman içinde Sovyetler Birliği’ne bağlı olarak kurulan Türk devletlerinin resmî
devlet dili hâline geldi. Devlet başkanları kendi aralarında bile Rusça
kullanmak mecburiyetinde kaldılar.
*
Not:
Bu konunun hassasiyetini ve Türkistan’a yapılan bu zulmün şiddetini anlamak
için çok gerilere gitmeye gerek yok. Zira henüz birkaç gün önce, 14 Mart 2021
tarihinde Kırgızistan Cumhurbaşkanı ve Özbekistan Cumhurbaşkanı, Özbekistan’da
gerçekleşen resmî ziyarette, bundan yaklaşık olarak 30 yıl önce
bağımsızlıklarını kazanmalarına rağmen ilk kez, bakın ilk kez resmî temaslar
sırasında Rusça yerine kendi dillerinde konuştular. Konuştular ve anlaştılar! Büyük
ve tarihî bir olaydı bu. Yapılan dil ve kültür tahribatı, Rusların etkisi, bir
asra yaklaşan asimilasyonun boyutu böylece anlaşılabilir.
*
Dil
alanında yapılan bu çalışmalar işgal altında tutulan topraklarda yapılan
asimilasyon ve baskının ilk adımıydı. Zulüm ve baskı adım adım tüm Türkistan
topraklarına yayılmaya başladı. Sovyet Ruslar başından beri özellikle İslâm’a
karşı sistemli ve büyük bir mücadele yürüttüler. Bolşevikler komünizm sisteminin
ve büyük Sovyetler projesinin karşısındaki en büyük engelin din, özellikle İslâm
dini olduğunu biliyorlardı. İşgalin ilk yıllarında Müslüman halka karşı hoşgörülü
yaklaşılmıştı. Öyle ki, Sovyet yönetiminin milletlerle ilgili komiserliğinin 24
Kasım 1917’de yayınladığı “Rusya ve Doğu’nun Tüm Emekçi Müslümanlarına”
başlıklı bildirgede, “câmileri ve ibadethaneleri yakılıp-yıkılan, inançları
ve gelenekleri çiğnenen Rusya Müslümanlarının inançları ile geleneklerinin,
millî ve dinî kurumlarının artık dokunulmaz olduğu; kendi kaderlerini kendileri
tayin etme hakkına sahip oldukları ve bu hakların, devrimin tüm gücüyle ve onun
kurumları olan işçi, asker ve çiftçi vekiller kurulları tarafından korunacağı”
vaatleri yer alıyordu. Elbette bu vaatler büyük bir kandırmacaydı. Bunun için
bazı önemli din adamlarını da kandırmışlar veya kendi yanlarına çekmişlerdi. Bu
din adamları sözde emekçiyi koruyan, paylaşımı öğütleyen uydurma bir İslâm sosyalizmi
söylemi ile halkı kendi yanlarına çekmeye çalıştılar. Tüm bu söylemlerin ve
vaatlerin birer yalan olduğu ise kısa bir zaman içinde ortaya çıktı.
Ruslar
zaman içinde din karşıtı faaliyetlere giriştiler. Önce medreseleri kapattılar
veya Sovyet rejimine göre dönüştürdüler. Sonra ibadethaneleri kapatmaya
başladılar. Türkistan’da 1942’ye gelindiğinde 26 bin 379 câmiden sadece bin 342
câmi ibadete açık kalmıştı. 1960’larda ise câmi sayısının birkaç yüze kadar
indiği, onların da çoğunun göstermelik olduğu kaydedilmektedir.
Din
âlimi yetiştiren medreseler kapatılmış, okullardaki din eğitimi kaldırılmıştı. Sıra
din adamlarına gelmişti. Tüm o değerli din âlimleri, saygın hocalar, kanaat
önderleri ve din adamları ya şehit edildiler, ya tutuklandılar, ya sürgün
edildiler ya da baskı ve şiddetle susturuldular. Ateistlik ve komünizm propagandası
Sovyetlerin birinci önceliği ve işiydi.
Ruslar,
özellikle Bolşevikler döneminde işgal ettikleri Türkistan topraklarında İslâm
dinine karşı büyük bir mücadele yürüttüler. İslâm dini, “Sovyet insanı
yetiştirme” programlarına ve yaymaya çalıştıkları Sovyet ideolojine karşı en
büyük engeldi. Bunun için her türlü baskıyı, şiddeti, yasaklamayı, kapatmayı ve
cezalandırmayı denediler. Bu konuda ilerleme kaydetseler bile Türkistan
halkının asırlar önce mayasına işlemiş o manevî aşkı Allah’ın izni ile söndüremediler.
(Devam edecek…)