Batı ne zaman aslına döndü?

Daha önceki o yıllarda Avrupa’da Yahudiler özelinde yaşananlar, bugün göçmenler, yabancılar, Müslüman özelinde yaşanıyor. Kapatılan, kundaklanan, sabah namazı sırasında baskına uğrayan camiler, dernekler, yakılan evler, yanarak ölen bebekler, insanlar, toplu katliamlara varan yakma ve yıkma teşebbüslerini saymak yeterli mi?

SON dönemlerde en çok tartışılan konu, dünyada yaşanan birtakım savaşların ve problemlerin, medeniyetlerin çatışmasından kaynaklandığı yönündedir. Bu görüş, çok yüksek perdeden ve akıl danesi âlimler tarafından yazılıp çiziliyor.

“Medeniyetler çatışması” ifadesinin insanları ürküttüğü yadsınamaz bir gerçektir. Bugün küresel siyâsette medeniyetler arası ilişkilerin önemli yeri vardır. Diğer medeniyetleri bir tarafa bırakalım, ama Batı Medeniyeti’nin İslâm ve Türk Medeniyetleri ile çatışma içerisinde olduğu bir gerçektir. Çünkü Batı’da “Türk” deyince Müslüman, “Müslüman” deyince Türk anlaşıldığı bir hakikattir.

Türklerin İslâmiyet’i kabul ettikten sonra Batı-Türk medeniyetleri arasındaki ilişkiler, Hıristiyanlık-İslâm bağlamında gelişmiştir. Yine Türkler İslâmiyet’i kabulden sonra İslâm’ın asıl hâmisine çevrilmiş ve bu dinin yayılmasında büyük rol oynamışlardır.

Batı-Türk Medeniyetleri arasındaki ilişkiler tarih boyu hep çatışmalı olmuş ve günümüze kadar süregelmiştir. Batı’da Türk ve İslâm karşıtı bir düşüncenin yaygın olduğu bilinmektedir ve bu düşünce tarihsel bir gelenek gibidir. Genel olarak gösterilen bu tutumlar, yalnız şahısların değil, devletlerin resmî görüşlerini yansıtmaktadır.

11’inci yüzyıldan beri Avrupalıların gündeminde olan ve 18’inci yüzyılın ikinci yarısına kadar Türklerin büyümeleri ve Türk-İslâm çizgisi sürekli Batı’nın aleyhinde olmuştur. Çünkü İslâm dünyasının aydınlık çağı, 6 ve 16’ncı yüzyıllar arasıdır; o dönemlerde Batı, karanlık bir çağ yaşamıştır.

Sözümün burasında ifade etmeliyim ki, medeniyetlerin birbirlerinden etkilendikleri bir hakikattir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için “medeniyet” kavramından bugün ne murâd edildiği, İslâm Medeniyeti ile Batı Medeniyeti arasındaki farkı izah etmek lâzım gelir.

Batı ile İslâm Medeniyeti’nin dünyaya, kâinata, eşyaya, insana, akla, Allah’a bakışları farklıdır. Batı (buna ABD ve Rusya dâhildir) kendi içinde geçirdiği değişim ve dönüşümü tüm insanlığın kaderi olarak kabul ediyor. Bu tekebbür hâl ve elde ettiği maddî güç, onun haklı olduğunun göstergesi olarak kabul görüyor. Batı’nın bize dayattığı aklı putlaştırma, insana sonsuz özgürlük sunma(!), kendi kaderini tayin ve tespit etme hakkı gibi kavramları genelde bizi ve bazı Doğu toplumlarını da cezbetti. Çünkü müstevlilerin içimizden devşirdikleri mankurtlar, bu yolda uzun yıllar müessir olmuş, epey mesafe kat etmişlerdir.

Fen-teknik ile fikrî, kültür ile modernleşmeyi birbirinden ayırmama temâyülü, bizi Batı’nın kucağına itti. Teknik gelişme, silah üretimi ve organizasyon masum kabul edildi. Özetle materyalizmin, modernitenin temel kaynak teşkil ettiği “Batı Medeniyeti”, paraya ve güce dayanır.

Bunun karşısında bilittifak aklıselim ulemanın, ümeranın ve bîtaraf ilim erbâbının görüşü şudur: İslâm Medeniyeti’nin en bâriz ve önemli özelliği, kendisinden önce hangi alanda olursa olsun, yapılmış çalışmaları elinin tersi ile bir tarafa itmeden, ilkel dahi olsa ele alması, sebep-sonuç münasebeti ve zâhirî-bâtınî yönlerini dikkate alarak kendisinden önceki medeniyetlerin yaptığı ilerleme ve inkişafı Vahyin ışığında paralellik arz edecek şekilde yeniden yoğurması ve bu çalışmalara saygı duyarak geliştirmesidir.

Daha evvel gelip geçmiş Peygamberlerin kavimleri bu gelişmeleri ortaya koymuşlardı ve İslâm, daha önceki Peygamberlerin getirmiş oldukları “Vahye dayalı” inançların bir devamı olmak üzere bu medeniyetleri ve insanlık hayrına ortaya konmuş her türlü çalışmayı yeniden ele alarak şekillendirmişti.

Kısaca Son Peygamber’in ümmeti, daha önce gelip geçen Peygamberlerin medeniyetlerini yeni bir formatla ortaya çıkarmıştır. Bu çalışmalar Kur’ân ve Sünnet’e dayalı ilimlerin yanı sıra sosyal ve fen bilimleri olarak tıp, astronomi, astroloji, matematik, geometri ve diğer bütün alanlarda mükemmel bir noktaya ulaşmıştır. Müslümanlar kendi dönemlerinde, daha önceki çalışmaları binlere katlayacak şekilde yeni inkişaf ve usûllerle medeniyeti ortaya çıkarmışlardır.

Aslında hep aynıydı…

Bu yeni inanç, kendisinden önceki bütün medeniyetlere karşı âdeta dostluk elini uzatarak, Vahiy çerçevesi içerisinde aklın arayıp mantığın da kabul ettiği hikmeti ihtivâ eden bütün verileri benimsemiştir. Çünkü İslâm’a göre “hikmet, müminin yitiğidir” ve onu bulduğu yerde alır.

Müslümanlar işte bu hikmetleri buldukları yerlerde almışlar, ancak ifade ettiğimiz şekilde binlerce kat daha da geliştirmek sûretiyle insanlığın hizmetine sunmuşlardır. İslâm Medeniyeti, kendisinden evvelki bu çalışmaları reddetmediği gibi, olduğu gibi de kabullenmemiştir. Terakkiye daima açık olmuştur.

Yaşadığımız zaman diliminde sürekli gündemi meşgul eden problem, “Son yıllarda, özelde Avrupa, genelde ise emperyalist devletlerin İslâm’a karşı başlattıkları savaşın bir İslâmafobi mi, İslâm düşmanlığı mı, yoksa başka sebepleri de var mıdır?” sorusuna aranan cevaptır. Kanaatimize gören işin esas saiklerinden en önemlisi, büyük bir hülya diye yutturulan “Batı Medeniyeti”nin temelindeki materyalizmin tetiklediği maddî buhranın dışa vurma hâlidir. Bu propagandanın sözcüsü bazen Macron olur, bazen Bush-Obama veya Trump… Kimi zaman Hollandalı veya Alman, Avusturyalı…

Hakikat şu ki, korkunun ecele faydası yok! Maddî gücü yerindeyken demokrat geçinen, insan haklarından (!) dem vuran Batı, maddî güç bitip derebeylik damarları kabarınca, elleri altındaki sömürgelerin kaybı karşısında “Haçlı” rûhuna bürünüyor.

Aslında o ruh hiç kaybolmamış, sadece belli bir dönem uykuya dalmıştı. Bugün yaşananlardan önce Batı’nın dününü yazalım ki “Hâfıza-i beşer nisyan ile malûldür” sözü yerini bulsun...

Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar; hiç ibret alınsa, tekerrür mü ederdi?” ifadesi, Millî Şairimiz Mehmed Âkif’in dillendirdiği bir hakikat.

Doksan sene önce yani 1930-40’lar Avrupa’sını yaşayanlar hâlâ ayaktalarsa, bugünün Avrupa’sını görseler herhâlde dejavu hissi yaşayacaklardır. Daha önceki o yıllarda Avrupa’da Yahudiler özelinde yaşananlar, bugün göçmenler, yabancılar, Müslüman özelinde yaşanıyor. Kapatılan, kundaklanan, sabah namazı sırasında baskına uğrayan camiler, dernekler, yakılan evler, yanarak ölen bebekler, insanlar, toplu katliamlara varan yakma ve yıkma teşebbüslerini saymak yeterli mi?

Siyâsilerden her gün yükselen nefret ve ırkçılık söylemleri diğer can yakan gerçeklikler olup, âdeta vaka-i âdiyen sayılır... Macron gibi liderlerin İslâm’ın ve Kur’ân’ın revize edilmesi gerektiğine dair ipe sapa gelmez sözleri, Hazreti Peygamber’e saldırının özgürlük olarak görüldüğü Fransa’da İçişleri Bakanı’nın marketlerdeki helâl gıda reyonlarını kabul edilemez bulması ayrı bir garabet değil midir? En hafif deyimi ile başkasının inancına ve hayat tarzına tahammülsüzlük...

Bu ve benzeri örnekler Avrupa’da değil de dünyanın başka bir ülkesinde olsa, o ülke, dünya medyası ve milletlerarası toplum tarafından haklı olarak en ağır şekilde mahkûm edilirdi. Ama Avrupa’da olunca üç maymun oynanıyor. Bu duruma üzülenlerin olduğu/olacağı doğrudur. Ama üzüntünün -maalesef- gidişatı engellemeye faydası yok. İsterseniz bunun esbâb-ı mucîbesini, bir siyâset bilimcinin birkaç cümlesini buraya alarak belirtmiş olalım.

Prof. Dr. Kudret Bülbül şöyle diyor:

“Esâsen bir Avrupa iç savaşı olan İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı felâketten Avrupa çok büyük dersler çıkardı. AET ve AB sürecinde tarafların bir daha birbirleri ile savaşmaması için çok yönlü işbirlikleri geliştirildi.

Özgürlük, demokrasi, insan hakları, farklı yaşam biçimlerine saygı gibi alanlarda pek çok sözleşme, anlaşma imzalandı. Bütün bunların sonucu olarak Avrupa, bir huzur ve barış bölgesi oldu. Ekonomik olarak çok hızlı gelişti ve kalkındı. Kendisi ve bölgesi için bir cazibe merkezi oldu.

Ama yakın zamanlardaki gidişata bakılınca, Avrupa sanki kendisinin yarattığı İkinci Dünya Savaşı’nı hiç yaşamamış ve bu savaştan çıkardığı dersleri çoktan unutmuş gibi davranıyor. Avrupa yeniden neo-faşist ve neo-Nazist akımların cirit attığı, farklı düşünce ve yaşam biçimlerinin gittikçe baskılandığı bir coğrafyaya dönüşüyor.

Bu sürecin önemli nedenlerden biri, belki de ana sebebi, Avrupa’daki ekonomik durgunluk. Bir başkası ise, yapılan onca sözleşme, anlaşma ve söyleme rağmen kültürel genetiğinde var olmayan çoğulculuğun, farklılıklarla birlikte yaşayabilme kültürünün yeterince oluşturulamamasını gösteriyor…”

Kudret Hoca kendi zaviyesinden haklı olarak, artık Avrupa’nın geleceğine dair karamsar değil, bir bilim adamı olarak umutsuz olduğunu belirtiyor. Avrupa’daki mevcûtlar arasında belki de son sağduyulu lider Merkel’den sonra, Avrupa’nın geleceği tam bir tufan gibi görünüyor. Fransa, Avusturya, Almanya, Hollanda ve Belçika gibi birçok ülkede merkez sağ ve merkez sol partiler, gelmekte olan felâketi görmek yerine neo-faşist ve neo-Nazist akımlara teslim oluyorlar. Medyanın, akademinin, entelektüellerin tutumu da siyâsilerden çok farklı değil. Başlı başına İslâm düşmanlığı yaparak oy devşirmeye çalışıyorlar.

Uzun yılların şaşaalı maddî varlığı ve refahı, gelen bu tehlikeyi belli bir süre setretti. Özelde Avrupa’nın, genelde emperyalist ülkelerin bir felâkete doğru sürüklendiği ise kehanet değil, hakikattir. Nedir o gelmekte olan felâket? Avrupa’nın yeniden içe kapanarak İkinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi, yine tarihindeki Orta Çağ karanlığına düşmesi…

(Karanlık olan çağ değil, Avrupa’nın kendisi idi o zamanlar.)

Bazı Batı hayranı yerli entelektüelimiz (!) her ne kadar Orta Çağ’ı Avrupa için aydınlanma dönemi diye ifade etseler de, gerçeğin bu olmadığını aklıselim her allâme teslim eder. Korkulan ise, farklı hayat tarzı biçimlerini tehdit olarak görüp yeni Hitler, yeni Mussolinilere teslim olmak!

Gittikçe artan oranda faşist ve Nazist söyleme teslim olan bu ülkelerin bugünkü liderleri, bu gidişatla çok yakın bir gelecekte ortaya çıkabilecek olan yeni Hitlerlerin yollarını döşüyorlar. Bir an önce gelmesi için birbirleriyle yarışıyorlar âdeta. Bakalım yeni Hitler bu kez hangi ülkeden çıkacak? Erkenden bu role soyunan Macron, daha çok Fransa’daki kaybolan itibarını kurtarmayı, İslâm düşmanlığıyla örtmeye çalışıyor ve diğer yanda AB liderliği için Alman devlet adamları ile bilek güreşi yapıyor. İngilizlerin hinliğini düşünürsek, amiyâne tâbirle “rol çalmak” gibi bir şey...

Hamâset yapmadan söyleyebiliriz ki, milletimizin şahsında tevârüs eden, Kur’ân ve Sünnet’i rehber alan yerli ve millî bir medeniyetin sancılarının çekildiğini, tezâhür eden işâretleri görüyor, enerjisini hissediyoruz. Başkalarının dikte ettirdiği değil, kendi hikâyemizi yazarak kaybettiğimiz medeniyet tasavvurumuzun İlâhî kodlarına dönersek, istikbâl, İslâm’ın ve inananların olacaktır!

Vesselâm…