SON dönemlerde en çok
tartışılan konu, dünyada yaşanan birtakım savaşların ve problemlerin,
medeniyetlerin çatışmasından kaynaklandığı yönündedir. Bu görüş, çok yüksek
perdeden ve akıl danesi âlimler tarafından yazılıp çiziliyor.
“Medeniyetler
çatışması” ifadesinin insanları ürküttüğü yadsınamaz bir gerçektir. Bugün
küresel siyâsette medeniyetler arası ilişkilerin önemli yeri vardır. Diğer
medeniyetleri bir tarafa bırakalım, ama Batı Medeniyeti’nin İslâm ve Türk Medeniyetleri
ile çatışma içerisinde olduğu bir gerçektir. Çünkü Batı’da “Türk” deyince
Müslüman, “Müslüman” deyince Türk anlaşıldığı bir hakikattir.
Türklerin
İslâmiyet’i kabul ettikten sonra Batı-Türk medeniyetleri arasındaki ilişkiler,
Hıristiyanlık-İslâm bağlamında gelişmiştir. Yine Türkler İslâmiyet’i kabulden
sonra İslâm’ın asıl hâmisine çevrilmiş ve bu dinin yayılmasında büyük rol
oynamışlardır.
Batı-Türk
Medeniyetleri arasındaki ilişkiler tarih boyu hep çatışmalı olmuş ve günümüze
kadar süregelmiştir. Batı’da Türk ve İslâm karşıtı bir düşüncenin yaygın olduğu
bilinmektedir ve bu düşünce tarihsel bir gelenek gibidir. Genel olarak
gösterilen bu tutumlar, yalnız şahısların değil, devletlerin resmî görüşlerini
yansıtmaktadır.
11’inci
yüzyıldan beri Avrupalıların gündeminde olan ve 18’inci yüzyılın ikinci
yarısına kadar Türklerin büyümeleri ve Türk-İslâm çizgisi sürekli Batı’nın
aleyhinde olmuştur. Çünkü İslâm dünyasının aydınlık çağı, 6 ve 16’ncı yüzyıllar
arasıdır; o dönemlerde Batı, karanlık bir çağ yaşamıştır.
Sözümün
burasında ifade etmeliyim ki, medeniyetlerin birbirlerinden etkilendikleri bir
hakikattir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için “medeniyet” kavramından bugün
ne murâd edildiği, İslâm Medeniyeti ile Batı Medeniyeti arasındaki farkı izah
etmek lâzım gelir.
Batı ile İslâm Medeniyeti’nin dünyaya, kâinata, eşyaya,
insana, akla, Allah’a bakışları farklıdır. Batı (buna ABD ve Rusya dâhildir)
kendi içinde geçirdiği değişim ve dönüşümü tüm insanlığın kaderi olarak kabul
ediyor. Bu tekebbür hâl ve elde ettiği maddî güç, onun haklı olduğunun
göstergesi olarak kabul görüyor. Batı’nın bize dayattığı aklı putlaştırma,
insana sonsuz özgürlük sunma(!), kendi kaderini tayin ve tespit etme hakkı gibi
kavramları genelde bizi ve bazı Doğu toplumlarını da cezbetti. Çünkü
müstevlilerin içimizden devşirdikleri mankurtlar, bu yolda uzun yıllar müessir
olmuş, epey mesafe kat etmişlerdir.
Fen-teknik ile fikrî, kültür ile modernleşmeyi birbirinden
ayırmama temâyülü, bizi Batı’nın kucağına itti. Teknik gelişme, silah üretimi
ve organizasyon masum kabul edildi. Özetle materyalizmin, modernitenin temel kaynak
teşkil ettiği “Batı Medeniyeti”, paraya ve güce dayanır.
Bunun karşısında bilittifak aklıselim ulemanın, ümeranın ve
bîtaraf ilim erbâbının görüşü şudur: İslâm Medeniyeti’nin en bâriz ve önemli
özelliği, kendisinden önce hangi alanda olursa olsun, yapılmış çalışmaları
elinin tersi ile bir tarafa itmeden, ilkel dahi olsa ele alması, sebep-sonuç
münasebeti ve zâhirî-bâtınî yönlerini dikkate alarak kendisinden önceki medeniyetlerin
yaptığı ilerleme ve inkişafı Vahyin ışığında paralellik arz edecek şekilde
yeniden yoğurması ve bu çalışmalara saygı duyarak geliştirmesidir.
Daha
evvel gelip geçmiş Peygamberlerin kavimleri bu gelişmeleri ortaya koymuşlardı
ve İslâm, daha önceki Peygamberlerin getirmiş oldukları “Vahye dayalı”
inançların bir devamı olmak üzere bu medeniyetleri ve insanlık hayrına ortaya
konmuş her türlü çalışmayı yeniden ele alarak şekillendirmişti.
Kısaca
Son Peygamber’in ümmeti, daha önce gelip geçen Peygamberlerin medeniyetlerini
yeni bir formatla ortaya çıkarmıştır. Bu çalışmalar Kur’ân ve Sünnet’e dayalı
ilimlerin yanı sıra sosyal ve fen bilimleri olarak tıp, astronomi, astroloji,
matematik, geometri ve diğer bütün alanlarda mükemmel bir noktaya ulaşmıştır.
Müslümanlar kendi dönemlerinde, daha önceki çalışmaları binlere katlayacak
şekilde yeni inkişaf ve usûllerle medeniyeti ortaya çıkarmışlardır.
Aslında
hep aynıydı…
Bu
yeni inanç, kendisinden önceki bütün medeniyetlere karşı âdeta dostluk elini
uzatarak, Vahiy çerçevesi içerisinde aklın arayıp mantığın da kabul ettiği hikmeti
ihtivâ eden bütün verileri benimsemiştir. Çünkü İslâm’a göre “hikmet, müminin
yitiğidir” ve onu bulduğu yerde alır.
Müslümanlar
işte bu hikmetleri buldukları yerlerde almışlar, ancak ifade ettiğimiz şekilde
binlerce kat daha da geliştirmek sûretiyle insanlığın hizmetine sunmuşlardır.
İslâm Medeniyeti, kendisinden evvelki bu çalışmaları reddetmediği gibi, olduğu
gibi de kabullenmemiştir. Terakkiye daima açık olmuştur.
Yaşadığımız
zaman diliminde sürekli gündemi meşgul eden problem, “Son yıllarda, özelde
Avrupa, genelde ise emperyalist devletlerin İslâm’a karşı başlattıkları savaşın
bir İslâmafobi mi, İslâm düşmanlığı mı, yoksa başka sebepleri de var mıdır?”
sorusuna aranan cevaptır. Kanaatimize gören işin esas saiklerinden en önemlisi,
büyük bir hülya diye yutturulan “Batı Medeniyeti”nin temelindeki materyalizmin
tetiklediği maddî buhranın dışa vurma hâlidir. Bu propagandanın sözcüsü bazen
Macron olur, bazen Bush-Obama veya Trump… Kimi zaman Hollandalı veya Alman,
Avusturyalı…
Hakikat
şu ki, korkunun ecele faydası yok! Maddî gücü yerindeyken demokrat geçinen,
insan haklarından (!) dem vuran Batı, maddî güç bitip derebeylik damarları
kabarınca, elleri altındaki sömürgelerin kaybı karşısında “Haçlı” rûhuna
bürünüyor.
Aslında
o ruh hiç kaybolmamış, sadece belli bir dönem uykuya dalmıştı. Bugün yaşananlardan
önce Batı’nın dününü yazalım ki “Hâfıza-i beşer
nisyan ile malûldür” sözü yerini bulsun...
“Tarihi
tekerrür diye tarif ediyorlar; hiç ibret alınsa, tekerrür mü ederdi?” ifadesi,
Millî Şairimiz Mehmed Âkif’in dillendirdiği bir hakikat.
Doksan
sene önce yani 1930-40’lar Avrupa’sını yaşayanlar hâlâ ayaktalarsa, bugünün
Avrupa’sını görseler herhâlde dejavu hissi yaşayacaklardır. Daha önceki o
yıllarda Avrupa’da Yahudiler özelinde yaşananlar, bugün göçmenler, yabancılar,
Müslüman özelinde yaşanıyor. Kapatılan, kundaklanan, sabah namazı sırasında
baskına uğrayan camiler, dernekler, yakılan evler, yanarak ölen bebekler,
insanlar, toplu katliamlara varan yakma ve yıkma teşebbüslerini saymak yeterli
mi?
Siyâsilerden
her gün yükselen nefret ve ırkçılık söylemleri diğer can yakan gerçeklikler
olup, âdeta vaka-i âdiyen sayılır... Macron gibi liderlerin İslâm’ın ve Kur’ân’ın
revize edilmesi gerektiğine dair ipe sapa gelmez sözleri, Hazreti Peygamber’e
saldırının özgürlük olarak görüldüğü Fransa’da İçişleri Bakanı’nın
marketlerdeki helâl gıda reyonlarını kabul edilemez bulması ayrı bir garabet
değil midir? En hafif deyimi ile başkasının inancına ve hayat tarzına
tahammülsüzlük...
Bu
ve benzeri örnekler Avrupa’da değil de dünyanın başka bir ülkesinde olsa, o ülke,
dünya medyası ve milletlerarası toplum tarafından haklı olarak en ağır şekilde
mahkûm edilirdi. Ama Avrupa’da olunca üç maymun oynanıyor. Bu duruma
üzülenlerin olduğu/olacağı doğrudur. Ama üzüntünün -maalesef- gidişatı
engellemeye faydası yok. İsterseniz bunun esbâb-ı mucîbesini, bir siyâset
bilimcinin birkaç cümlesini buraya alarak belirtmiş olalım.
Prof.
Dr. Kudret Bülbül şöyle diyor:
“Esâsen bir Avrupa iç savaşı olan İkinci Dünya Savaşı’nın
yarattığı felâketten Avrupa çok büyük dersler çıkardı. AET ve AB sürecinde
tarafların bir daha birbirleri ile savaşmaması için çok yönlü işbirlikleri
geliştirildi.
Özgürlük, demokrasi, insan hakları, farklı yaşam biçimlerine saygı
gibi alanlarda pek çok sözleşme, anlaşma imzalandı. Bütün bunların sonucu
olarak Avrupa, bir huzur ve barış bölgesi oldu. Ekonomik olarak çok hızlı
gelişti ve kalkındı. Kendisi ve bölgesi için bir cazibe merkezi oldu.
Ama yakın zamanlardaki gidişata bakılınca, Avrupa sanki kendisinin
yarattığı İkinci Dünya Savaşı’nı hiç yaşamamış ve bu savaştan çıkardığı
dersleri çoktan unutmuş gibi davranıyor. Avrupa yeniden neo-faşist ve neo-Nazist
akımların cirit attığı, farklı düşünce ve yaşam biçimlerinin gittikçe
baskılandığı bir coğrafyaya dönüşüyor.
Bu sürecin önemli nedenlerden biri, belki de ana sebebi, Avrupa’daki
ekonomik durgunluk. Bir başkası ise, yapılan onca sözleşme, anlaşma ve söyleme
rağmen kültürel genetiğinde var olmayan çoğulculuğun, farklılıklarla birlikte
yaşayabilme kültürünün yeterince oluşturulamamasını gösteriyor…”
Kudret Hoca kendi zaviyesinden haklı olarak, artık Avrupa’nın
geleceğine dair karamsar değil, bir bilim adamı olarak umutsuz olduğunu
belirtiyor. Avrupa’daki mevcûtlar arasında belki de son sağduyulu lider
Merkel’den sonra, Avrupa’nın geleceği tam bir tufan gibi görünüyor. Fransa,
Avusturya, Almanya, Hollanda ve Belçika gibi birçok ülkede merkez sağ ve merkez
sol partiler, gelmekte olan felâketi görmek yerine neo-faşist ve neo-Nazist
akımlara teslim oluyorlar. Medyanın, akademinin, entelektüellerin tutumu da
siyâsilerden çok farklı değil. Başlı başına İslâm düşmanlığı yaparak oy
devşirmeye çalışıyorlar.
Uzun yılların şaşaalı maddî varlığı ve refahı, gelen bu tehlikeyi
belli bir süre setretti. Özelde Avrupa’nın, genelde emperyalist ülkelerin bir
felâkete doğru sürüklendiği ise kehanet değil, hakikattir. Nedir o gelmekte
olan felâket? Avrupa’nın yeniden içe kapanarak İkinci Dünya Savaşı öncesinde
olduğu gibi, yine tarihindeki Orta Çağ karanlığına düşmesi…
(Karanlık olan çağ değil, Avrupa’nın kendisi idi o zamanlar.)
Bazı Batı hayranı yerli entelektüelimiz (!) her ne kadar Orta Çağ’ı
Avrupa için aydınlanma dönemi diye ifade etseler de, gerçeğin bu olmadığını
aklıselim her allâme teslim eder. Korkulan ise, farklı hayat tarzı biçimlerini
tehdit olarak görüp yeni Hitler, yeni Mussolinilere teslim olmak!
Gittikçe artan oranda faşist ve Nazist söyleme teslim olan bu
ülkelerin bugünkü liderleri, bu gidişatla çok yakın bir gelecekte ortaya
çıkabilecek olan yeni Hitlerlerin yollarını döşüyorlar. Bir an önce gelmesi için
birbirleriyle yarışıyorlar âdeta. Bakalım yeni Hitler bu kez hangi ülkeden
çıkacak? Erkenden bu role soyunan Macron, daha çok Fransa’daki kaybolan
itibarını kurtarmayı, İslâm düşmanlığıyla örtmeye çalışıyor ve diğer yanda AB
liderliği için Alman devlet adamları ile bilek güreşi yapıyor. İngilizlerin
hinliğini düşünürsek, amiyâne tâbirle “rol çalmak” gibi bir şey...
Hamâset yapmadan söyleyebiliriz ki, milletimizin şahsında tevârüs
eden, Kur’ân ve Sünnet’i rehber alan yerli ve millî bir medeniyetin sancılarının
çekildiğini, tezâhür eden işâretleri görüyor, enerjisini hissediyoruz.
Başkalarının dikte ettirdiği değil, kendi hikâyemizi yazarak kaybettiğimiz
medeniyet tasavvurumuzun İlâhî kodlarına dönersek, istikbâl, İslâm’ın ve inananların
olacaktır!
Vesselâm…