BATILI kültürde insanlık tarihi, çağlara ayrılarak incelenir. Kendi içlerinde belirli dilimlere ayrılan, bazen bir buluşla, bazense bir savaşla başlayan ya da biten bu zaman dilimlerinin değişmez ögesi elbette ki insandır. Batılı tarih, ilk insanı ilkel olarak tanımlayıp, onun gelişimini çağlar içerisinde kazandığı yetiler ve yaptığı keşiflerle paralel olarak ilerlediğini iddia eder. Paleolitik Çağ’la (Eski Taş Çağı) başlayan insanlık tarihinde insan, az gelişmiş bir canlıdır ve ateşi bulmasıyla beraber gelişim süreci de harekete geçer. Yiyeceklerin pişirilmesi, madenlerin eritilerek işlenmesi, tarım ve savaş aletlerinin yapılması ateşin keşfiyle beraber yol alır. Bu gelişim Mezolitik, Neolitik, Kalkolitik Çağlar gibi dönemsel başlıklar altında ele alınmış, Maden Çağlar’ında ise insan artık günümüzdeki fizikî ve düşünsel yapısına ulaştığı bilimsel bir veri olarak kabul edilmiştir. Materyalist ve evrim temelli bilimsel bu bilgilerin karşısında İslâm ise ilk insanı yani Âdem’i “halife” kimliğiyle tüm yaratılmışlara takdim eder.
“Halife” kelimesi etimolojik olarak “half” (arka) kelimesinden türetilmiş ve “ardından gelen, mâkâmı işgal eden, yerine geçen” anlamlarında kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesinde ilk insan olan Âdem, yeryüzünün halifesi olarak var edildiğinde yetkin ve donanımlı, aynı zamanda da sorumluluk sahibiydi. Yani, Batı’nın aksine insan İslâm’da bir mâkâma tâbi ve kendi hiyerarşisi içinde bir topluluğa ait, mesuliyet sahibi, gelişmiş bir canlı olarak yeryüzünde konumlandırılıyor.
Batı tandanslı öğretide insanın bugünkü formunu alması milyonlarca yıl sürer. İnsan gelişimini tamamladıktan sonra ırklar, toplumlar ve bu faktörlerin belirleyiciliği üzerinden devletler oluşturmuşlardır. Tarihî süreç içerisinde keşfedilen topraklar, kurulan sistemler ve “insan” dediğimiz canlının güçlü olanının, zayıf olana karşı kuvvet kullanarak yıkıcı, ezici ve tahakküm altına alma politikaları geliştirerek tarihi işletmesi, materyalist düşünce sisteminin dünyadaki tezahürüdür. Dünyanın tanık olduğu olaylar, insanın, varlık gâyesindeki görev bilincinden fikren uzaklaşınca, tarih öncesi döneme dair anlattıkları ilkel, vahşi, tamamlanmamış bir canlı türünün varlığını devam ettirdiğine ispat niteliğindedir.
Dünya/insan entegrasyonu daima bir fiil ve bir fail ortaya koymuş; fiilin ve failin niteliği ise dönem içerisinde gücü elinde bulunduran zihniyetin fikrî dinamiklerinin özündeki dünyayı yorumlama kabiliyetinden neşet etmiştir. Bu nitelik üzerinden de dünya “Doğu Medeniyeti” ve “Batı Medeniyeti” diye isimlendirdiğimiz iki ayrı kutbun, birbirlerinden oldukça farklı insanı konumlandırdığı mânâ üzerinden ürettiği iki ayrı siyâseti etüt etmiştir. Bu medeniyetler, tarihî seyirde birtakım kavramlar oluşturup, bu kavramlardan sistemler kurarak hedefledikleri amaca ulaşmayı da gaye edinmişlerdir.
Son birkaç yüzyılın meselesi olan ve “egemen devletler”in birincil politikası hâline gelen “Emperyalizm”, bu kavramlardan biri olup sistemleşerek çağını etkisi altına alan Batı Medeniyetinin “insan” ve “dünya” algısını hangi cihetten değerlendirdiğinin panoramik bir resmidir. Bu kavramın başlangıcı için 1700’lü yılların sonuna doğru yol almamız gerekse de özünü yakalayabilmemiz için asıl ana rahmi olan “Sömürgecilik”e kadar inmemiz gerekiyor.
Coğrafî keşiflerle başlayan ve 15’inci yüzyılın başlarından itibaren sistemli hâle gelen sömürgecilik, politik bir sistem olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Altın, baharat ve maden hedefli çıkılan yolda seyyahların ulaştığı yeni topraklar işgale uğrayacak ve bu işgal bazı medeniyetlerin (Aztekler ve İnkalar) sonunu getirecek bir soykırıma dönüşecektir. Özellikle Asya ve Afrika kıtalarında yürütülen sömürü politikası bölgelerin doğal kaynaklarının yanı sıra insanî gücünü de vahşice ve acımasızca kullanılıp, yerli halk Avrupalının üstün menfaatleri için köleleşecek ve kölelik ticaret metası hâline gelecektir. Tarih derslerinde “coğrafî keşifler” başlığının altındaki öğrendiğimiz o büyük kaşifler (Kristof Kolomb, Vasco da Gama, Marco Polo…) keşfettikleri toprakları, kıtaları elbette ki insanlığa armağan etmeyecekti! İlk seferin arkasından ikinci sefere çıkan gemilerin ambarlarının barut, top ve tüfekle dolu olması amacın aslını anlatan en kuvvetli argümanlardı.
Nitekim topraklarından koparılarak Avrupa ve ABD’ye taşınan “siyahî”lerin yurtları Avrupalı kolonilere paylaştırıldı. Asya’da ise Hindistan “İngiliz tacının mücevheri” olarak anılıyor, tıpkı Fransızlar gibi İngilizler de dillerinin yerel halka öğretilmesiyle gerek egemenliklerini gerekse düşünme biçimlerini ipotek altına alıyorlardı. Batılı üstenci zihniyet, bu politikayı kendi ırkının üstünlüğünün bir getirisi olduğu küstahça ve hayâ etmeden söyleyecektir.
Sömürgeciliğin Fransız savunucularından Jules Harmand, 1910 yılında şu ifadeleri dillendiriyor: “…Yerli halkları fethetmemizin asıl meşruluğu, bizim üstünlüğümüze, yalnızca makine, iktisat ve askerlik alanlarında değil, aynı zamanda ahlâkî alanda üstün olduğumuza duyulan inançta yatar. Saygınlığımız bu özelliğe dayanır; insanlığın geriye kalanını yönetme hakkımızın altında yatan da budur. Maddî güç bu amaca hizmet eden bir araçtan başka bir şey değildir.”*
Batı’nın şarkiyatçı zihniyetinin insanlığa ödettiği bedel sadece Fransız Devleti’nin Cezayir’de1,5 milyon kişinin ölümüne, binlerce yerli halkın Avrupa’daki kamplarda açlık ve zulüm altında “aristokrat” halkın hizmetine feda edilecekti. 1800’lü yılların başında Batı, yeryüzünün yüzde 35’ine hakimken 1878’e gelindiğinde yılda yaklaşık 134.000 kilometrekarelik bir artışla yüzde 67’sine hükmediyor. Bu hakimiyet 1914 yılına gelindiğinde ise hayret edici bir artış hızıyla 384.000 kilometrekareye ulaşarak yeryüzünün yaklaşık yüzde 85’ine ulaşıyor. Ne dehşet verici bir tablo! Bu rakamsal veriler ahlâk, medeniyet, inanç sistemi gibi başlıklar üzerinden ele alındığında karşımızda kendilerini kutsayan Batı’nın o barbar ve çürümüş yüzünü makyajsız hâliyle görmeye nasıl da tahammül ediyoruz!
Müstemleke sistemi 18’inci yüzyıla gelindiğinde bir parça form değiştirerek tahtına Emperyalizmi oturtuyordu. Bir nevi “halef/selef” ilişkisi… Bu sistemde ülkeler politik, iktisadî ve kültürel alanlarda tam bir işgale uğruyor; öyle ki halklar sömürgecilikte olduğu gibi cebren ve tahakküm altında değil, hayranlıkla hatta şartları zorlayarak sisteme dahil oluyorlardı. Özellikle kültürel emperyalizmde bunu çok daha rahatlıkla söyleyebiliriz ki; iktisadî ve politik alanda da bu tahlili yapmamız mümkün.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra yayılmacı iki gücün (ABD ve SSCB) egemen olma politikaları “Filler tepişir, çimenler ezilir” sözünün hayatta tatbik edildiği zamanlardandı. Ortada harap olmuş bir kıta, onun karşısında güçlenen Sovyetler eliyle yayılan kominizim rejimi… Tehdit büyüktü! ABD devreye elbette girecekti ve kendi âli menfaatlerini korumak şartıyla duruma mutlaka çözüm üretecekti. Enkaz hâline gelmiş Avrupa ekonomisini kalkındırmak için ABD tarafından programlanan “Marshall Planı”na dahil olan Türkiye, Emperyalizmin o tarumar eden rüzgârıyla köklü değişiklerin, yüzyıllık düzenin sarsılmasına kapılarını açmış olacaktı. Amerika’dan gelen yardımlar karşılığında öncelikle Türk Silahlı Kuvvetleri başta olmak üzere tüm kurumlarında Batı normları esas olmak zorundaydı.
Günümüze kadar engellenen ağır sanayii ve savunma sanayii, tarım ve özellikle eğitim-öğretim politikaları dolaylı yollardan ülkemize uygulanan yaptırımların temel ögeleri. Temennimiz, bu ablukanın bir gün mutlaka sona ereceğinden yana olduğu, gayretimiz ise bu temenninin kabule yakın olduğuna dairdir…
---------------------------------------------------
*Edward W. Said: Kültür ve Emperyalizm