
Batı’nın Doğu’ya bakışı ve gerçekler
BATI, Doğu’ya hep şöyle bakıyor: “The west is the west, the east is the east.” (Batı Batı’dır, Doğu da Doğu.)
Son yüzyıllarda Batı’nın Doğu’ya bu bakışı hem coğrafî, târihî, sosyolojik, ilmî, hem de kültürel ve dînî olarak ırkçı, küçümseyici, aşağılayıcı ve alaya alıcı bir söylem ve yaklaşım içermektedir.
Batı’nın bu bakış açısıyla alâkalı yargımız ne kadar doğru ise, bilimsel ve teknolojik açıdan Doğu’ya bakışı da o kadar doğrudur. Bu doğruluk, toplumsal sistem ve gündelik yaşam biçimi açısından da doğrudur.
Bu olgu ve parametrelerin doğru olup olmadığını test etmek isteyenler, Doğu toplumlarının (başta İslâm ülkeleri olmak üzere) bilimsel ve teknolojik açıdan gelişmişlik düzeylerine, eğitim sistemlerine, üniversitelerine, düşünce ve fikir dünyasına yaptıkları katkılara, toplumsal yapılarına, gündelik yaşam düzen ve standartlarına ve dahi yönetim ve yönetme uygulamalarına bakabilirler.
Kaybedilen yarış ve modernleşme çabaları
Son yüzyıllarda Batı’yla yapılan yarışı kaybeden Doğu, Batı’nın bilim ve teknoloji alanındaki ilerlemeleri karşısında önce şaşkınlığa düşmüş, daha sonra da ona yetişmek için çırpınmaya başlamıştır. İşte son yüzyıllarda Osmanlı ve Türkiye’deki modernleşme hareketleri bu minvâl üzeredir.
Ancak, nasıl ki Batı’nın modernleşmesi, kalkınması ve ileriye gitmesi bir günde olmadıysa, başka bir ifâdeyle bu yüzyılların ürünü ve sonucu ise, Osmanlı’da da modernleşme hareketleri yüzyılları alacaktı fakat sonuç alma bakımından Devlet’in ömrü buna yetmeyecekti. Ancak kendisinden kalan bu miras daha radikal biçimde yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne devredilecekti.
Reformlar ve yabancılaşma
Bu bağlamda yeni kurulan Devlet Batı’yla entegrasyon içine girmiş ve her alanda önemli ve köklü değişiklikler yapmıştır. Bunların arasında belki de en önemlisi, eğitim-felsefe politika ve sisteminde yapılan değişikliklerdir. Bunun realize edilebilmesi için de Cumhuriyet’in başlangıç yıllarında Batı’dan ünlü Amerikalı eğitimci John Dewey başta olmak üzere Kühne, Omar Buyse, Albert Malche gibi yabancı uzmanlar ülkemize dâvet edilmiştir. Bunların hazırladıkları raporlar Türk eğitim sisteminin oluşmasında ve şekillenmesinde önemli rol oynamıştır.
Ayrıca, 1924 yılında çıkarılan Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu (Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi Kanunu) ile bir taraftan Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti’ne bağlı mektep ve medreseler ile Maarif Vekâleti’ne bağlı mektepler birleştirilerek tüm eğitim kurumları ve mektepler tek çatı altında (Maarif Vekâleti’ne bağlı olarak) toplanmıştır.
Böylece Osmanlı’dan kalan mektep ve medreseler kapatılmış, yeni bir çığır açılmıştı. İleride bu eğitim kurumlarının adları da değişecek, “okullar” ve “üniversiteler” şeklinde teşkilâtlanacaktı. Nitekim 1933 yılında yapılan üniversite reformu ile yükseköğretim kurumlarımızın adı “üniversite” oldu ama ne okulların adı Türkçe idi, ne de üniversitelerin. Okul, Fransızca “l’école”den, üniversite “université”den geliyordu. Hatta fakülte (Fr. faculté, İng. faculty), dekan (Fr. doyen, İng. dean), rektör (Fr. recteur, İng. rector) isimleri de yabancıydı.
Daha sonra 1937 yılında Anayasa’ya giren lâiklik ile eğitim ve öğretim tamamen lâikleştirilmiş, hatta seküler hâle getirilmişti. 1973 yılında çıkarılan Millî Eğitim Temel Kanunu ile de eğitimin amaç ve ilkeleri arasında “lâik eğitim” mevzuat olarak yerini almıştı.
Yabancıların müdahaleleri ve sonuçları
1948’de başlayan Truman Doktrini, Marshall Plânı ve Fulbright Anlaşması ile Türk eğitim sistemi bir nevi ABD’nin güdümüne girmiş, eğitim felsefe, politika ve müfredatların hazırlanmasında bu devlet önemli roller oynamıştı.
Türk eğitim sistemindeki bütün bu uygulamalar ve yabancıların sisteme müdahaleleri neticesinde gençliğimiz ruh köklerinden koparılmış, târihine, milletine ve kendi değerlerine yabancılaştırılmış, millî ve mânevî kimliğinden uzaklaştırılmış, Batı nezdinde kompleks içine düşürülerek Batı hayranı nesillerin ortaya çıkmasına zemin hazırlanmıştır.
Dolayısıyla ne beklenen ve özlenen “Asım’ın nesli” yetişmiş, ne “Öyle bir gençlik istiyorum ki…” sözleri tahakkuk etmiş, ne de “Ey Türk gençliği!” diye başlayan bir gençlik zuhur etmiştir. (Elbette istisnâlar bundan müstesnadır.)
İktidarın âcizliği ve gençliğin yozlaşması
Gelinen noktada arayı kapatmak, yılların hüznünü ve hicranını gidermek isteyen mevcut hükûmet, bu konudaki niyetini açıkça belli etmesine rağmen yirmi yıllık iktidarı döneminde bunu bir türlü başaramamış ve bu konuda yeterince muktedir olamamıştır. Hatta gençliğin mevcut hâline ve eğitim kurumlarındaki tutum ve davranışlarına bakılınca daha da geriye gidilmiş, eski günler aranır olmuştur. Bu meyanda ahlâkî değerler, millî ve mânevî kıymet hükümleri bakımından muazzam bir yozlaşma ortaya çıkmıştır.
Bu bağlamda modernizmin getirdiği hedonist bir felsefe ve yoz bir kültür ne yazıktır ki tüm gençliği etkisi ve baskısı altına almış, ruhlarına pranga vurmuş ve onları içinden çıkılmaz bir esâret ve girdaba sürüklemiştir.
Yapılan yanlışlar
İşte bu noktada ne yapacağını şaşıran iktidar, bu açmaz ve çıkmazdan bir an evvel kurtulabilmek için son yıllarda Millî Eğitim Bakanlığı ve diğer kurumlar üzerinden değerler eğitimini vakıf ve dernek adıyla faaliyet gösteren cemaat ve tarikatlara devretmiş veya en azından onların okul çağındaki çocuklar ve gençler üzerindeki vesâyetlerine iyi niyetle de olsa göz yummuştur.
Ancak yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş, bu yapılardaki din ve mâneviyat anlayışı ve uygulama biçimleri başka sorunları beraberinde getirmiştir. Çünkü bu grupların din anlayışları genellikle uydurulmuş rivâyetlerden, hikâye, menkıbe ve masallardan mürekkep olduğu ve dahi eklektik bir görünüm arz ettiği için, başka bir deyişle İslâm’ın en sahih kaynağı olan Kur’ân’dan yeterince beslenilmediği için, aklı hür, vicdanı hür, irfanı hür, itikadı hür, irâdesi hür nesiller yetiştirilememiş, hatta akılları, irâdeleri ve vicdanları ellerinden alınmış, çalınmış, robotlaştırılmış, mankurtlaştırılmış, meyyitleştirilmiş bir kütlenin ortaya çıkmasına zemin hazırlanmıştır. Ne yazıktır ki, hâlen bu uygulamalara devam edilmektedir. Bu meyanda hiç kimse unutmasın ki, yaşanmış bir FETÖ örneği apaçık bir şekilde karşımızda durmaktadır. Tabiî ki ders çıkarmak ve ibret almak isteyenler için…
Bugün kimi söylenti ve yazılanlara bakılırsa, bu yapıların medrese, kurs ve yurtlarında dört yüz bin ilâ bir milyon civarında öğrenci, din eğitimi ya da değerler eğitimi adı altında eğitim görmekte veya yurtlarında barınmaktadırlar. Keşke bu eğitimler Kur’ân’ın özüne ve ruhuna uygun bir şekilde yapılsa belki gam yenilmez ama maalesef…
Yine unutulmasın ki, Taliban’ın Afganistan’ında kız çocukları ve kadınların eğitim hakları din adına ellerinden alınmakta ve eğitim kurumlarında okumalarına müsaade edilmemektedir. Üstelik İslâm (Kur’ân) kadın ve erkeğe okumayı ve ilmi farz kıldığı hâlde… Sayın Cumhurbaşkanı da haklı olarak Afganistan’daki bu uygulamayı eleştirmiş fakat her ne hikmetse kendi ülkesindeki mezkûr yapıların çarpık uygulamalarını gözden kaçırmış veya görmezden gelmiştir.
Değerlendirme, sonuç ve öneriler
İşte zikredilen ve analizi yapılan bütün bu uygulamalar, Batıcıların ve Doğucuların ülkemizdeki eğitime ve eğitim felsefesine bakış açılarını yansıtmaktadır.
Hâlbuki eğitim ve bilim, temel bir insan hakkıdır. Ne adına olursa olsun, hangi gerekçelerle yapılırsa yapılsın, bu hak insanların (kadın ve erkek) elinden hiçbir sûrette alınamaz. Ancak bu haklar ve uygulamaları kadın olsun, erkek olsun, yeter ki insan onuruna ve ahlâkî değerlere yakışır ve yaraşır bir şekilde yapılsın ve yeter ki uygun ortam ve şartlarda realize edilsin. Olması gereken tek şart bu olsa gerektir.
Görüldüğü gibi ülkemizdeki eğitim felsefesi, politika ve uygulamaları Batı ve Doğu arasında sıkışmış durumdadır. Bunun tek çıkış yolu, eğitim ve bilimi siyâsî mülâhazalardan uzaklaştırmak, gençlerimizi ve çocuklarımızı ensesi kalın din baronlarının ve din tâcirlerinin elinden kurtarmaktır. Aynı zamanda bilimin evrensel ilkelerine uymak ve aydınlık yarınlar için Kur’ân’ın işâret ettiği yoldan giderek gerçek mânâda ahlâklı, fâziletli, irâdeli, şahsiyetli, ilimle mücehhez yeni nesiller yetiştirmektir.