
ÖLÜM hakikati, hamakatın zehirlediği zihinlerde küflü fikirlerden sinir uçları var ediyor. Bu sinir uçları, yepyeni ve hepsi birbirinden çürük hissedişler doğuruyor. Anlaşılıyor ki hamakat, insanı iki cihanda da yaya bırakıyor. Ama bu hamakat da öyle basmakalıp algılarda sindirilecek kadar amiyane tariflerle, genel geçer tanımlamalarla ifade edilecek türden değil. Bu, zihnin ahmaklıkta erişebileceği en mürtefi periferiyi işaret ediyor. Çünkü ahmak özne, aykırı, menfi ve hasmane bütün fikredişlerinde kendi zatına verdiği zararın muhasebesinden mahrum bir tabiat sergiliyor.
Meramım, aklın yamaçlarını dolambaçlı, lamelifli satırlara boğmak değil; fakat altı fosforlu kalemlerle çizilmesi gereken “ahmaklığın hazin sonu” temalı bu öykülemenin muğlak meallere denk düşmeyecek kestirme bir adresi bulunmuyor.
Ahmak öznenin ilk mağlup duygusu, ölüm hakikati hakkında vardığı müflis yargılardır. Allahu Teala’nın sıklıkla akletmemiz gerektiği yönündeki İlâhî ve hayatî buyruğu, hamakat ikliminin hudutları içindeki hiçbir şahsiyetin ussal bilgi birikimi içinde saptanamıyor. Ahmak için ölüm şeniyetinin iki menzili var:
Bunlardan ilki en teessüflü olanı ki, akledemeyen her nefsin muhakkak düştüğü derince kuyuların dibidir. Şöyle bir zan ile ömrü yekpare bir kaybedişle irtibatlandırır: Ona göre zaman, menfaatine pozitif yönde eklentilerle değeri yükseltilmesi gereken bir gidiştir. Ve bu gidişte en kârlı köşelerde ayak izlerini bırakma rüyasında, her türlü harama ve günaha el uzatacak, her türlü entrikaya zekâsını kanalize edecek ve ne pahasına olursa olsun fayda ve konfor parametrelerini istediği grafiğe eriştireceği her türlü gayriahlakî ya da gayriinsanî eyleme dâhil olacak! İşte bu ahmak özne için ölüm, uzak bir anlatıdan ibarettir. Ölümden sonrası ise tamamen bir ütopyadır! Bu zaviyeden zamanın akışına bütün benliğini feda eden ahmak öznenin ahiret inancına sahip olduğu absürt tablolar da (akla zarar olsa da) görülmüştür. Kendisi ölümün kaçınılmaz son olduğu hususunda gerek şahsi tecrübelerine gerekse tarihsel bilgilerden derlediği delillere itibarla kani olmuştur. Ve hatta ölümden sonrasının bir yok oluş olmadığı idrakine de belli içtepiler ya da zedelenmiş imanî kazanımlar aracılığıyla varmıştır. Fakat bütün bu bilgi ve saptamalar, bütün delil ve deneyimler, ahmak özneyi, kazanma-kâr, konfor gibi ziynetler uğrunda günaha ve harama batmaktan alıkoyamaz ki işte bu kişinin kendi cehennemini emekle var ediş trajedisidir.
Fakat hamakatın zirvesine çıkmışken “ölüm” kavramına gerçekçi bir bakış açısına sahip olmasına karşın, ömür denilen kısıtlı zaman parçasını boşa harcayan müflis tipolojilerden ikinci sıradakine de göz atmak gerek!
Bu ahmak özne de tıpkı ilk prototipte teşhis edildiği üzere ölümün ansızın ruhu bedenden ayıracak bir emre tâbi olduğu bilgisine sahiptir. Fakat ölümden sonrasına dair silik ve flu birkaç fikrî alt yazıdan başka zerrecik imanî bilgisi ya da sezgisel öngörüsü bulunmamaktadır… Ki bu tipoloji daha ziyade zalimler, inkârcılar ve modern tiranlar ve iflah olmaz firavunlardan müteşekkildir.
Bunlar oturdukları koltukların beyin yiyen böceklerine duçar olmuştur. Yüksek yetkiler, şaşaalı makamlar, ceket ilikleyeni gani koltuklar üzerinde, adım adım ilerledikleri acı sonun idrakine akciğerler oksijenle buluştuğu süre zarfında varamazlar. Bunlar için dünya mühletinin bitişiyle açılan perdelerin ardındaki hakikatin eyvahlı tınısından başkası çözüm değildir. Hiçbir öğüt kabul etmeyen şeytanî kibirleri, hiçbir ölümle ürpermeyen katran karası iç âlemleri ve hiçbir düşüşle ferdî acziyeti tartamayan eksik akılları ile bu makulenin ahmakları için dünyada can yakmanın, evler yıkmanın, ırkî ve dinî düşmanlıklarda kan içmenin, toprakları işgal edip vatanları sömürmenin verdiği güdük, cılız ve şeytanî haz dışında hiçbir gaye bulunmamaktadır. Bunlar, ölümün lezzetleri alaşağı eden hakikatini kognitif bir sıradanlıkta kavrarlar. Bu tamamen verisel bir bilgi, gözlemlenmiş bir var oluş gerçeği ve ezber edilmiş bir cümleciktir. Fakat bir an için yaktıkları canların, aldıkları ahların bumerang etkisini fark edebilemezler. Her ne kadar ölüme kadar zulmün çıktığı adrese dönebileceği rizikosundan gafil olsalar da, ölümden sonraki mizanın, hesabın ve azabın kaçışsız ağırlığından da bîhaberdirler.
Zalim firavunların, nemrutların, tiranların cüret aldıkları birkaç dayanak mevcuttur. Bu dayanaklar kimi zaman dikte ile baskıladıkları şakşakçı halklardır, fakat günümüzde zalimlerin ipleri daha çok büyükbaşların elindedir ve kolları bacakları, içgüdüleriyle hareket eden ve sömürü ile küresel erki gasp etmiş kuklabazlar tarafından hareket ettirilir. Bu zoraki aksiyon, kukla zalimleri rahatsız etmez; zira kendilerine verilen zulüm hakkı, beş para etmez kimliklerini tatminkâr sıfatlarla doldurmanın ve pek tabii konfor düzeylerini artırmanın yegâne güzergâhıdır.
Bir gün öleceğini bilen ahmak zalimler içim öldürmenin, kan içmenin şeytanî hazzında ve daha fazla kazanmanın, çalmanın azgın güdüsünde ölümü akla getirmek ve dahi ölümden sonrasının risk hesaplamasını yapmak son derece sancılıdır. Bu yüzden ahmak zihinlerinde ölüm fikri, sadece öldürmek eylemiyle can bulabilir. Zulümle, işkenceyle insanlara verdikleri acılardan kendilerine sırça köşkler inşâ eden bu ahmaklar, başlarına gelecek hazin ve durdurulamaz acıdan habersiz bir ömrü mengenelerde sıkıştırmaktalar.
Bu modern firavunlar, kukla karakterli oldukları gibi, yaktıkları can nispetince varlık hissederler. Akılları ve ruhları zapt edilmiş, ölümsüzlük iksiri içmişçesine dünya ve saltanat sarhoşu olmuşlardır. Ve işte bütün salih kullar, imanlı kalpler, şehadet şerbeti içenler için ölümden sonrası ne kadar müjdeliyse, bu zalim ahmak kuklalar için ölümden sonra diriliş ve kabir hayatı da o raddede azaplıdır. Onlar için çeşit çeşit cehennem vaadi vardır ve her birinin kapısında zebaniler hasretle kollarını açıp beklemektedir. Bitmeyecek bir azabın müşterisi olmak için bu dünya zemininde harcadıkları fani zamanlar, acı sonlarına gidişi aksatamayacak ve dahi zehri yudumlayışın vaadini geciktiremeyecektir. Bu dünyada zulümle elde ettikleri topraklar, vatanlar, ülkeler ve onların yeraltı, yer üstü nimetleri dahi olsa -ki bu ya muhal bir histeridir ya da çok kısa süreli bir saltanat gölgesidir- bitiminde varacakları adaletli terazinin reçetesi yaşattıkları acıların katmerlisi olacaktır.
Zalimleri bir kenara atarsak -ki onlar cehennem çukurunun daimi yolcularıdır- biz iman ettiği iddiasında bulunan kullar için de BÂSÜBÂDELMEVT hakikati bir hizaya geçiş arzusunu tetiklemelidir. Zira zulüm, sadece mazlumların canına kast etmek, onlara acı vermek, insanları katletmek ve toprakları işgal etmek yoluyla icra edilmemekte. Kul hakkından, en ufak görülen harama kadar ibadetsiz, şükürsüz bir ömür sürmekten, sevgisiz ve hayırlı amellerle dengelenmemiş günleri takvimlerden düşmeye kadar her bir kaybediş, ölümden sonraki diriliş hakkında çok da idrak ve şuur sahibi olmadığımızı kanıtlıyor. Ve ölümden sonrası için yapılabilecek ne kadar elzem amel varsa hepsi perde açılmadan öncesine işaret ettiğinden, ölümün her an kapıyı çalabileceği şiarında bir anı daha boşa harcamamak için kolları şimdiden ahirete sıvamalı.