Başrolde Corona

Şimdi fersah fersah birbirimizden kaçtığımız bu dönemde, köyünde ve baba ocağında açılacak bir kapısı olanın, beş yıldızlı otellerde tatil yapanlardan daha şanslı olduğu bir dönemdeyiz. Hem ağacından koparıp biraz tuzla yediğimiz eriği, sevgi ve özlemle fidelenmiş domates ve çileği dalından koparıp yemenin zevkini hangi açık büfe sağlayabilir ki bize?

DÜNYA günlük seyrine devam ediyor. Ay ve güneş doğup batarken, yıldızlar göz kırpıyor yerküreye. Kuşlar mutlu mesut gökyüzünü süslüyor, börtü böcek kendi hâlinde yaşayıp gidiyor. “Küçük dağları ben yarattım” diyen devletler, Afrika’nın ekmeğine kan doğruyor, Orta Asya’yı yangın yerine çeviriyor, Filistin topraklarını gasp etmekte herhangi bir beis görmüyor. Yeryüzündeki mazlum ve masum halklar acımasızca eziliyor, Müslümanların gözlerinden yaş eksik olmuyor.

İnsanlık? İnsanlık, üç maymunu oynuyor. Kısacası sırtı pek, karnı tok devletlerin hâllerinden memnun ve ezilenlerinse çaresiz olduğu sıradan bir asır bizimkisi…

Derken, insanoğlunu bir telâş sardı! Artık sahnede “Corona” vardı. Bu kendi küçük, marifetleri büyük aktör rol çalmış, kendini dev aynasında gören devletlerin bile ayağını kaydırmıştı. Demir kubbeli korkaklar, roket adamlar, nükleer silahlarıyla gözdağı verenler, teknoloji ağıyla övünüp demir ordu kuranlar ve zenginliği ile göz kamaştıran devletlerin hepsi hazırlıksız yakalanmıştı bu küçük düşmana.

Bu davetsiz misafir, ülke ülke gezip kimseyi mahrum bırakmadı kendinden. Farklı dil, din ve ırktan insanlar ilk kez ortak bir duâda buluştular. Zengininden fakirine, kralından hizmetlisine, sığınağımız bir karıştan küçük bez parçası oldu. Birbirimizden korktuk ve kaçtık. Can parelerimiz hasta oldu. Bize, sıcaklığımıza, sevgi ve şefkatimize en çok ihtiyaçları olduğu zamanda sarıp sarmalayamadık onları. Anne babalarımız tutmak için bir el aradı, uzatamadık. Hani mutluluklar paylaşıldıkça çoğalırdı, acılar paylaşıldıkça azalırdı ya, biz ne mutluluklarımızı çoğaltabildik, ne de acılarımızı azaltabildik. “Bir namazlık saltanatlarımız” bile üç kişilikti.

Yeri geldi, en sevdiğimize bile bir avuç toprağımız, bir yudum suyumuz nasip olmadı. Yalnız, vedasız ve helâlleşmeden vuslata erişen sevdiklerimizin açık kalan gözleri ok gibi saplandı bağrımıza. Gözümüz gibi sakındığımız canlarımız, birer rakam olup yansıdı ekrana. Mekke, Medîne yalnız, câmilerimiz öksüz kaldı.

Birçoğumuz için kocaman bir hapishaneye dönüştü dünya. İnanan ve tevekkül edenler için bir itikaf misâli geçen kapanmalarda dünyaya demir zincirlerle bağlandığımız hayatların aslında bir pamuk ipliğinden mülhem olduğunun idrakine varıp nefsini sîgaya çekenler kazançlı çıktı.

Bu zorlu süreçte anladık ki, yalnızlık Allah’a mahsustu. Ve yine anladık ki, biz insanlar koloniler hâlinde yaşadığımız büyük şehirlerde gereğinden fazla birbirimize yakındık. Bırakın kişisel alanlarımızı, mahrem alanlarımızı bile koruyamaz olmuştuk. Nefes alıp dinlenmek için gidilen tatil beldelerinde dip dibe tanımadığımız insanlarla bile hemhâl olduk. Bizim olmayan, bizden olmayan tatillerin peşinde koşuştururken sıla-i rahimleri unuttuk.

Şimdi fersah fersah birbirimizden kaçtığımız bu dönemde, köyünde ve baba ocağında açılacak bir kapısı olanın, beş yıldızlı otellerde tatil yapanlardan daha şanslı olduğu bir dönemdeyiz. Hem ağacından koparıp biraz tuzla yediğimiz eriği, sevgi ve özlemle fidelenmiş domates ve çileği dalından koparıp yemenin zevkini hangi açık büfe sağlayabilir ki bize?

Ve maalesef hep küçük bahanelerle ertelediğimiz sıla-i rahimler için bulunmaz bir fırsattır memleket tatilleri. Pandemi önlemleri kapsamında olsa da ayaküstü selâmlaşıp bahçede bir bardak çayı yudumlayarak gönül alıp, hâl hatır sorup Allah’ı ve Resûlünü mutlu etmenin adı olan sıla-i rahim, tesellimiz olur belki…