Başka bir yer

Bir yandan paradokslarımızla yaşamaya devam ederken, diğer yandan hayatı mükemmel kılmaya çalışıyoruz. Ve nihâyet mükemmel ile aynı kökten gelen kâmil kelimesiyle hayatı yan yana bile kullanmadan -hayatı kâmil kılmakla hiç ilgilenmeden- geleceğe dair türküler yakıyoruz.

ELİMİZDE bir liste ile gelmedik ya dünyaya. “Neyin kavgasını veriyoruz o hâlde?” diye bir cümle kurmak lâzım gelse… Dile böyle bir cümle gelse hakkı var, yeri var. Zira hayat liste üzerinden okunmaz. Alışverişe bile liste ile gidip eve birebir aynı listeyle dönen kaç kişi çıkar ki şurada?

Yine başka bir yere gitti konu...

Ne oldu ki? Daha söze başlamadık bile. (Zira ilmek kaçmış bir kere. Kaçan ilmek küçük ama büyüyünce nerelere varıyor. Ya da şöyle: İlmek bir kere kaçmayagörsün, tıpkı elinden tutulmayan her şey gibi o da hedefi için çıkıyor, çoklukla karşılaşıyor, çokça bölünmüş yol ayrımına denk geliyor ve nihayet nasibine varıyor.)

Mecâlim yok bugün belli ki. Belki de doğrusu, “yine bugün”... “Nerelerdesin?” deseniz, bir cevap da bulamam belki. (Hayat bizi nereye götürürse oradayız gerçekten.) Ama olsun, biz yine de devam edelim. Bir zaman “Nerelerdesin?” denilmeden ne çok cevapsız mektup yazmıştım. Neydi? Ne içindi? Sanırım, “Hayattayım, hayattasın, hayattayız” demek içindi. Hep “Hayır, o değil ey can, başka bir şey demek istemiştim!” demek içindi. Belki cevapsız mektup değil, zamanı yanlış mektup mu desek? Ya da “ne çok cevapsız çağrı” mı desek? Neye çağrı? “Yazmak bir travmaysa eğer, bu bize o günlerden kaldı” mı desek?

Ne çok rahatsız etmeyi seviyorum. Rahatsız etmeyi ne çok seviyorum. Şu an üzere bile, an üzere bile rahatsız ettiğimi fark edememek ne çok yoruyor beni aslında. Ama yazmam gerekiyor, habersiz bırakamam hayatı. Hayattan bîhaber yaşasak da onun bizi bize bırakmaması için, habersiz bırakamayız hayatı. De ki işaret fişeği, de ki bülbülün feryâdı... Burada! Ve işte burada! Mecâlsiz de olsak burada... Bir nefes alacak kadar da olsa, evet, işte burada!

(Hemen söze girince ne olacak ki? Ne bu acele? Bir can havli mi seziyoruz? Bir acelecilik var satırlarında. Bir acele hissi var. Değil aslında. Acele etmeyi sevemedim bir türlü. Eğer bazı bazı da olsa kendime edindiğim bir mazeret cümlesi değilse, bu böyle. Sevemedim. Bahar geldiği için mi bu uçarı tutum o hâlde? Bahar mı? Baharı görmüş müyüz? Taze söğüt dalı, balkona sarkan baba yadigârı badem çiçekleri, leylaklar... Olanca lâleli sokaklarıyla, tepelerinde erguvanlarıyla, ah şimdi İstanbul! Kuşburnular henüz açmadı; hanımeliler yanıltır, insanı kokusuna çeker, nerede olduğuna bakarken güz olduğunu bile unutturur. Yok yok, o kadar da hercai değil!)

Yoklamada görünmek için değil elbette ama bir gün uyanınca her şeyin rüya olmadığını fark edince üzülmemek için… Evet, buradayız. (“Bir gün uyanınca” mı? Ne güzel bir cümle! Uyumak lâzım belki de… Ama gafletten uzak. Uyumak gerekiyor belki bildiğimiz uyanık olmaları öldürmek için. Uyumak gerekiyor belki ayık gezdiğimizi zannettiğimiz zamanlara inat. Uyumak gerekiyor belki ayakta bir ceset gibi gezmekten kurtulmak için. Uyumak gerekiyor belki bizi yine kendi ayak bağlarımızdan beraat ettirmek, ayağı çözülmek ve ayağa kalkabilmek için. Uyumak gerekiyor belki aldığımız nefesi ve atan nabzımızı duyabilmek için. Uyumak gerekiyor belki felçli düşüncelerden kurtulmak, öz ayarlarımıza dönebilmek için. Uyumak gerekiyor belki kutlu bir sabaha, belki bir gece yarısına, yüzümüzde tebessüm ile uyanmak için.)      

Evet, buradayız. “Kalemi hareket ettirmek kadar hayatı devam ettirmek o kadar da kolay değil” demek için. Kim bilir? Yola yeterli iştiyak ve iyi niyetlerle çıkılsa da hangi noktada hangi kekemeliğin bizi bulacağını, hangi yerde dilimizin çözüleceğini tahmin etmenin oldukça zor olduğunu söylemek için. Dilin kumanda edilecek bir kemiği olmadığını demek için. Bu hâliyle, bütün enstrümanlarıyla bir ahengini kovaladığımız mânânın, istemli veya istemsiz bir sürecin çıktısı -mümkünü kovalayan bir denge hâli- şeklinde dile geldiğini ifade etmek için.

Yine başka bir yere gitti konu…

Bir alerjik durum var, o kesin! Evet, hazırda bahar varken bu cümleyi kurmuş olalım. Neler oluyor hayatta, onu bile aksatıyor insan. Ya da neler oluyor hayatta diye bakacakken kendini aksatıyor. Kendini derken, ben’den, bencillikten uzak, ben’ini tanımak isteyen bir “kendi”yi aksatıyor. “Vakti gelmiş de geçiyor ama hâlâ uğraştığı şeylere bakın! Hayatı çekilmiş ama hâlâ damarında kanı var” denecek seviyede olmayalım diye ne çok uğraş verebiliriz aslında, değil mi? (İşte bu yüzden, tam da bu yüzden, unutma beni, olur mu? Ben bırakabilirim, öyle istemesem de… Bırakmaya azmedebilirim de... Kimsem yok hem şu gurbete düşeli yanımda. Kimsem yok derken… Sen vardın hep bir yanımda. Sen vardın…)

Yine başka bir yere gitti konu…

Kendine bu kadar telkine rağmen küçücük bir konu bile bu kadar kolayca elimizden kayıp gidebiliyor. O nedenle kendi yönlendirdiğimizi zannettiğimiz konular şimdi nerede? Okumasını bilmedikten sonra hiçbir telkinin, hattâ hiçbir kitabın bizi bir kıyıya çıkarmayacağını, okumayı bilince bir delinin bir cümlesinin bile bizi hayata nasıl geri çekebileceğini anlamak asıl mesele. Dolayısıyla kalem bizim olsa da öncesinde okumayı doğru yapamadığımız her cümlemiz, tam da bu nedenle kendi el yazısını okuyamayan insanın ahvaline benziyor.  

Yine başka bir yere gitti konu... Gitsin! Kronik bir rahatsızlık belli ki bu. Şimdi vakit bahar ayları. Malûm, hâliyle sular da biraz bulanık. Sular durulduğunda genel ahvalimizin nerede olacağını bilememek elbette mümkün görünmüyor. Bunu olanca bilgiç yanımızla tahmin çabamız mı? O da başka bir kronik mesele. Zira -kaderin hükmü baki olmakla beraber- yaptığımız bir plânı gelen başka bir plân, onu da gelen bir diğer plân değiştiriveriyor. Özenerek çizdiğimiz bu kronoloji hiçbir zaman değişmiyor. Ama biz bu kadar kronik durum arasında, en çok ilâçlarımızı düzensiz almakla, ahengi bulmak yahut çoğaltmak yerine notayı çoğaltmakla, hayatı istatistiklere göre yeniden kurgulamakla, âti ile mâzi arasında atıf yaparken “şimdi”den ne kadar uzakta olduğumuzu bil(e)memekle malulüz.

Bir diğer ifadeyle, bir yandan paradokslarımızla yaşamaya devam ederken, diğer yandan hayatı mükemmel kılmaya çalışıyoruz. Ve nihâyet mükemmel ile aynı kökten gelen kâmil kelimesiyle hayatı yan yana bile kullanmadan -hayatı kâmil kılmakla hiç ilgilenmeden- geleceğe dair türküler yakıyoruz. Ne var ki, hakkıyla yaşanmadan yakılan türkünün ömrünün de ancak yatsıya kadar olacağını unutuyoruz. Bir itham mı var burada? Hâşâ! Türküsüyle yaşayan ve türküsüyle yaşatanlar, böyle diyorlar. Yine başka bir yere gitti konu… Gitsin! Belki bir türküye denk gelir, yalnız bir yanı da olsa sağalır, öyle gelir…