KÜÇÜKKEN “Bir Vuruşta Yedi Can” diye bir masal okumuştum. Masalda
bir terzi, dükkânında, elindekiyle sinek topluluğuna vuruyor ve birkaç sinek
öldürüyor. Bir de sayıyor, yedi sinek öldürmüş. Herkesin rahatlıkla
görebileceği şekilde hemen kendisine bir kuşak yaptırıyor ve üzerine de
yazıyor: “Bir vuruşta yedi can”...
Bunu okuyan devler, yiğitler, cesurlar, kahramanlar hep
korkuyorlar. Zavallılar bilmiyor ki aslında yedi sinek öldürdü. Buna benzer bir
sahne de Karaoğlan filminde vardır. Karaoğlan’dan herkesin korktuğunu anlayan
gözü açık biri, üzerinde “Karaoğlan” yazılı olan flâmayı eline alıp eşek
sırtında dolaşıyor. Beklentisi, herkesin onun Karaoğlan olduğunu düşünüp korkarak
o ne isterse isteğini yerine getirmesi.
Masallarda ve masalsı filmlerde rastladığım bir durum
sanırdım bunları. Meğer günlük hayatta daha çokmuş; hayat felsefesi ve hatta
devlerin esas politikaları bu tür şeyler olabiliyormuş. Şöyle düşününce, “Vay
canına!” demeden kendimi alamadım. Hani Köroğlu’na demişler ya “Sen gelme,
ismin gelsin” diye, bu söze hizmet edercesine, hatta farkında olmadan “Bir
vuruşta yedi can” sloganını, “Karaoğlan” flâmasını bizzat kendim taşıyormuşum.
Hem de sosyal medya yoluyla... Bunlar nasıl oluyor?
Sosyal medyadaki çevremizde, mensubu olduğumuz gruplarda
birtakım fikirlerimizi, duygularımızı, yaklaşımlarımızı sunuyoruz. Hiç ölçmedim
ama önemli ölçüde başkalarının bize gönderdiği video, ses dosyası, fotoğraf,
yazı ve linkleri aktarıyoruz. Gözlemliyorum da, sevdiğimiz veya mensubu
olmaktan memnun olduğumuz gruplara daha çok kötü haberleri aktarıyoruz. “Filan
ülke şöyle bir zulüm yaptı”, “Filan ülke meğer bilmem ne kumpaslarına girmiş”,
“Filan siyasilerin veya siyâsî hareketlerin ipleri falanların elindeymiş”,
“Falanca terör örgütünün arkasında filan devlet varmış”, “Müslümanların bilmem
nesiyle ilgili bir oylama varmış ve buraya birkaç saniye ayırıp tık denmeliymiş”
gibi duyum ve dedikoduları yaymak ne kadar gerekli ve doğru bir şey acaba?
İlk olarak insanın aklına, “Kötü bir şeyden herkesi
haberdar edelim ve en azından kötü şeylerin taraftarı olmadığımızı göstermiş
olalım” gibi bir yaklaşım gelebilir. Bir an bu düşüncenin doğru olduğunu
düşünelim. Arakan’daki, Filistin’deki, Mora’daki, Afganistan’daki, hâsılı
dünyanın her yerindeki kardeşlerimizin kendileriyle beraber olduğumuzu
bilmeleri güzel bir şey. Gerçi bunu ne kadar bildiklerini bilmiyorum, zira biz
28 Şubat’ta ciddî sıkıntılar çekerken, 27 Mayıs, 12 Eylül Darbelerinde zulme
uğradığımızda diğer ülkelerdeki kardeşlerimizin bizlerle ilgili neler
yaptıklarını bilmiyoruz. Yine Kıbrıs Harekâtı’nda, Ermeni “soykırım” iddiaları
hakkında, PKK terörü esnasında, en son FETÖ terörünün 15 Temmuz’daki
girişiminde kardeşlerimizin bizimle ilgili ne yaptıklarını bilmiyorum. Asla
şunu demek istemiyorum: “Onlar bizimle ilgilenmediler, biz de kimseyle ilgilenmeyelim.”
Benim demek istediğim şu: “Kardeşlerimiz bizlerle ilgili bir şeyler yaptılarsa
da, yapmadılarsa da haberimiz olmadı.” Kendi göbeğimizi kendimizin kestiğini
biliyorum, o kadar!
Acaba ülkelerin, şirketlerin, STK’lar veya şahısların
zulümlerini yaymanın ne gibi sakıncaları olabilir? Şunu kesin biliyorum ki, o
zulümleri duyan insanların o zulme uğrayanlara hiçbir faydası olmaz. Aksine
zalimleri daha güçlü, söz geçirilemez, kontrol edilemez gösterir. Onun karşısındakileri
de bîçâre, eli kolu bağlı gösterebilir. Al sana özgüven kaybı!
“Haberimiz olsa en azından dua ederdik” diyenler
çıkabilir. Dua ederken isim isim saymak zorunda değiliz ki... Dünyadaki tüm
zulümlerin sona ermesi, tüm mazlumların zulümden kurtulmaları için dua
edebiliriz.
Yıllardır zulümleriyle meşhur küçük bir devlet, tüm
Müslümanların moralini ânında bozuyor. Hâlbuki küçücük bir devlet! Türkiye hapşırsa
o ülkenin tamamı kaçacak delik arar. O kadar çok anlatılıyor ki, bütün dünya
onlardan korkar hâle geldi. Dünyanın en büyük ilk 20 ekonomisi içinde bile
değiller. Nüfusları deseniz 4 buçuk milyon… Toprağı deseniz, bizim Konya’dan
çok daha küçük… Bütün bunlara rağmen dünyada en çok bilinen ve korkulan ülke!
Tek başına dünya gündemini belirliyor. Yüzlerce ülke kalkmış, onlarla ilgili olağanüstü
toplantılar yapıyor. Tam bir “Bir vuruşta yedi can” hikâyesi! Sokaktaki birine
sorsanız (hiç düşünmeden neredeyse) “Dünyayı onlar yönetiyor” bile diyebilir.
Öyleyse ben bunların emellerine niçin hizmet edeyim, onları güçlü ve korkutucu gösterecek
mesajları niçin aktarayım ki? On kişi yerine bin kişi duyunca zulüm azalacak
olsa tabiî ki mesajları binlere ulaştırayım, ama o iş öyle olmuyor!
Günümüzde teknolojinin gelişimine paralel olarak (farkında
olarak veya olmayarak) yanlışa hizmet etme ihtimâlimiz de yükseliyor. Öyle
yöntemlerle bizi emellerine alet ediyorlar ki aklım duruyor. O yüzden basit bir
yayma ilkesi üretmenin en doğru şey olduğuna karar verdim. Benim ilkem şu: Aktardığım
mesajla bir insanın hayatı olumlu değişmeyecekse, aksine duyunca/görünce
kalbine ok saplanıp üzülecekse, onu aktarmıyorum.
Aktarırken dikkat ettiğim teknik özellikler de şunlar: Eğer
bir yardım/kan anonsu gibi iyilik yapmak üzere bir duyuruyu, tarih yazmamışlarsa
aktarmıyorum. Zira yıllar önce yayılmaya başlamış çok sayıda tekerlekli
sandalye, işitme cihazı bağış kampanyalarıyla karşılaştık. Öyle bir yardım da
yok, muhtaç olan kimse de. Belki yıllar önce bir sefer olmuş olabilir. Ama
tarih yazmadığı için, o mesajı yeni çıkmış bir mesaj zannedebiliyoruz. Gönderilen
mesajlarda kendi güvendikleri birinin aktardığını yazıyorlar, o zaman iş iyice
çıkmaza giriyor. Güvendiğimiz arkadaşımız da bu iyiliğe destek olmak istiyor
ama tarihi olmayınca yanlışı yaymış oluyor.
Dikkat ettiğim diğer bir teknik özellik de şu: Eğer mesaj
birini kötülüyorsa, asla onu yaymıyorum. Hatta altında kaynak bile olsa! Bu
kardeşiniz ne kaynaklarla karşılaştı, ne kaynaklarla! Kaynak olarak bir bilim
insanının adını yazmışlar, ona güvenerek yayılıyor. İlerleyen zamanlarda bir de
öğreniyorsunuz ki, o bilim insanının da haberi yok mesajdan. Hatta yalanlama
yazısı yayınlıyor. Tabiî kim duyacak, kim bilecek?
Mesaj yayma ilkemi daha da basitleştirirsek, tek cümleyle
diyebilirim ki, “Olumsuzları yaymıyorum, olumluları paylaşıyorum”. Hayrı
söyleyen, hayrı yapan olmak daha çok işime geliyor. Eğer olumsuzlukla mücadele
edeceksem, etkili ve yetkili ortamlarda çözümüyle beraber sorunu yazıyorum. Eğer
imkân varsa dilekçe ve mahkeme yoluyla gerekeni yapıyorum.
Olumsuzlukları yaymamın kimseye faydası yok. Hatta aynı
sahadaki başka insanlara zarar verdiğine bile şahit oldum. Diyelim ki, bir
engelli derneğinin yanlışını yaydım, o mesajı alan kişi o detayı bilemiyor ve
tüm engelli derneklerini hayatından siliyor. Böylece faydalı olmayacak bir hareketle
ayrıca suçsuz ve günahsız insanlara/kuruluşlara zarar verilmiş olunuyor.
Son cümle: “Kötüyü-yanlışı bir kenara koy, iyiyi-güzeli yayabildiğin kadar yay!” Ki bundan sonra yedi sinek öldürüp dünyayı korkutmaya kalkanlar, kendi gerçeklerinin içinde debelenip dursunlar…