Basit bir yayma ilkesi

Dünyanın en büyük ilk 20 ekonomisi içinde bile değiller. Nüfusları deseniz 4 buçuk milyon… Toprağı deseniz, bizim Konya’dan çok daha küçük… Bütün bunlara rağmen dünyada en çok bilinen ve korkulan ülke! Tek başına dünya gündemini belirliyor.

KÜÇÜKKEN “Bir Vuruşta Yedi Can” diye bir masal okumuştum. Masalda bir terzi, dükkânında, elindekiyle sinek topluluğuna vuruyor ve birkaç sinek öldürüyor. Bir de sayıyor, yedi sinek öldürmüş. Herkesin rahatlıkla görebileceği şekilde hemen kendisine bir kuşak yaptırıyor ve üzerine de yazıyor: “Bir vuruşta yedi can”...

Bunu okuyan devler, yiğitler, cesurlar, kahramanlar hep korkuyorlar. Zavallılar bilmiyor ki aslında yedi sinek öldürdü. Buna benzer bir sahne de Karaoğlan filminde vardır. Karaoğlan’dan herkesin korktuğunu anlayan gözü açık biri, üzerinde “Karaoğlan” yazılı olan flâmayı eline alıp eşek sırtında dolaşıyor. Beklentisi, herkesin onun Karaoğlan olduğunu düşünüp korkarak o ne isterse isteğini yerine getirmesi.

Masallarda ve masalsı filmlerde rastladığım bir durum sanırdım bunları. Meğer günlük hayatta daha çokmuş; hayat felsefesi ve hatta devlerin esas politikaları bu tür şeyler olabiliyormuş. Şöyle düşününce, “Vay canına!” demeden kendimi alamadım. Hani Köroğlu’na demişler ya “Sen gelme, ismin gelsin” diye, bu söze hizmet edercesine, hatta farkında olmadan “Bir vuruşta yedi can” sloganını, “Karaoğlan” flâmasını bizzat kendim taşıyormuşum. Hem de sosyal medya yoluyla... Bunlar nasıl oluyor?

Sosyal medyadaki çevremizde, mensubu olduğumuz gruplarda birtakım fikirlerimizi, duygularımızı, yaklaşımlarımızı sunuyoruz. Hiç ölçmedim ama önemli ölçüde başkalarının bize gönderdiği video, ses dosyası, fotoğraf, yazı ve linkleri aktarıyoruz. Gözlemliyorum da, sevdiğimiz veya mensubu olmaktan memnun olduğumuz gruplara daha çok kötü haberleri aktarıyoruz. “Filan ülke şöyle bir zulüm yaptı”, “Filan ülke meğer bilmem ne kumpaslarına girmiş”, “Filan siyasilerin veya siyâsî hareketlerin ipleri falanların elindeymiş”, “Falanca terör örgütünün arkasında filan devlet varmış”, “Müslümanların bilmem nesiyle ilgili bir oylama varmış ve buraya birkaç saniye ayırıp tık denmeliymiş” gibi duyum ve dedikoduları yaymak ne kadar gerekli ve doğru bir şey acaba?

İlk olarak insanın aklına, “Kötü bir şeyden herkesi haberdar edelim ve en azından kötü şeylerin taraftarı olmadığımızı göstermiş olalım” gibi bir yaklaşım gelebilir. Bir an bu düşüncenin doğru olduğunu düşünelim. Arakan’daki, Filistin’deki, Mora’daki, Afganistan’daki, hâsılı dünyanın her yerindeki kardeşlerimizin kendileriyle beraber olduğumuzu bilmeleri güzel bir şey. Gerçi bunu ne kadar bildiklerini bilmiyorum, zira biz 28 Şubat’ta ciddî sıkıntılar çekerken, 27 Mayıs, 12 Eylül Darbelerinde zulme uğradığımızda diğer ülkelerdeki kardeşlerimizin bizlerle ilgili neler yaptıklarını bilmiyoruz. Yine Kıbrıs Harekâtı’nda, Ermeni “soykırım” iddiaları hakkında, PKK terörü esnasında, en son FETÖ terörünün 15 Temmuz’daki girişiminde kardeşlerimizin bizimle ilgili ne yaptıklarını bilmiyorum. Asla şunu demek istemiyorum: “Onlar bizimle ilgilenmediler, biz de kimseyle ilgilenmeyelim.” Benim demek istediğim şu: “Kardeşlerimiz bizlerle ilgili bir şeyler yaptılarsa da, yapmadılarsa da haberimiz olmadı.” Kendi göbeğimizi kendimizin kestiğini biliyorum, o kadar!

Acaba ülkelerin, şirketlerin, STK’lar veya şahısların zulümlerini yaymanın ne gibi sakıncaları olabilir? Şunu kesin biliyorum ki, o zulümleri duyan insanların o zulme uğrayanlara hiçbir faydası olmaz. Aksine zalimleri daha güçlü, söz geçirilemez, kontrol edilemez gösterir. Onun karşısındakileri de bîçâre, eli kolu bağlı gösterebilir. Al sana özgüven kaybı!

“Haberimiz olsa en azından dua ederdik” diyenler çıkabilir. Dua ederken isim isim saymak zorunda değiliz ki... Dünyadaki tüm zulümlerin sona ermesi, tüm mazlumların zulümden kurtulmaları için dua edebiliriz.

Yıllardır zulümleriyle meşhur küçük bir devlet, tüm Müslümanların moralini ânında bozuyor. Hâlbuki küçücük bir devlet! Türkiye hapşırsa o ülkenin tamamı kaçacak delik arar. O kadar çok anlatılıyor ki, bütün dünya onlardan korkar hâle geldi. Dünyanın en büyük ilk 20 ekonomisi içinde bile değiller. Nüfusları deseniz 4 buçuk milyon… Toprağı deseniz, bizim Konya’dan çok daha küçük… Bütün bunlara rağmen dünyada en çok bilinen ve korkulan ülke! Tek başına dünya gündemini belirliyor. Yüzlerce ülke kalkmış, onlarla ilgili olağanüstü toplantılar yapıyor. Tam bir “Bir vuruşta yedi can” hikâyesi! Sokaktaki birine sorsanız (hiç düşünmeden neredeyse) “Dünyayı onlar yönetiyor” bile diyebilir. Öyleyse ben bunların emellerine niçin hizmet edeyim, onları güçlü ve korkutucu gösterecek mesajları niçin aktarayım ki? On kişi yerine bin kişi duyunca zulüm azalacak olsa tabiî ki mesajları binlere ulaştırayım, ama o iş öyle olmuyor!

Günümüzde teknolojinin gelişimine paralel olarak (farkında olarak veya olmayarak) yanlışa hizmet etme ihtimâlimiz de yükseliyor. Öyle yöntemlerle bizi emellerine alet ediyorlar ki aklım duruyor. O yüzden basit bir yayma ilkesi üretmenin en doğru şey olduğuna karar verdim. Benim ilkem şu: Aktardığım mesajla bir insanın hayatı olumlu değişmeyecekse, aksine duyunca/görünce kalbine ok saplanıp üzülecekse, onu aktarmıyorum.

Aktarırken dikkat ettiğim teknik özellikler de şunlar: Eğer bir yardım/kan anonsu gibi iyilik yapmak üzere bir duyuruyu, tarih yazmamışlarsa aktarmıyorum. Zira yıllar önce yayılmaya başlamış çok sayıda tekerlekli sandalye, işitme cihazı bağış kampanyalarıyla karşılaştık. Öyle bir yardım da yok, muhtaç olan kimse de. Belki yıllar önce bir sefer olmuş olabilir. Ama tarih yazmadığı için, o mesajı yeni çıkmış bir mesaj zannedebiliyoruz. Gönderilen mesajlarda kendi güvendikleri birinin aktardığını yazıyorlar, o zaman iş iyice çıkmaza giriyor. Güvendiğimiz arkadaşımız da bu iyiliğe destek olmak istiyor ama tarihi olmayınca yanlışı yaymış oluyor.

Dikkat ettiğim diğer bir teknik özellik de şu: Eğer mesaj birini kötülüyorsa, asla onu yaymıyorum. Hatta altında kaynak bile olsa! Bu kardeşiniz ne kaynaklarla karşılaştı, ne kaynaklarla! Kaynak olarak bir bilim insanının adını yazmışlar, ona güvenerek yayılıyor. İlerleyen zamanlarda bir de öğreniyorsunuz ki, o bilim insanının da haberi yok mesajdan. Hatta yalanlama yazısı yayınlıyor. Tabiî kim duyacak, kim bilecek?

Mesaj yayma ilkemi daha da basitleştirirsek, tek cümleyle diyebilirim ki, “Olumsuzları yaymıyorum, olumluları paylaşıyorum”. Hayrı söyleyen, hayrı yapan olmak daha çok işime geliyor. Eğer olumsuzlukla mücadele edeceksem, etkili ve yetkili ortamlarda çözümüyle beraber sorunu yazıyorum. Eğer imkân varsa dilekçe ve mahkeme yoluyla gerekeni yapıyorum.

Olumsuzlukları yaymamın kimseye faydası yok. Hatta aynı sahadaki başka insanlara zarar verdiğine bile şahit oldum. Diyelim ki, bir engelli derneğinin yanlışını yaydım, o mesajı alan kişi o detayı bilemiyor ve tüm engelli derneklerini hayatından siliyor. Böylece faydalı olmayacak bir hareketle ayrıca suçsuz ve günahsız insanlara/kuruluşlara zarar verilmiş olunuyor.

Son cümle: “Kötüyü-yanlışı bir kenara koy, iyiyi-güzeli yayabildiğin kadar yay!” Ki bundan sonra yedi sinek öldürüp dünyayı korkutmaya kalkanlar, kendi gerçeklerinin içinde debelenip dursunlar…