Başaralım mı?

Şaşaalı bir zaferden ziyâde mütevazı bir yenilgi daha kıymetli hislerle dokunur hayatımıza. “Sevmeyi sevmeyenlerden öğreniriz”, içinde olduğumuz yığınla insandan değil. Kırgınlığı, dökülen lâle yapraklarından… Gözyaşını da dünyaya yeni gelen bir bebekten meselâ... En nihâyetinde, ölümü de içimizdekilerden…

BİRÇOK hedefimiz var. Hedeflerimizden daha fazla isteklerimiz; hayâllerimiz, ümitlerimiz ve duâlarımız… Her biri ayrı başarılar ve kazanımlar üstüne kurulu. Görülüyor ki, yakın gelecekte muhtemel bir yenilgiye yer yok. Yalnızca kazanmak dileğimiz. Başka bir deyişle, “başarmak”…

İnsan sayısınca yapabiliriz başarının tanımını. Bir canın bildiğiyle diğerinin hissettikleri bambaşka. Kimine göre uğruna ter döktüklerimizin gerçekleşmesi, en kıymetli şekli başarmanın. Geleceğimiz olan öğrencilerimize göre ise yüksek not...

Başarının başka türlü de tanımları yapılabilir. Meselâ uzun vadede bizden sonrakilere, onların hayatlarını kolaylaştırmak adına bırakabildiklerimizdir. Temiz bir isim ve unutması zor hayat hikâyeleri gibi... Bazılarına göre ise başarı, günlük güzel anlardan ibaret. Güneşin doğduğu her sabah için koyulan hedeflerin, zaman geçtikçe ömrümüze kattığı muazzam hatıraların tümünün adı… Bugün minik bir serçenin kanatlarını ilk kez çırptığı âna şâhitlik edip bunu unutmuyorsak, bu mucizeden hikmetler devşiriyor ve sadece “bu an” adına mutluysak, işte başarının gerçek tanımı bu oluveriyor!

Bir de hayatın tanımını yapmak gerekiyor bu noktada. Çünkü hayattan anladığımızla büyük benzerlikler gösteriyor başarıdan devşirdiklerimiz. Yaşam, bazen hissettiklerimizin tümü oluyor. Ağladıklarımızda, güldüklerimizde, yasımızda saklanıyor. İçimize alıp büyüttüklerimizin ismini “hayat” koyuyoruz. Sarıp sarmalıyor, incitmiyoruz. Aslında biliyoruz ki hayat, doğarak haberdar olduğumuz, büyürken şâhit tutulduğumuz ve ölürken de idrakine varacağımız koca bir devinim. Dönüyor, bir devri tamamlıyor ve en nihâyetinde yaşamın bu tarifini “en haklısı” belliyoruz.

Ortalama yetmiş yıllık bu uzun döngüde vaktimizi en çok da “bekleyerek” tüketiyoruz. Başarıyı beklediğimiz kadar başka şeyleri de bekliyoruz esasen. Bir dost muhabbetini, bir kardeş elini, anne şefkatini, baba güvenini ya da bir sevgiliyi... Listemizi böylece uzattıkça uzatabiliriz, ancak beklemekten belki de gurur duyduklarımızın en kıymetlileri, bu saydıklarımız oluyor.

Bir de hayatın bizâtihi kendisinden beklediklerimiz var. Bazen gayretin kadere yansımasını bekliyoruz. Yapmak istediklerimizin, didindiklerimizin en duru yankısını bulmayı… Ancak bunlardan ziyâde, okuyabilmeyi umuyoruz. Kâinatı sıhhatle okuyabilmeyi… Yarının olamayabileceğini unutmamayı bekliyoruz. Günün müthiş bir keyifle sona ermesini… Maddî bir keyif değil esasen, hissî bir doyum… Kimsenin sızısının sebebi olmamanın verdiği eşsiz bir tatmin…

Ömür, kocaman bir bekleme salonu. Sıranın kolay kolay gelmediği, ortalığın karıştığı, sinirlerin gerildiği, gözyaşlarının aktığı kocaman bir salon... Ancak ortak nokta şu ki, herkes beklemede ve birçok şey beklenmekte her birimizden. Her şeyin en iyisi beklenmekte meselâ. Sırasıyla; uslu bir bebeklik, kaliteli bir öğrencilik, rütbeli bir kariyer, dolgun banka hesapları, görünmez bir emeklilik ve sessiz sedâsız bir ölüm… Kimseye yük olmadan, usulca inmek dünyanın sırtından… Böylesi bir ölüm bile başarı diğerleri için. Ah, ne de sonsuz beklentiler!

Hakikatte başarı, insanın kendini kanıtlayabilmesi için en göze çarpan yol olarak addediliyor çoğuna göre. Ancak gerçek mânâda bir kanıttan söz edilemez. Meselâ bir öğrencinin notları belirlemez kalitesini. Kırık not, değerinden gram düşüremez. Görünmez olamaz bir evlât annesinin gözünde. Bir tek o kabul etse bile, silinemeyeceğinin en âlâ kanıtı oluverir bu. Kazanmak için gösterilen her türlü çaba, sonunda mutlak galibiyeti getirmez. Çünkü gelecek, garantilenemeyen yegâne yaratılmıştır. Tüm işler en sonunda yalnızca nasibin elindedir. Başarı, sadece insanın hangi konuda ehil olduğunu kanıtlar. Ödüller, sahiplerini yalnızca o alanda ve kısa bir süreliğine var eder. Diğerlerinin hâfıza hacmine bağlıdır böylesi varoluşlar. Ve insan asla başkalarının zihninde yaşayamayandır…

Başarıdan anladığımız, eğer akademik rütbe ya da kariyer odaklı bir durumsa, bu ancak emekli olana dek devam eder. Teknik tanıma göre o günden sonra yok olmamız gerekir; ancak insan, tecrübeleriyle daha da sağlamlaşarak devam eder hikâyesini yazmaya. Tekdüze de olsa hayat, öyle ya da böyle kendi hâlinde sürer gider. Çünkü bizi var eden şey, mesleğimiz ya da akademik kariyerimiz değildir. Buna mukabil, eğer hayatta başarıyı uzun soluklu şeyler için ele alır ve bunların tümünün adına “başarı” dersek, o vakit, akademik hayatımız ya da kariyerimiz sona erdikten sonra da mânâ bizimle olur bizim mânâmız.

Ne kadar uğraşsak da, başarılarımızla tam mânâsıyla bir tatmin seviyesine ulaşamayız. Çünkü hislerin rekabeti, yarışı ve başarısı olmaz; her biri ayrı ayrı ve biriciktir. Tatminimiz, hayattan ne beklediğinizle doğru orantıda gelişme gösterir. Eğer maddî başarılar bekliyorsak, örneğin hissetmek ya da bir düşenin tebessümünün sebebi olmak bizim için bir başarı değilse, bu tatmin çok kısa süreli olacaktır. Bunun aksine, şayet mânevî şeyleri başarı addediyorsak, hayatımızın son ânına dek başarılı ve mutmain oluruz.

Hayat, başarılarımız üzerine kurulu değildir. Kazançlarımız ile var olmayız. Çünkü “yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır”. Bir kere düşeriz ama biliriz ki, ikinci düşüşümüz daha kaliteli olacaktır. Düşmelerimiz güzelleştikçe yola bakışımız da güzelleşir. Bu güzellik, bizi var eden şeydir.

Kalp kırılır, oldukça kırılgandır ve insan kalbi kırıldıkça olgunlaşır, kırıldıkça büyür ve derinleşir. Sevinçlerle çocuklaşır içimiz. Başarıyla duyulan sevinç kalıcı olmaz, ertesi gün unutulabilir. Ancak kalp, kırgınlığın izine ebeden yurttur. Bu, onun olgunluğundandır. Kederlendikçe daha da kırılmaz olur. Çünkü artık tedbir geliştirmeye başlar kendisi için. Bu yöntemle kendini var eder. Daha ileriyi, çok daha ileriyi görür çatlaklarından sızan ışıkla. Yenilgilerle büyür. Kederin adı, “zafer”dir onda…

Şaşaalı bir zaferden ziyâde mütevazı bir yenilgi daha kıymetli hislerle dokunur hayatımıza. “Sevmeyi sevmeyenlerden öğreniriz”, içinde olduğumuz yığınla insandan değil. Kırgınlığı, dökülen lâle yapraklarından… Gözyaşını da dünyaya yeni gelen bir bebekten meselâ... En nihâyetinde, ölümü de içimizdekilerden…

Velhasıl, bize kalanlar hep kaybettiklerimizden…