MEVLÂ’m, ne de güzel
yaratmışsın; şu kâinatı tül tül nasıl da açmışsın!
Yıldızlarda,
galaksilerde, aklın yetemeyeceği uzaklıklarda kim bilir neler sakladın. Ne
kadar da büyük bir kâinat! Bazen bilimsel verilere bakıyorum, ışık yıllarıyla
bile zor açıklanan mesafelere, ne aklım, ne hayranlığım yetişebiliyor. Sonra
mikro âlemlere yöneliyorum, atomlara, hücrelere doğru. Allah’ım, hayranlığım
yine kat kat çıldırıyor!
O
milimetrenin bilmem kaçta birine nasıl sığıyor o koca koca yapılar, sistemler?
Hayranlık tamam, ama nereye kadar, nasıl? Kabım küçük, aklım yetişmiyor, kalıyorum
orta yerde. Sonra her zamanki gibi düşüyorum yaşamın hızla akan nehrine. Her
şeyi, ama her şeyi taşıyor sırtında bu nehir. Acıları, günahları, mutlulukları,
hayranlıkları… Ama nereye akıyor bu nehir, bana söyleyin dostlar! Hep beraber
nereye koşuyoruz böyle? Ne götürüyoruz eteklerimizde? Ne aldık bu yaşamdan ve
ne verdik, ne bıraktık arkamızda? Biz kimdik, sonra kime özendik?
Ankara’dayım.
Yenimahalle teleferiğinden kuş bakışı Ankara’yı tarıyor gözüm ve gönlüm. Hem
hüzünleniyorum, hem canım sıkılıyor.
Soluk
yüzlü apartmanlar işgal etmiş dört bir yanı. “Biz bu kadar zevksiz ve sanatsız mıydık?”
diyorum kendi kendime. Geçmişimizi bilen, iyi bilir. Bizim çadırlarımız vardı. O
çadırların içinde ve dışında da yüreği bir kaya gibi mert, su gibi aziz, nakış nakış
sanat kokan, elleri ve kalpleri ile neye dokunsa ince bir zevk ve estetik oluşturan
insanlarım vardı.
Hem
biz neyi göremiyoruz Allah aşkına, neyi kaçırıyoruz? Şu ağaçlara, nasıl bir
matematikle var olduklarına, renk uyumuna, dengeye bir bakın! Gökyüzüne uzun uzun
dalın! Toprağın fedakârlığını, üretkenliğini bir düşünelim. Sonra hep beraber
bir ve beraber olup Hakk’ın yarattığından bizim işlediklerimize dönelim. Keskin
hatlı bu yapılar, soluk yüzlü cepheler, bozuk ve gereksiz kaldırımlar, içi
dengesiz yapılar, trafik çilesi, bozuk dil yapıları, gergin ilişkiler, duygusuz
topluluklar, verimsiz işler, helâl olmayan tonla uğraş…
***
Öz
kültürümüz cesaretle zarafet arasıydı. Kalbimiz maneviyatla şahlanır, yeryüzüne
adalet dağıtırdı. Kadını erkeği birdi bizde. Kadınımız erkeği ile denkti cenk meydanında,
güçte birdi bizde. Ata binmede, kılıç kullanmada birdi. Evlâdı kültür, cesaret,
ilim, zarafet ve maneviyat üzere yetiştirmek en kutsalıydı. Şimdi tabletlere,
içine hangi zehirlerin saklı olduğu belli olmayan çizgi filmlere mi kaldı benim
yavrularımın eğitimi, gelişimi? İçim parçalanıyor dostlarım. Göz göre göre
ellerimden kayıp gidiyorlar. Tutamıyorum. Ne ile tutayım? Donanımım yok. Bana
anlatmadılar, aşılamadılar, küçüklükten özümü, öz benliğimi yerleştirmediler.
Ha bire sınav, ha bire müfredat değişiklikleri! Matematik, coğrafya, kimya…
İyi
de, önce bana beni kazandırsaydınız, içimi inşâ etseydiniz, ben öğrenirdim geri
kalanını. Bana bilgi diye verdikleriniz, bizim öz kültürümüzden, benliğimizden
daha mı değerli? Hangi sağlam ve kararlı içsel yapı ile işleyip hem kendi
gelişimime, hem ülkemin gelişimine hizmet edeceğim? Sahi, benim içimde ne var,
ne yok, merak eden bir aile ya da başka eğitim kurumu oldu mu? Şimdi içimde
olmayan şeyler ile dışarıya nasıl bir fayda sağlayacağım?
Gerçekten
yetiştirilebilseydim, tarihim kaybolur muydu bilincimde, yaşantımda,
yaptıklarımda, sözlerimde; öz kültürüme, tarihime bu kadar yabancı olur muydum?
Bir yerde, tarihin bir noktasında koparılmışız özümüzden. Toparlanmak,
tutunacak bir şeyler bulmak o kadar zor ki şu zamanlarda. Rabbime sonsuz hamd
ve şükrolsun ki, mübarek bir vatanımız ve bayrağımız var. Dinim İslâm, çok
şükür! Yoksa -Allah korusun- dayanılır mıydı insanın insana ettiği bunca zulme?
Türkler,
Türk milleti (içinde tüm renkleri ile) bence bu dünyaya, yaşama yakışan en
güzel şey! Cesareti, zarafeti, vefası, sadakati, fedakârlığı, sanatı, aklı,
inancı ile hoş bir sedâ, hoş bir örnek. Hatta şunu içim çok rahat hâlde söyleyebilirim
ki, şu dünyada gerçek bir sanata, resme, mimariye, müziğe hayran olmayacak
kimse yoktur, işte Türk milleti, bu dünyanın sanat olmuş hâliydi!
Özünü
okuyan her bilinçli insanın göreceği tek bir şey vardır: İnanılmaz zarif bir
kültür, güzel insanlar… Ne oldu peki, neden koptu bu güzellikler, film nerede
bitti?
***
Film,
biz uyurken bitti. El, gece gündüz kıskançlığında pişirdi kendini. Çareler
aradı. Yüzyıllarca göğüs göğse çarpışmayla bu işin olamayacağını anladı. Şehitliği
içine tam olarak sindiren, arzulayan bir millete kılıçla, topla, tüfekle karşı
gelinip de bir yere varılamayacağını iyi anladı. Başka hiçbir yerde
göremeyecekleri bu milletteki kutsal şuuru (din, kültür, sanat, savaşmadaki tek
yumruk olma, bir olma, Hakk yolunda olma, adalet üzre olma, bir canı kendi
canından öte bilme), keşke kendilerine düşman bellemek için değil de dost
edinmek için kullanabilselerdi! Dünya o zaman ne güzel olurdu!
Bu
dünya cennet değil. Ne cennet, ne cehennem… Dünya, ikisi arasındaki ince köprü…
Hâl ve hareketlerimizle, inandıklarımızla, imtihanlarımızla bu köprüde dikkatli
yürümek zorundayız. Her an uyanık olmak zorundayız. Her an cehenneme
düşebiliriz. Bir ve beraber hâlde Hakk yolunda olmazsak yıkılır, dağılır ve
imtihanları kaybederiz. “Türk milleti” demek, “cennete yürümek” demek…
***
İnsan
nasıl bir içecek üretmeli ki Rabbimin su nimetinin yerini tutabilsin? Tertemiz bir
orman havasının, bol oksijenin yerine nasıl bir alternatif üretebilirsiniz? Türk
milleti, öz kültürü ve benliği ile bu dünyanın havası, suyu… Türk milletini
aradan çektiğinizde, kurt ile kuzuyu baş başa bırakmış olursunuz, havasız susuz
bırakmış olursunuz.
İşte
bütün bunları bence gayet iyi çözümledi bu milleti ve bu dini kendilerine cephe
alanlar, nefslerini kendilerine efendi yapan topluluklar! Ve çok çalıştılar. En
zayıf yerlerimizi bir bir tespit edip hep biz uykudayken vurdular. Uyanık bir
Tük toplumunun bileğini bükemeyeceklerini bilenler, o bileği geceleri ve ağır
ağır, hissettirmeden büktüler. Kültürümüzü ince ince budadılar, bizi içimizden
hainlerle kuşattılar; önce yüzümüze güldüler, insanlığımızı kullanıp dost
oldular, arkamızdan kuyumuzu kazdılar. Onlar uyumadılar.
Hangi
arada o güzelim çadırlardan kovulduk? Hangi arada düştük o yağız atlardan?
Nerede dörtnala koşturan akıncı atalarım? Kılıç sesleri, neden duyamıyorum
sizi? Kilim dokuya dokuya yüreği kilim olan annelerim, teyzelerim, bacılarım,
şimdi ellerinizde cep telefonu, televizyon kumandası mı var? Kuşanıp da at
sırtında erkeğine destek olan kadınlarımız sokağa çıkmaya korkar mı oldu? Yoksa
daha da mı korkunç şeyler oldu? Bu millet kendi içinde kendine cephe mi durur
oldu? Bu olmuş olabilir mi? Bizi öz benliğimizden, yeryüzüne şiir olmuş
sanatımızdan, ahlâkımızdan, cesaretimizden, destanlarımızdan koparıp da, esas
düşmanları unutturup da bizi bize mi kırdırdılar yoksa? “Olmaz böyle şey!”
deyin dostlar!
Bir
15 Temmuz destanımız var bizim. Bizi öyle bir sarstı ki… Tâ derinlere indi
yarıklar. Bir millet, büyük ve derin bir ihanetle öyle bir sallandı ki kökleri
havalandı, kökleri uyandı. Düşman son darbeyi vurmak için hazırdı. Ama her
zaman unuttuğu bir şey vardı: Ne yaparsanız yapın, ne kadar donanımlı olursanız
olun, ne kadar çevrenize insan yığarsanız yığın, ne kadar beklerseniz bekleyin,
Türk milleti, bayrağıyla, kültürüyle, şehit ve gazileriyle, damarında akan asil
kanıyla, bütün renkleri ve kökleriyle öyle bir yere bağlanır ki, öyle bir yere
yükselir ki, işte oraya hiçbir akıl, hiçbir güç yetişemez. İşte siz bunu asla
bilemeyecek, anlayamayacak ve galip gelemeyeceksiniz!
Biz
Hakk’a bağlıyız ezelden, köklerimizi besleyen Hakk’ın nazarıdır. Hakk’ın
tuttuğunu siz nasıl alacaksınız? Tarihimiz size anlatmadı mı bunu kaç kez? Özümüzden
uzaklaştırdık diye, içimizi kurtlarla kemirdiniz diye, Hakk’tan da koparacağınızı,
vatan sevdâmızı, kökümüzü silip atacağınızı mı sandınız?
Hak
ve hakikatten tamamıyla kopmuş çürükler değiliz biz. Biz sadece Ahmet, sadece
Ayşe değiliz. Bizim bir kökümüz var. Bu köke bağlı fertlerimiz, kaderimiz var. İhanet
eden, kendine ihanet etmiştir ve o, hakikî bir Türk değildir!
***
Bize
düşenler var şimdi bütün bu yaşananlardan sonra. Özellikle yetkili kişilere,
idarecilere ve en önemlisi de medyaya: Temizlenmeliyiz, yıkanmalıyız.
Yakaladığımız diriliş ruhuyla göklere açılmalıyız. Köklere bağlanmalıyız. “Bilgisayarları,
cep telefonlarını, tabletleri atalım” demiyorum, içlerini köklerimizle
dolduralım. Okullara sadece çocuklarımızı değil, bütün büyükler olarak
kendimizi de dolduralım. Özümüzü, kökümüzü, hakkı yeniden okuyalım. Geceleri
biz de çalışalım.
Öğretmelere
büyük iş düşecek. Önce neyi öğrenmek, nasıl öğrenmek gerek, bunu aşılamalı. Sonra
sevgi ile bağ kurabildiğin, içini hazır eyleyebildiğin istekli, arzulu talep
merkezleri yapabildiğin zihinlere, dengeli, geliştirici, uygulayıcı bilgileri
verebilirsin.
Biz
bizi besleyecek, ayakta, bir ve beraber tutacak, eski gücümüze kavuşturacak her
şeye içimizde sahibiz. Hepsinden önemlisi, Rabbimin yardımı var. Köklerimize
dönmemiz yeter! Gelin, bugün ağaçlara, çocuklara, köklerimize sarılalım doya
doya. O kadar güzel kokuyor ki yaratılan, Yaratan’dan ötürü. O kadar güzel ki
öz benliğim! Çadırları ve atları getiremeyebiliriz, ama güzel ahlâk, en güzel
çadır ve en güzel yürüyüştür.
Türk
milleti, bayrağı, dini, toprağı, devleti, ahlâkıyla bir bütündür. Bu zincirden
hiçbir halkanın çıkması kabul edilemez. Bizi bizden daha iyi bilen düşman, bu
değerlerimizi köreltmek, karartmak için gece gündüz saldırırken, benim zamanımı
öylece boşa geçirmem yazık olur, vicdansızlık olur, zulüm olur!
***
Bize
yazılan bir şeyler var: Tarihimiz, köklerimiz, düşmanlar ve ihanetler… Yaşam,
başlı başına bir hayranlık ve destansı bir yazım her ânımıza. Büyük bir kitabın
içinde yol alıyoruz. İşte bu noktada, yazılanları iyi okumak, okuyuşumuzu
geliştirmek çok önemli bir sorumluluk! Yaşamın etrafımızda her gün bize
ilettiği mesajları, geçmişimizi, dinimizi, her seferinde daha iyi okuyabilmek
için kendimizi geliştirmemiz, donanımlarımızı arttırmamız gerek.
Çok
okumalı, alabileceğimiz gerekli tüm eğitimleri imkân dâhilinde almalıyız. Bir
ve beraberliğe önem verip kenetlenmeliyiz. Çürükleri, hainleri tespit edip
tedbirleri almalı, dikkatli olmalıyız. Bütün varımız ve yoğumuzla Hükûmetimize,
Devletimize sahip çıkmalı, korumalıyız.
Yazmalıyız.
En güzelini, doğru olanı, elimizden, gönlümüzden gelebileni yazmalıyız. Yazmayı
çok sevmeliyiz. Belki yazma işini sadece yazarlara uygun görenler vardır; tamam,
“Herkes bir kitap çıkarsın” demiyorum, ama Allah rızası için herkes bir şeyler
yazsın defterlere, bilgisayarlarına. Yazmak, içinizle konuşmaktır. Ben yazarken,
her zaman “Ne yazayım?” diye düşünmüyorum. İçimle konuşmak, içim nereyle
bağlantı kuruyorsa, orasıyla konuşmak ve önce kendim okumak istiyorum. İçinizle
çok konuşun, ne olur! Kalbinize sık sık inin. O size yanlış yapmaz.
Allah’a
sadece dua ve ibadet zamanları kendinizi açmayın. Rabbim her zaman bizi
dinlemeye, bize yardım etmeye hazır.
Yazın,
ne olur! Özünüzü kalbinize, oradan bakışlarınızdaki sevgiyle, bilgiyle, kültürle
yazın! Yürüyüşünüzle, oturuşunuzla yazın! Sizi izleyen çocuklarınız ya da
çevreniz, sizin geride bıraktığınız izlerden güzel şeyler okusun. Türk milletinin
özünü okusun. Peygamber Efendimizin (sav) sünnetini okusun, Kur’ân’ı okusun.
***
Doğadan
kopup cihazlara ve apartmanlara hapsolunca nasıl hasta olduysak, nasıl
kaybolduysak, özümüzden uzaklaştığımızda da öylesi yaralı, öylesi kötü oluruz.
Pusuya yatmış sırtlanları bilirken, özünü hatırlamışken hazırlanmayan, kendine,
ailesine, milletine, vatanına ve dinine sahip çıkmayan kayıptır, yitiktir,
aldanışlardadır.
Vakit
ayırdığınız için minnettarım! Yanlışı, kusurları ile acizane düşüncelerimi
aktardım.
Sevgi
ile Hakk ile kalın efendim…