Balkan Harbi faciası

Osmanlı Devleti, Balkan Savaşı’nda tarihinin en ağır hezîmetine uğradı. Devletin batısı, Adriyatik Denizi kıyılarından Meriç nehrine kadar geriledi. Böylece altı yüzyıldır Türk vatanı hâline gelmiş bulunan Rumeli kaybedildi. Bu sonuç Balkanlarda yaşayan binlerce Türk’ün de anavatan topraklarına göç etmek üzere yollara dökülmesine neden oldu. Bu göç sırasında binbir facia yaşandı ve birçok sivil Türk hayatını kaybetti.

BU yazımızda tarihimizin çok hüzünlü sayfalarından biri olan Balkan Savaşı’nı sizlerle paylaşacağız…

Balkan Savaşı’nın başlaması

Balkan Savaşı, dört Balkan devletinin kurduğu ittifak ile Osmanlı Devleti arasında oldu. 8 Ekim 1912’de Karadağ’ın, 17 Ekim’de Bulgaristan ve Sırbistan’ın ve bir gün sonra da Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etmeleriyle başladı.

Osmanlı-Yunan Savaşı’nda Yunanların yenildiğini bilen Avrupalı devletler, Balkanlı devletlerin Osmanlı’ya karşı harp ilân etmeleri üzerine “harp nasıl biterse bitsin, netîcede statükonun mahfuz kalacağını” ilân ettiler. Ancak Osmanlı Devleti savaşta mağlûp olup toprak kaybedince, bu sözlerinden vazgeçtiler.

Savaşın başlaması ile birlikte ilk kaybımız Arnavutluk toprakları oldu. Osmanlı Devleti’nin Balkan devletleri ile mücadelesinden faydalanan Arnavutluk, 28 Kasım 1912’de istiklâlini ilân ederek Osmanlı’dan ayrıldı.

Samiha Ayverdi’ye göre dönemin İttihatçı yöneticileri gaflet içindeydiler: “Masum halkı canından bezdiren İttihat ve Terakki, bir körlük içinde Balkanlı toplulukların da el ele vermekte olduklarından habersiz bulunuyordu. O kadar ki, dış siyâset karşısında kabînenin en hassas azâsı olması gereken Hâriciye Nâzırı Asım Bey bile, büyük bir rahatlıkla ‘Balkanlardan vicdanım kadar eminim’ demek sûretiyle bu gafletini etrafına da sirâyet ettiriyordu.” (Ayverdi, 2014:58)

Bu gaflet o kadar ileri seviyedeydi ki Sırbistan’ın Almanya’dan satın aldığı ağır silahların Selânik Limanı üzerinden geçirilmesine şaşırtıcı bir biçimde izin verilmiş ve dolayısıyla Balkan devletlerinin silahlanması konusunda âdeta kayıtsız kalınmıştı. Gafletin bir başka boyutu da bölgedeki askerimizin terhis edilmesi şeklinde ortaya çıkmıştı. Balkan devletlerinin Türkiye’ye saldıracakları gün gibi açık olmasına rağmen, bu saldırıdan on gün önce Rumeli’de bulunan askerî birliklerden ve eski erattan yetişmiş 80 bin kadarı ordudan terhis edilip evlerine gönderilmişti (Apak, 1988:91).

8 Ekim 1912 ilâ 30 Mayıs 1913 tarihlerinde cereyan eden ve Osmanlı Devleti aleyhinde bir facia ile sonuçlanan Balkan Savaşı, şüphesiz bir sebep değil, sonuçtu. 1909 yılında İngilizlerin tahrikleriyle gerçekleşen 31 Mart Darbesi ile Sultan İkinci Abdülhamid’i tahttan indiren İttihatçılar, onun yıllardır izlediği “Balkan devletlerini birbiriyle uğraştırma” siyâsetini ortadan kaldırdılar. Böylece Balkan devletleri arasında kurulacak ittifakın temellerini atmış oldular.

Savaşın bir büyük faciaya dönüşmesi

Balkan Savaşı büyük toprak kayıplarına sebep olduğu kadar Osmanlı Ordusu ve ülkenin insan kaynakları açısından tam bir facia oldu! Çünkü Osmanlı Ordusu, birçok bakımdan bu savaşa hazırlıksız vaziyetteydi.

Savaşa katılan subaylardan biri olan Albay Rahmi Apak, hatıralarında yalın ve acı tespitlerde bulunur:

“Türk ordusunda harp mefhumunu bilen kumandan yok gibi idi. 1878 yılındaki Osmanlı-Rus Savaşı’ndan  beri Osmanlı Ordusu savaşı unutmuştu. Biz Harp Akademisindeyken siyâsî tarih dersimizi Diran Kelekyan okuturdu. Kelekyan, Sabah gazetesinde başmakaleler yazardı. Balkan Harbi patlamak üzere iken bize şunları söylemişti: ‘Siz harp edemezsiniz. Bakınız, etrafınızdaki 15 subaydan hanginizin elbisesi birbirine benzer? Her birinizin elbisesinin kumaşları ayrı, biçimleri başka. Kiminizin saçı uzun, kiminizin kısa. Daha yeknesaklık bile sağlayamamışsınız. Sizin askeriniz atış yapmasını bile bilmez.” (Apak, 1988:49-92)

Osmanlı Ordusunda Balkan Savaşı’na katılan General Cemil Conk da  “askerin savaşmayı dahi bilmediğini” yaşayarak görenlerdendir. General Cemil Conk, hatıralarında, Balkan Savaşı’nda askerin deneyimsiz ve eğitimsiz olduğunu, hattâ savaşmasını dahi bilmediğini, oysa Bulgar ordusunun muntazam ve eğitimli olduğunu, bol silah ve cephaneye sahip bulunduğunu anlatmaktadır (Koçak, 2012:102). Nitekim savaş sırasında Osmanlı topçu bataryalarının yeteneksizliği açıkça gözler önüne serilir. Osmanlı Ordusunun topçu menzili düşman hedeflerine dahi erişemezken, Bulgar topçusu attığını vurmaktadır (Koçak, 2012:103).

Balkan Savaşı için İstanbul’a gelen Alman subayı Hochwaechter, “Diğer Alman subayları ile birlikte, tren biletlerinin parasını kendi ceplerinden ödeyerek bir tren bulmayı başardıklarını söylemektedir (Koçak, 2012:187). Hochwaechter’in anlattığına göre, cephe hattında haberleşme hemen hemen hiç yoktur. Komutanların da savaşın aldığı gerçek durum hakkında ayrıntılı bilgileri yoktur. Hochwaechter, uzun zaman yollarda görev alacağı topçu birliğini arar, ancak birliğin nerede olduğu belli değildir. Sonunda, Kırk Kilise’de (Kırklareli) Mahmud Muhtar Paşa’nın kurmay heyetine dâhil olur (Koçak, 2012:188).

İşte bu şartlarda cephelerde bulunan Osmanlı Ordusu, çok feci yenilgiler alır. Bu yenilgiler askerlerin perişan bir şekilde geriye çekilme ve yaşam mücadelesi verme sonucunu doğurur. Ancak bu çok acıklı ve zorlu bir süreçtir. Balkan Savaşı, Türk askeri bakımından çok acıklı ve hüzünlü sahnelerle doludur. Bu sahneler yerli yabancı müellifler tarafından sonraki yıllarda kaleme alınmıştır. Bunlardan bazılarını bu vesile ile paylaşalım…

Tarık Zafer Tunaya, Balkan Savaşı’ndan bir  dramatik bir fotoğrafı şöyle nakleder:

“Askerlerin ekmeği, kumandanın telgrafı yok... Abdullah Paşa’nın zâbitleri mısır köklerini tırnakları ile kazıyarak, biraz unla kaynatıp kumandanlarına veriyorlardı. 175 bin kişilik bir kuvvet kumandanının yiyecek ekmeği yoktu... Bu bir hastalar ve yaralılar kafilesi değildi, bunlar gerçek insan paçavralarıydı. Yeşilimsi ve yanık yüzlerinde ıstırap gerginliği, acının verdiği perişanlık içinde sürüklenmekteydiler... Kimini arkadaşları taşıyordu, kimi de yük arabaları üzerine asılmışlar, cesetlerle karmakarışık yürüyorlardı. Arabalardan feci bir inilti ve hırıltı konseri yükseliyordu. Bu can çekişenler kortejinin arkasında, çamur deryâsı boyunca, bağırsaklarını toprağa boşaltan iki büklüm gölgeler seçiliyordu...

Havanın fenâlığı, gıda yokluğu, üniforma uymazlığı, kunduraların biçimsizliği, bitik düşmüş, kötü kumanda edilmiş bu bîçârelere Hıristiyan ahali pencerelerden tüfekle ateş ediyordu... Bir ordu ki, harp etmeden, önemli kayıplara uğramadan, hattâ bir kısmı galip gelmişken dağılıyor, perişan oluyor... Askerler tekerleklere yapışmış et parçaları için birbiriyle kavga ediyor... Çerkezköy’den İstanbul’a yirmi saatte gidilen buralarda yaralıları yıkamak için su bile yok. Neferler obüslerin açtığı yaraları kendileri pis paçavralar ya da çamaşır parçalarıyla sarmakta. Acaba tarih buna benzer bir durumu kaydetmiş midir?” (Tunaya, 1989:459)

Savaşa katılan subaylardan biri olan Albay Rahmi Apak, o acıklı hâlleri şöyle anlatır:

“Şimdi kasabaları, şehirleri, vilâyet ve kıtaları bırakıp çekiliyoruz. Her tarafta perişanlıklar, devrilmiş arabalar, terk edilmiş toplar, dizlere kadar çamurlar içine yürüyen Mehmetçikler…” (Apak, 1988:71)

Balkan Savaşı’ndaki en önemli Osmanlı cephelerinden biri olan Yanya’da Yanya Kalesi müdafaasına katılan Binbaşı İsmail Hakkı Okday da o günlerde yaşanan trajediye şâhitlik yapan subaylardan biridir:

“Sırp hududundan itibaren yürüye yürüye, gitgide takatten düşerek ilerleyen, bir iskelet gibi tanınmaz hâle gelen, hiçbir kapıdan bir dilim ekmek bile alamadan kendiliğinden biten yabani otlarla beslenerek Yanya'ya ulaşan Anadolu’nun asil evlâtları, ruhlarındaki asâlet ve mertliğin pek tabiî olan hisleriyle kahramanca ölmekten çekinmiyorlardı. Böylece Sırp hududundan Yanya’ya gelmiş olan askerlerin üniformaları yırtık ve kirliydi. Çoğunun paltoları, kunduraları bile yoktu.

Yanya Garnizonunu takviye edecek olan askerler, işte bu zavallı, aç ve sefil, kuvvetten düşmüş, acınacak bir hâlde bulunan Anadolu çocuklarıydı!” (Okday, 1994:40)

“1913 yılı Ocak ayı sonuna kadar Garb Ordumuzdan gönderilen 8 bin 500 Anadolu askeri, Yanya’ya yardım etmek üzere imdadımıza yetişmiş ise de bu askerlerin iki bini kuvvetsizlikten ve açlıktan tamamen bitik bir hâlde idi.” (Okday, 1994:106)

“Askerlerimiz şişmiş ayaklarıyla siperlerde düşman hücûmlarını karşılıyor, gece gündüz değişilmeksizin soğuk su ile dolu siperler içinde yarı aç, yarı tok, Yanya’yı müdafaa ediyorlardı.” (Okday, 1994:109)

Balkan Savaşı’nda askerler ve cephenin durumu kötü olduğu kadar, hastane ve erzak gibi geri hizmetlerinin de son derece zayıf ve yetersiz olduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzden cephelerde ölenler kadar hastanelerde bakımsızlıktan ölen çok sayıda asker olduğu anlaşılmaktadır.

“Garb Ordusunun mevcûdu on yedi bin erden ibâretti. Subayların yüzde onu şehit olmuş yahut sefaletten ölmüştü. Ordunun iki bini ağır hasta, tamamen aç, bitli, bakımsız ve kısmen silahsızdı. Bu harap olmuş subaylar merhamet edilecek bir hâlde bulunuyorlardı. Hepsi de açlıktan son derece zayıflamış, üniformaları lime lime olmuştu. Bu bedbaht askerlerin her gün iki yüz kadarı ölüyordu. Bunların çoğu tıbbî yardım da alamıyordu. Zira ilâç da bulunamıyordu. Caddelerin sağında solunda açlıkla terk-i hayat etmiş askerlerin yeni kazılmış mezarlarının toprak yığınları görülüyordu.” (Okday, 1994:122)

Çok zor şartlarda savaşan askerimiz yoğun bir şekilde erzak sıkıntısı da yaşamaktadır: “Erzak tedarikindeki zorluklar fazlasıyla büyümüş ve menfi tesirini göstermeye başlamıştı. Un kalmamıştı. Ekmek sadece mısırdan pişiriliyordu. Günde on ilâ yirmi beygir, yemsizlikten ölüyordu. Yem ve saman yokluğundan, cephelerdeki 8 bin at ölmüştü.” (Okday, 1994:100)

Binbaşı Okday, Yanya Müdafaası günlerinde hiç unutamayacağı bazı dramlara da şâhit olur:

“Haber getirmek için binek katırımla ilk hatlara doğru giderken sancıdan inleyen yaralı bir askere rast geldim. Bana bacağının iki yerden kırık olduğunu, iki günden beri tek bir mısır tanesi bile yemediğini, bir damla su tatmadığını, tek bir sedyecinin gelip kendisini en yakın sargı yerine götürmediğini, yere düştüğü andan beri ölümü beklediğini söyledi. Kendisine mataramdan su, palto cebimde yolda yemek üzere sakladığım katıksız mısır ekmeğinden verdim. Yakında göndereceğim sedyeci Sıhhiye efradını beklemesini rica ettim.” (Okday, 1994:93)

“Yolda birçok silahsız Türk askerinin Ergani şehrine doğru gittiklerini görüyorduk. Yorgunluk ve sefaletten dolayı yoluna devam edemeyenler yolun kenarında yatıp kalıyor ve açlıktan kıvranarak kargalarla akbabaların yemi oluyordu. Gündüz bu canavar kuşlar, gece ise çakal ve sırtlanlar ölmüş askerlerimizi parçalayıp yiyordu.” (Okday, 1994:146)

Dönem subaylarından Selahattin Adil Paşa da Yanya’da yaşanan büyük dramdan şöyle bahseder:

“Yanya’daki erlerin,  özellikle birliklerine katılmamış olan dağınık erlerin durumu yürekler acısı idi. Zavallı askercikler haftalardan belki aylardan beri bir avuç bazen kavrulmuş, bazen haşlanmış, bazen ekmek hâline getirilmiş mısırdan başka bir gıda alamamış, en ufak hastalıktan kendilerini kurtaracak ilâçtan yoksun, bütün dünya ile alâkası kesilmiş, eski moralinin zerresi kalmamış, benliğini değil varlığını unutmuş gibi idi.

Gıdasızlık yüzünden yarı deli, vücûdu bir deri bir kemikten ibâret kalmış ve üzerindeki palaspare elbisesinin omuzlarından bir iskelet veya korkuluk hâlini almış olduğu görülen, yüzü ve organları bir mumya gibi kararmış ve kurumuş bu memleket çocuklarına yollarda veya açlıklarını gidermek için ot bulmak ümidiyle dolaştıkları sırtlarda sık sık rastlanıyordu. Tam bir yoksulluk içinde ümitsiz bir sefalet ve perişanlığa düşen ve Eyüp sabrına benzer ümitsiz bir tevekkülle sessizce dayanabilen bir toplumu bilmem tarih yazmış mıdır?” (Sarıbay, 1982:188)

Son söz

Osmanlı Ordusunun yaşadığı bu büyük facianın gerisinde, ekonomik ve sosyal bakımdan geri kalmış Osmanlı Devleti gerçeği yatmaktadır. O kadar ki, Balkan Savaşı’nda Edirne’yi kurtarmak için hücûm yapacak olan devletin buna harcayacak parası olmadığından, bu para Alman Hükûmetinden borç olarak alınır.

Savaşlar Osmanlı aleyhine sonuçlanmış, sırasıyla büyük şehirler düşmüştü. Yanya (6 Mart 1913), İşkodra (10 Nisan 1913), Kırklareli (24 Ekim 1913), Selânik (9 Kasım 1913), Manastır (18 Kasım 1913) gibi belli başlı merkezleri İmparatorluk yitirmiştir. Yüz elli beş günlük bir direnişten sonra Edirne de düşmüş, Ege adaları kaybedilmiş, düşmanlar Çatalca’ya kadar gelip dayanmıştı.

Netîce olarak Osmanlı Devleti, Balkan Savaşı’nda tarihinin en ağır hezîmetine uğradı. Devletin batısı, Adriyatik Denizi kıyılarından Meriç nehrine kadar geriledi. Böylece altı yüzyıldır Türk vatanı hâline gelmiş bulunan Rumeli kaybedildi. Bu sonuç Balkanlarda yaşayan binlerce Türk’ün de anavatan topraklarına göç etmek üzere yollara dökülmesine neden oldu. Bu göç sırasında binbir facia yaşandı ve birçok sivil Türk hayatını kaybetti. İstanbul’un büyük selatin camileri, Balkan Harbi’nde koleraya yakalanan askerler için birer hastane olarak kullanıldı.

Osmanlı Devleti’nin bu savaşta uğradığı maddî ve mânevî büyük kayıplar, geleceğini de olumsuz yönde etkiledi. Komşularının saldırısına uğrayan Bulgaristan’ın Osmanlı sınırından askerlerini çekmesini fırsat bilen Osmanlı Devleti, Edirne’yi geri aldı. Savaş, 30 Mayıs 1913’te Londra Barış Antlaşması ile sona erdi.

 

Kaynaklar

Apak Rahmi, (1998), Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Ankara: Tarih Kurumu Yay.

Ayverdi Samiha, (2014), Hatıralarla Başbaşa, İstanbul: Kubbealtı Yay.

Koçak Cemil, (2012), Geçmiş Ayrıntıda Gizlidir, İstanbul: Timaş Yay.

Oktay İ. Hakkı, (1994), Yanya’dan Ankara’ya, İstanbul: Sebil Yay.

Sarıbay Selahattin Adil, (1982), Selahattin Adil Paşa’nın Hatıraları, İstanbul: Zafer Matbaası

Tunaya Tarık Zafer, (1989), Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 3, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yay.