
BU yazımızda
tarihimizin çok hüzünlü sayfalarından biri olan Balkan Savaşı’nı sizlerle
paylaşacağız…
Balkan Savaşı’nın başlaması
Balkan Savaşı, dört Balkan
devletinin kurduğu ittifak ile Osmanlı Devleti arasında oldu. 8 Ekim 1912’de
Karadağ’ın, 17 Ekim’de Bulgaristan ve Sırbistan’ın ve bir gün sonra da
Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etmeleriyle başladı.
Osmanlı-Yunan Savaşı’nda
Yunanların yenildiğini bilen Avrupalı devletler, Balkanlı devletlerin Osmanlı’ya
karşı harp ilân etmeleri üzerine “harp nasıl biterse bitsin, netîcede
statükonun mahfuz kalacağını” ilân ettiler. Ancak Osmanlı Devleti savaşta mağlûp
olup toprak kaybedince, bu sözlerinden vazgeçtiler.
Savaşın başlaması ile
birlikte ilk kaybımız Arnavutluk toprakları oldu. Osmanlı Devleti’nin Balkan
devletleri ile mücadelesinden faydalanan Arnavutluk, 28 Kasım 1912’de istiklâlini
ilân ederek Osmanlı’dan ayrıldı.
Samiha Ayverdi’ye göre
dönemin İttihatçı yöneticileri gaflet içindeydiler: “Masum halkı canından bezdiren İttihat ve Terakki, bir körlük içinde
Balkanlı toplulukların da el ele vermekte olduklarından habersiz bulunuyordu. O
kadar ki, dış siyâset karşısında kabînenin en hassas azâsı olması gereken
Hâriciye Nâzırı Asım Bey bile, büyük bir rahatlıkla ‘Balkanlardan vicdanım
kadar eminim’ demek sûretiyle bu gafletini etrafına da sirâyet ettiriyordu.”
(Ayverdi, 2014:58)
Bu gaflet o kadar ileri
seviyedeydi ki Sırbistan’ın Almanya’dan satın aldığı ağır silahların Selânik
Limanı üzerinden geçirilmesine şaşırtıcı bir biçimde izin verilmiş ve dolayısıyla
Balkan devletlerinin silahlanması konusunda âdeta kayıtsız kalınmıştı. Gafletin
bir başka boyutu da bölgedeki askerimizin terhis edilmesi şeklinde ortaya
çıkmıştı. Balkan devletlerinin Türkiye’ye
saldıracakları gün gibi açık olmasına rağmen, bu saldırıdan on gün önce
Rumeli’de bulunan askerî birliklerden ve eski erattan yetişmiş 80 bin kadarı
ordudan terhis edilip evlerine gönderilmişti (Apak, 1988:91).
8 Ekim 1912 ilâ 30 Mayıs
1913 tarihlerinde cereyan eden ve Osmanlı Devleti aleyhinde bir facia ile
sonuçlanan Balkan Savaşı, şüphesiz bir sebep değil, sonuçtu. 1909 yılında
İngilizlerin tahrikleriyle gerçekleşen 31 Mart Darbesi ile Sultan İkinci Abdülhamid’i
tahttan indiren İttihatçılar, onun yıllardır izlediği “Balkan devletlerini
birbiriyle uğraştırma” siyâsetini ortadan kaldırdılar. Böylece Balkan devletleri
arasında kurulacak ittifakın temellerini atmış oldular.
Savaşın bir büyük faciaya
dönüşmesi
Balkan Savaşı büyük toprak
kayıplarına sebep olduğu kadar Osmanlı Ordusu ve ülkenin insan kaynakları
açısından tam bir facia oldu! Çünkü Osmanlı Ordusu, birçok bakımdan bu savaşa
hazırlıksız vaziyetteydi.
Savaşa katılan subaylardan
biri olan Albay Rahmi Apak, hatıralarında yalın ve acı tespitlerde bulunur:
“Türk ordusunda harp mefhumunu bilen kumandan yok gibi
idi. 1878 yılındaki Osmanlı-Rus Savaşı’ndan
beri Osmanlı Ordusu savaşı unutmuştu. Biz Harp Akademisindeyken
siyâsî tarih dersimizi Diran Kelekyan okuturdu. Kelekyan, Sabah gazetesinde
başmakaleler yazardı. Balkan Harbi patlamak üzere iken bize şunları söylemişti:
‘Siz harp edemezsiniz. Bakınız, etrafınızdaki 15 subaydan hanginizin elbisesi
birbirine benzer? Her birinizin elbisesinin kumaşları ayrı, biçimleri başka. Kiminizin
saçı uzun, kiminizin kısa. Daha yeknesaklık bile sağlayamamışsınız. Sizin askeriniz
atış yapmasını bile bilmez.” (Apak, 1988:49-92)
Osmanlı Ordusunda Balkan
Savaşı’na katılan General Cemil Conk da
“askerin savaşmayı dahi bilmediğini” yaşayarak görenlerdendir. General
Cemil Conk, hatıralarında, Balkan Savaşı’nda
askerin deneyimsiz ve eğitimsiz olduğunu, hattâ savaşmasını dahi bilmediğini,
oysa Bulgar ordusunun muntazam ve eğitimli olduğunu, bol silah ve cephaneye
sahip bulunduğunu anlatmaktadır (Koçak, 2012:102). Nitekim savaş sırasında
Osmanlı topçu bataryalarının yeteneksizliği açıkça gözler önüne serilir. Osmanlı Ordusunun topçu menzili düşman
hedeflerine dahi erişemezken, Bulgar topçusu attığını vurmaktadır (Koçak, 2012:103).
Balkan Savaşı için
İstanbul’a gelen Alman subayı Hochwaechter, “Diğer
Alman subayları ile birlikte, tren biletlerinin parasını kendi ceplerinden
ödeyerek bir tren bulmayı başardıklarını söylemektedir (Koçak, 2012:187). Hochwaechter’in
anlattığına göre, cephe hattında
haberleşme hemen hemen hiç yoktur. Komutanların da savaşın aldığı gerçek durum
hakkında ayrıntılı bilgileri yoktur. Hochwaechter, uzun zaman yollarda görev
alacağı topçu birliğini arar, ancak birliğin nerede olduğu belli değildir. Sonunda,
Kırk Kilise’de (Kırklareli) Mahmud Muhtar Paşa’nın kurmay heyetine dâhil olur (Koçak,
2012:188).
İşte bu şartlarda
cephelerde bulunan Osmanlı Ordusu, çok feci yenilgiler alır. Bu yenilgiler
askerlerin perişan bir şekilde geriye çekilme ve yaşam mücadelesi verme
sonucunu doğurur. Ancak bu çok acıklı ve zorlu bir süreçtir. Balkan Savaşı,
Türk askeri bakımından çok acıklı ve hüzünlü sahnelerle doludur. Bu sahneler
yerli yabancı müellifler tarafından sonraki yıllarda kaleme alınmıştır.
Bunlardan bazılarını bu vesile ile paylaşalım…
Tarık Zafer Tunaya, Balkan
Savaşı’ndan bir dramatik bir fotoğrafı
şöyle nakleder:
“Askerlerin ekmeği, kumandanın telgrafı yok...
Abdullah Paşa’nın zâbitleri mısır köklerini tırnakları ile kazıyarak, biraz
unla kaynatıp kumandanlarına veriyorlardı. 175 bin kişilik bir kuvvet
kumandanının yiyecek ekmeği yoktu... Bu bir hastalar ve yaralılar kafilesi
değildi, bunlar gerçek insan paçavralarıydı. Yeşilimsi ve yanık yüzlerinde ıstırap
gerginliği, acının verdiği perişanlık içinde sürüklenmekteydiler... Kimini
arkadaşları taşıyordu, kimi de yük arabaları üzerine asılmışlar, cesetlerle
karmakarışık yürüyorlardı. Arabalardan feci bir inilti ve hırıltı konseri
yükseliyordu. Bu can çekişenler kortejinin arkasında, çamur deryâsı boyunca,
bağırsaklarını toprağa boşaltan iki büklüm gölgeler seçiliyordu...
Havanın fenâlığı, gıda yokluğu, üniforma uymazlığı,
kunduraların biçimsizliği, bitik düşmüş, kötü kumanda edilmiş bu bîçârelere
Hıristiyan ahali pencerelerden tüfekle ateş ediyordu... Bir ordu ki, harp
etmeden, önemli kayıplara uğramadan, hattâ bir kısmı galip gelmişken dağılıyor,
perişan oluyor... Askerler tekerleklere yapışmış et parçaları için birbiriyle
kavga ediyor... Çerkezköy’den İstanbul’a yirmi saatte gidilen buralarda yaralıları
yıkamak için su bile yok. Neferler obüslerin açtığı yaraları kendileri pis
paçavralar ya da çamaşır parçalarıyla sarmakta. Acaba tarih buna benzer bir
durumu kaydetmiş midir?” (Tunaya, 1989:459)
Savaşa katılan subaylardan
biri olan Albay Rahmi Apak, o acıklı hâlleri şöyle anlatır:
“Şimdi kasabaları, şehirleri, vilâyet ve kıtaları
bırakıp çekiliyoruz. Her tarafta perişanlıklar, devrilmiş arabalar, terk
edilmiş toplar, dizlere kadar çamurlar içine yürüyen Mehmetçikler…” (Apak, 1988:71)
Balkan Savaşı’ndaki en önemli Osmanlı cephelerinden biri olan Yanya’da Yanya Kalesi müdafaasına katılan Binbaşı İsmail Hakkı Okday da o günlerde yaşanan trajediye şâhitlik yapan subaylardan biridir:
“Sırp hududundan itibaren yürüye yürüye, gitgide
takatten düşerek ilerleyen, bir iskelet gibi tanınmaz hâle gelen, hiçbir kapıdan
bir dilim ekmek bile alamadan kendiliğinden biten yabani otlarla beslenerek
Yanya'ya ulaşan Anadolu’nun asil evlâtları, ruhlarındaki asâlet ve mertliğin
pek tabiî olan hisleriyle kahramanca ölmekten çekinmiyorlardı. Böylece Sırp
hududundan Yanya’ya gelmiş olan askerlerin üniformaları yırtık ve kirliydi. Çoğunun
paltoları, kunduraları bile yoktu.
Yanya Garnizonunu takviye edecek olan askerler, işte
bu zavallı, aç ve sefil, kuvvetten düşmüş, acınacak bir hâlde bulunan Anadolu
çocuklarıydı!” (Okday, 1994:40)
“1913 yılı Ocak ayı sonuna kadar Garb Ordumuzdan
gönderilen 8 bin 500 Anadolu askeri, Yanya’ya yardım etmek üzere imdadımıza
yetişmiş ise de bu askerlerin iki bini kuvvetsizlikten ve açlıktan tamamen
bitik bir hâlde idi.” (Okday, 1994:106)
“Askerlerimiz şişmiş ayaklarıyla siperlerde düşman
hücûmlarını karşılıyor, gece gündüz değişilmeksizin soğuk su ile dolu siperler
içinde yarı aç, yarı tok, Yanya’yı müdafaa ediyorlardı.” (Okday, 1994:109)
Balkan Savaşı’nda askerler
ve cephenin durumu kötü olduğu kadar, hastane ve erzak gibi geri hizmetlerinin
de son derece zayıf ve yetersiz olduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzden cephelerde
ölenler kadar hastanelerde bakımsızlıktan ölen çok sayıda asker olduğu
anlaşılmaktadır.
“Garb Ordusunun mevcûdu on yedi bin erden ibâretti.
Subayların yüzde onu şehit olmuş yahut sefaletten ölmüştü. Ordunun iki bini
ağır hasta, tamamen aç, bitli, bakımsız ve kısmen silahsızdı. Bu harap olmuş subaylar
merhamet edilecek bir hâlde bulunuyorlardı. Hepsi de açlıktan son derece zayıflamış,
üniformaları lime lime olmuştu. Bu bedbaht askerlerin her gün iki yüz kadarı
ölüyordu. Bunların çoğu tıbbî yardım da alamıyordu. Zira ilâç da bulunamıyordu.
Caddelerin sağında solunda açlıkla terk-i hayat etmiş askerlerin yeni kazılmış
mezarlarının toprak yığınları görülüyordu.” (Okday, 1994:122)
Çok zor şartlarda savaşan
askerimiz yoğun bir şekilde erzak sıkıntısı da yaşamaktadır: “Erzak tedarikindeki zorluklar fazlasıyla
büyümüş ve menfi tesirini göstermeye başlamıştı. Un kalmamıştı. Ekmek sadece
mısırdan pişiriliyordu. Günde on ilâ yirmi beygir, yemsizlikten ölüyordu. Yem
ve saman yokluğundan, cephelerdeki 8 bin at ölmüştü.” (Okday, 1994:100)
Binbaşı Okday, Yanya
Müdafaası günlerinde hiç unutamayacağı bazı dramlara da şâhit olur:
“Haber getirmek için binek katırımla ilk hatlara doğru
giderken sancıdan inleyen yaralı bir askere rast geldim. Bana bacağının iki
yerden kırık olduğunu, iki günden beri tek bir mısır tanesi bile yemediğini,
bir damla su tatmadığını, tek bir sedyecinin gelip kendisini en yakın sargı
yerine götürmediğini, yere düştüğü andan beri ölümü beklediğini söyledi. Kendisine
mataramdan su, palto cebimde yolda yemek üzere sakladığım katıksız mısır
ekmeğinden verdim. Yakında göndereceğim sedyeci Sıhhiye efradını beklemesini
rica ettim.” (Okday, 1994:93)
“Yolda birçok silahsız Türk askerinin Ergani şehrine
doğru gittiklerini görüyorduk. Yorgunluk ve sefaletten dolayı yoluna devam
edemeyenler yolun kenarında yatıp kalıyor ve açlıktan kıvranarak kargalarla
akbabaların yemi oluyordu. Gündüz bu canavar kuşlar, gece ise çakal ve
sırtlanlar ölmüş askerlerimizi parçalayıp yiyordu.” (Okday, 1994:146)
Dönem subaylarından
Selahattin Adil Paşa da Yanya’da yaşanan büyük dramdan şöyle bahseder:
“Yanya’daki erlerin, özellikle birliklerine katılmamış olan
dağınık erlerin durumu yürekler acısı idi. Zavallı askercikler haftalardan
belki aylardan beri bir avuç bazen kavrulmuş, bazen haşlanmış, bazen ekmek hâline
getirilmiş mısırdan başka bir gıda alamamış, en ufak hastalıktan kendilerini
kurtaracak ilâçtan yoksun, bütün dünya ile alâkası kesilmiş, eski moralinin
zerresi kalmamış, benliğini değil varlığını unutmuş gibi idi.
Gıdasızlık yüzünden yarı deli, vücûdu bir deri bir
kemikten ibâret kalmış ve üzerindeki palaspare elbisesinin omuzlarından bir
iskelet veya korkuluk hâlini almış olduğu görülen, yüzü ve organları bir mumya
gibi kararmış ve kurumuş bu memleket çocuklarına yollarda veya açlıklarını
gidermek için ot bulmak ümidiyle dolaştıkları sırtlarda sık sık rastlanıyordu.
Tam bir yoksulluk içinde ümitsiz bir sefalet ve perişanlığa düşen ve Eyüp
sabrına benzer ümitsiz bir tevekkülle sessizce dayanabilen bir toplumu bilmem
tarih yazmış mıdır?” (Sarıbay, 1982:188)
Son söz
Osmanlı Ordusunun yaşadığı
bu büyük facianın gerisinde, ekonomik ve sosyal bakımdan geri kalmış Osmanlı
Devleti gerçeği yatmaktadır. O kadar ki, Balkan Savaşı’nda Edirne’yi kurtarmak
için hücûm yapacak olan devletin buna harcayacak parası olmadığından, bu para
Alman Hükûmetinden borç olarak alınır.
Savaşlar Osmanlı aleyhine
sonuçlanmış, sırasıyla büyük şehirler düşmüştü. Yanya (6 Mart 1913), İşkodra
(10 Nisan 1913), Kırklareli (24 Ekim 1913), Selânik (9 Kasım 1913), Manastır
(18 Kasım 1913) gibi belli başlı merkezleri İmparatorluk yitirmiştir. Yüz elli
beş günlük bir direnişten sonra Edirne de düşmüş, Ege adaları kaybedilmiş,
düşmanlar Çatalca’ya kadar gelip dayanmıştı.
Netîce olarak Osmanlı
Devleti, Balkan Savaşı’nda tarihinin en ağır hezîmetine uğradı. Devletin batısı,
Adriyatik Denizi kıyılarından Meriç nehrine kadar geriledi. Böylece altı
yüzyıldır Türk vatanı hâline gelmiş bulunan Rumeli kaybedildi. Bu sonuç
Balkanlarda yaşayan binlerce Türk’ün de anavatan topraklarına göç etmek üzere
yollara dökülmesine neden oldu. Bu göç sırasında binbir facia yaşandı ve birçok
sivil Türk hayatını kaybetti. İstanbul’un büyük selatin camileri, Balkan Harbi’nde
koleraya yakalanan askerler için birer hastane olarak kullanıldı.
Osmanlı Devleti’nin bu
savaşta uğradığı maddî ve mânevî büyük kayıplar, geleceğini de olumsuz yönde
etkiledi. Komşularının saldırısına uğrayan Bulgaristan’ın Osmanlı sınırından
askerlerini çekmesini fırsat bilen Osmanlı Devleti, Edirne’yi geri aldı. Savaş,
30 Mayıs 1913’te Londra Barış Antlaşması ile sona erdi.
Kaynaklar
Apak
Rahmi, (1998), Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Ankara: Tarih Kurumu Yay.
Ayverdi
Samiha, (2014), Hatıralarla Başbaşa, İstanbul: Kubbealtı Yay.
Koçak
Cemil, (2012), Geçmiş Ayrıntıda Gizlidir, İstanbul: Timaş Yay.
Oktay
İ. Hakkı, (1994), Yanya’dan Ankara’ya, İstanbul: Sebil Yay.
Sarıbay Selahattin Adil, (1982), Selahattin Adil Paşa’nın
Hatıraları, İstanbul:
Zafer Matbaası
Tunaya
Tarık Zafer, (1989), Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 3, İstanbul: Hürriyet
Vakfı Yay.