Balkan fetihlerinin kapısını açan Çimpe Kalesi’ne doğru: Aydi size ayırlı yolculuklar!

Çimpe Kalesi bir başka ülkenin elinde olsa, orayı öyle bir hâle getirirler ki günde en az üç bin kişi ziyarete gelir. Bolayır otellerle donatılır. Film gösterilir, canlandırma yapılır, tiyatrosu olur… Kalenin tarihi bütün ziyaretçilere güzelce anlatılır. Kitaplar basılır… Biz bunların hiçbirini yapmıyoruz. Bunlar akla bile gelmiyor. Hattâ terk etmişiz, unutmuşuz. Sanki bizim tarihimiz değil…

ATLARSINIZ arabaya, Gelibolu’ya doğru yola çıkarsınız. “Çanakkale Savaşı” denilen, Mehmet Âkif’in ifadesiyle, “dünyada eşi olmayan Boğaz Harbi”nin yapıldığı yerleri tekrar görmek gelmiştir içinizden. Evvelce yirmi defa, kırk defa gitmiş de olsanız, oranın manevî havası sizi çeker. Zaten bir defa gideni tekrar çağırır o topraklar. Sonra bir daha… Ayrı bir heyecan, bambaşka bir huzur bulursunuz şehitlikleri dolaşırken.

Seddülbahir, Kilitbahir, Arıburnu, Anzak koyu, Seyit Onbaşı, Conk bayırı, Anafartalar, şehitlikler… Nereye gitseniz göğsünüz kabarır. O serviler, neler anlatır? Ya kabirlerin başındaki o taşlar? Şehitliklerde genç yaşta toprağa düşmüş hemşerilerinizin isimlerini ararsınız. Yedi düvel bir olduğu hâlde, en güçlü silahlarla donatılmış dev gibi gemilerle saldırıp yüklendikleri hâlde, o Boğaz’dan nasıl da geçemediklerini hatırlarsınız. Karşılarında, silah ve cephane bakımından zayıf ve az sayıdaki atalarımızın nasıl şanlı bir savunma yaptıklarını anlamaya çalışırsınız.

İki kere ikinin dört etmediğinin ispatıdır Çanakkale Harbi. Şaire, “Var mı ki dünyada eşi?” dedirten bir destan…  

Küçük yaşta, o savaşı kitaptan okurken, bir yandan da haritaya bakmış ve “Madem Boğaz’ı geçemediler, Saroz Körfezi’nden Marmara Denizi’ne bir gece vakti gemileri yürütseydiler” diye düşünmüş, sonra da “İyi ki akıl edememişler” demiştim. Herkes Fatih değil ki… Çanakkale’yi rahatça geçseydi o gemiler, İstanbul Boğazı’nı daha kolay geçerdi ve tarihin seyri değişirdi.

Yola düştüğünüzde bunlar geçer aklınızdan. Yol daha bir anlamlı hâle gelir.

***

Gelibolu’ya yaklaşırken, “Bolayır” tabelasını görürsünüz. Bilmek gerekir ki bu, herhangi bir tabela değildir. Bolayır, Süleyman Paşa’nın kabrinin bulunduğu belde… Yanında Namık Kemal yatar.

Kimdir Süleyman Paşa? En kısa ifadeyle, “Trakya’nın fatihi”... Orhan Gazi’nin büyük oğlu… 1331’de İznik ve altı yıl sonra Kocaeli’nin fethinde bulunmuştur. O bölgenin yönetimini üstlenmiş ve uyguladığı iskân politikası ile orada kalıcılığı sağlamıştır. Ardından Osmanlı yiğitlerini Rumeli’ye çıkarmış ve orada da sağlam temeller atmıştır.

Osmanlı, ilk yıllarında henüz Anadolu’da küçük bir beylik… Diğer beyliklerden farkı, Bizans’a sınırı… O yüzden “uç beylik” olarak anılıyor. Anadolu Selçuklu Devleti son yıllarında çöküşe geçince, Balıkesir ve Çanakkale, aşağıdan da Bergama’yı elinde bulunduran bir diğer uç beyliği olan Karesi Beyliği de dirlik ve düzenini korumakta zorluğa düşer. Karesi Beyleri, Orhan Gazi’ye haber salıp davet ederler. Osmanlı’ya ilhak olurlar. Orhan Bey, bu bölgeyi oğlu Süleyman Paşa’ya verir.

Osmanlı, ilk yıllarında Anadolu’daki Türk Beylikleri ile mücadele etmek yerine batı istikametine yönelerek Balkanlarda fetihler yapmayı ana strateji olarak belirlemişti. Karesioğulları Beyliği donanmasının Osmanlı’ya katılmasıyla, Rumeli’ye geçiş de, fetihler de zor olmaktan çıktı.

***


1346’da kızını Orhan Gazi ile evlendiren Kantakuzen, Osmanlı’dan yardım alır ve ertesi sene imparator olarak İstanbul’a girer.

Bu arada Sırp Kralı Stefan, Makedonya’yı almış, Selânik’i sarmış ve İstanbul rüyası görmektedir. Konstantinopolis’i de alırsa, “Büyük Sırp-Grek İmparatorluğu” kuracak… Kantakuzen ona engel olmak için damadı Orhan Bey’den yardım isteyince, Süleyman Paşa 1348’de Rumeli’ye geçer. Ancak Stefan ile karşılaşmazlar. Kavala ve Teselya civarında biraz at koşturan Süleyman Paşa, babasına yardım etmek maksadıyla dönüşe geçer. Zira bazı Anadolu beylikleri Orhan Bey’e sıkıntı vermektedir.

Bizans İmparatoru Kantakuzen’in de hem Venedik ve Cenevizliler ile sıkıntısı vardır, hem de eski İmparator İoannes ile. İoannes, Sırplardan ve Bulgarlardan yardım alarak Edirne’yi kuşatır. Bizimki tekrar damadına haber salar ki tez yardım etsin. İş yine Süleyman Paşa’ya düşer. On binden fazla atlıyla yardıma gider, Sırp ve Bulgar birliklerini Meriç kıyısında bozguna uğratır. Nehrin rengi değişir. Kantakuzen, Edirne’de Süleyman Paşamızı kurtarıcı olarak karşılar. Edirne’ye ilk giren Osmanlı, odur.

Süleyman Paşa, 20 bin kişilik bir ordu ile geçtiği Rumeli’de, İmparator Kantakuzen’in verdiği Çimpe Kalesi’ne yerleşmiştir.

***

Trakya’da hâkimiyet kuran Süleyman Paşa, kendisi için tahsis edilen Çimpe Kalesi’ni savaş bittikten sonra da elinde tutuyordu. İmparator, Osmanlı’nın Anadolu’daki hâkimiyetini çoktan kabullenmişti, ancak Trakya’yı kendi elinde tutmak istiyordu. Ne var ki, davet eden kendisiydi. Süleyman Paşa, Bolayır’daki Çimpe Kalesi’nden çıkmayı reddedince, ona kaleyi boşaltması için on bin altın teklif etti. Paşa o teklifi reddetti. Ara gerilmişti.

O gergin havada büyük bir deprem oldu. 3 Mart 1354 tarihinde meydana gelen büyük sarsıntıda, bölgede pek çok ev yıkıldı. Bazı kale duvarlarının bile çöktüğü görüldü. Bizans İmparatoru, Süleyman Paşa’ya bu defa kırk bin altın teklif etti. Paşa bunu da geri çevirdi ve Kantakuzen’a kaleden çıkmayacağını, bölgeyi de terk etmeyeceğini bildirdi.

İmparatora kısaca “Kuzen” demek mümkün olsa bile, Kantakuzen’in tam adı “Kantakuzenos”tur. Onun adı “os” ile biterken, öte yanda Çimpe Kalesi ve bölgenin yeni sahiplerinin adı “Os” ile başlamaktadır: Osmanlı…

Dünya işleri böyledir; biri biterken diğeri başlar. Değişmez bir kuraldır bu.

Süleyman Paşa, bölgeyi ve kaleyi terk edip gitmeyi aklından bile geçirmemiştir. Tam aksine, Karesi ilinden getirdiği Türkmenleri Trakya topraklarında iskân eder.

Çimpe’den sonra Bolayır, Gelibolu, Çorlu, Lüleburgaz, Tekirdağ, Malkara, Keşan fethedildi ve bu bölgede iskân siyasetine önem verildi. Süleyman Paşa’nın bu fetihlerle maksadı, hem Trakya’da Türk varlığını kalıcı kılmak, hem de Bizans’ın Batı devletleri ile bağlantısını kesmekti. “İstanbul’un fethi için zemin hazırlamak” diyelim kısaca… Çünkü o şehir, elbet bir gün fetholunacak… Muştu, çok evvelden ve En Kutlu Yerden… Kim bilir, hangi kumandana nasip, hangi şanlı askere?

***


1354 yılı, Osmanlı'nın kesin olarak Rumeli'de yerleşmeye başladığı tarih… Süleyman Paşa’nın vefatı ise çok kısa bir zaman sonra… 1357 yılında, av sırasında atının ayağının çukura takılması sonucu vefat etmiştir bu şanlı Paşamız. Bolayır’daki türbesinde, yanında lalası yatmaktadır. Aynı zamanda Paşamızın çok sevdiği atının mezarı da bulunmaktadır.

Rumeli’ye geçip de vefatına kadar geçen süre çok kısa olmasına rağmen, pek çok fetihte bulunmuştur. Bugün Yunanistan sınırı içinde kalan Ferecik, Süleyman Paşamızın son yıllarında alınmıştır. Akınlarla Dimetoka’ya kadar uzanmıştır. Süleyman Paşa’nın, elinden bütün ısrarlara rağmen bırakmadığı Çimpe, Çanakkale Boğazı ve Saroz Körfezi'ni aynı anda görmeyi sağlayan, son derece stratejik bir konuma sahip bir kaledir. Kantakuzen, Osmanlı'yı Avrupa topraklarına yerleştirdiğinden dolayı pişmanlık duymuş olmalı ki sonradan kendi isteğiyle Bizans tahtından feragat etmiş, ömrünün son otuz yılını Ortodoks kilisesinde rahip olarak geçirmiştir.

Orhan Gazi'den sonra tahta geçen Birinci Murat da aynı şekilde Çimpe Kalesi üzerinden Balkanlar'a seferler düzenlemiştir.

***

İşte o tabeladan saptınız, Bolayır’a girdiniz… Karşınıza Orhan Bey’in oğlu Süleyman Paşa’nın -ki bazı tarihçiler onu “Osmanlı’nın ikinci kurucusu” diye anmaktadır- kabri ile karşılaşırsınız. Kendi isteğiyle oraya defnedilmiştir. Yanında atı ve lalasından başka Namık Kemal, Aydın ve Saruhan Sancakları Mutasarrıfı ve İzmir Muhafızı Esseyid Hasan Kelâmi Paşa’nın da kabirleri vardır.

Bolayır içinde bulunan kabirler, bir park içinde huzurlu, güzel manzaralı bir yerdir. Tıpkı Çanakkale şehitliklerinde hissedilen bir hava ile karşılaşırsınız.

Parkın girişinde yer alan bir tabela, Çimpe Kalesi hakkında kısaca bilgi verir ve üç kilometre mesafede olduğunu kaydeder. “Çimpa, Çinpi, Cinbi” gibi isimlerle anılan bu çok önemli kaleyi görmek, o tarihî havayı koklamak istersiniz. Tahmin üzerine yola düşer, yukarı doğru çıkarsınız. Ancak daha sonra yollar çatallaşır. Ne bir yön gösteren tabela görürsünüz, ne bir görevli. Yolun kalitesi değişmiştir. Arkanızda toz duman bırakarak ilerleyip tahminlerle kaleyi bulursunuz. Eğer yolun bir yerinde sola dönmeyi düşünemezseniz, kim bilir, nerelere gitmek mukadderdir?

Bir şekilde kaleye ulaştığınızda, yanılmadan o yöne saptığınıza şükredersiniz. Heyecanla arabadan iner, etrafı dolaşmaya başlarsınız.

Güzel bir rüzgâr eser. Zira o kale, yüzlerce yıllık bir tarihî eserdir. Esecektir ve güzel esmek zorundadır. Ancak bir kula rastlamadığınıza şaşarsınız. Ne bir bekçi, ne bir ziyaretçi… Etrafta boş bira veya kola kutuları görürseniz, küfretmeden geçmeyin!

Kalenin bunca hor davranmaya rağmen sapasağlam durduğunu görüp şaşırmak da mecburîdir.

Giriş kısmında bir tabela bulunmaktadır, ancak yazıları okunmaz hâldedir. Çünkü gelen geçen hain ruhlu mayası bozuklar, o tabelayı hedef tahtası seçmiş, kurşunlarla delik deşik etmişlerdir. Onu yenilemek de kimsenin aklına gelmemiştir.

Kaleyi gezdiğinizde, çokça incir ağacı ile karşılaşırsınız. Başka ağaçlar da görürsünüz. Bunca incir ağacını ocağımıza kim dikmiş diye merak etmeyin sakın, bizden başkası değil!

***


Çimpe Kalesi bir başka ülkenin elinde olsa, orayı öyle bir hâle getirirler ki günde en az üç bin kişi ziyarete gelir. Bolayır otellerle donatılır. Film gösterilir, canlandırma yapılır, tiyatrosu olur… Kalenin tarihi bütün ziyaretçilere güzelce anlatılır. Kitaplar basılır… Biz bunların hiçbirini yapmıyoruz. Bunlar akla bile gelmiyor. Hattâ terk etmişiz, unutmuşuz. Sanki bizim tarihimiz değil…

Bakımsızlık ve ilgisizlikten kale yıkıldı yıkılacak. Hepsinden geçtim, bari doğru dürüst bir yolu olsaydı… O muhteşem tarihî eserin tabelasına kurşun sıkarak okunmaz hâle getirmeseydik… Hiç değilse tabelasını korusaydık… En azından bir bekçisi olsaydı da eline bir silah verseydik ve tabelaya kurşun sıkanlara o da ateş etseydi…

***

Koskoca Rumeli Fatihi Süleyman Paşa’nın elinde tuttuğu, onun ve sonraki padişahların karargâh olarak kullandığı bu önemli kale, bütün Balkanların kilidini açan mekân, bugün otlar içinde! Orayı bu hâlde görmek istemezseniz, gitmeyin. Bırakın, dağınık kalsın...

“Bizden sonrakiler görmese de olur” derseniz, yolunun yapılması, bekçi konulması, güzelce muhafaza edilmesi için elinizden gelebilecek herhangi bir eylemde bulunmayın. Kültür Bakanlığı’na falan bildirmenize de hiç gerek yok. En iyisi, dümdüz geçip gitmek belki de… Zaten böyle bir anlayış varsa, Gelibolu’ya gitmek de lüzumsuz! Oradan da ilerleyip Ege sahillerine inmek daha cazip olabilir.

Aydi size ayırlı yolculuklar beya!