Bakalım bir sonrakini görmek nasip olacak mı?

“O yüzden, birçok yerinde kılmak istedim. İstedim ki, caminin her tarafında kılmış olayım ve siz ne zaman bu camide namaz kılmak isteseniz, durduğunuz her yerde izimi bulabilesiniz…”

“ELVEDÂ ey şehr-i Ramazan elvedâ” nidaları kulaklarımızda yankılandığında, her sene olduğu gibi hüzünlendik. Ancak bu defaki bir başkaydı. Diğer senelerdekine hiç benzemiyordu.

Sessiz sedâsız bir Ramazan yaşadık, üstüne bir de bayram geldi geçti usulca. Tarihte benzeri görülmemiş. Ev Ramazan’ı, ev bayramı…

Konu komşuyla, hısım akrabayla, arkadaşlarla buluşmak, onları davet etmek, davetlere katılmak, hep beraber iftar etmek, teravih için cami yoluna düşmek, hiçbiri olmadı bu sene.

Bayramda bile herkes evindeydi. “Kapıyı çalan kimdir?” diye meraka düşmedik.

Gençlik döneminde Ramazan-ı şerif bitmeye yaklaşınca yaşlıların üzüldüğünü görürdük ve doğrusu o hissin onlara ait olduğunu düşünürdük.

“Bakalım bir sonrakini görmek nasip olacak mı?” diye iç çektiklerinde, uzun nefesler aldıklarında, içinde bulundukları ruh hâlini tam idrak etmediğimizi, ancak yaş ilerleyince fark ettim.

Ve bu sene, oruç günleri sona yaklaşırken çok üzüldüm. Fark edince de üzüldüğüme sevindim.

*

Sonra dedim ki kendime, “Madem üzülüyorsun, oruç tutmaya devam edebilirsin. Nedir engel? Bayram geçsin, yeniden sahura kalk, iftarını yap”

Fakat kendim, “Bu iş o kadar değil!” diye cevap verdi.

Normal zamandakiyle mübarek Ramazan-ı şerif içinde oruç tutmak bir mi?

Düşündüm, hak verdim.

Sahur yaklaşırken davulcunun güm gümleriyle başlıyor merasim. Evet, merasim… Yatmışsan, uykulu gözlerle kalkıp sallanarak mutfağa doğru geçiyorsun. Televizyonda, radyoda sahur programları…

Gün boyu nereye baksan orucu görüyor, hissediyor, yaşıyorsun.

Sokakta rastladıkların çoğunlukla seninle aynı durumda. Alenî oruç yiyen tek tük… “Olacak o kadar” deyip umursamıyorsun. Hattâ, iftar keyfini yaşayamayacağını bildiğin için özellikle onun adına üzülmektesin.

Hakkında fikir yürütmen de doğru değil. Hasta olabilir, inancı farklı olabilir vesaire… Sen yoluna git, o da kendi bildiğince yaşasın… Aklından üstünlük gibi bir şey geçirmeye de kalkma! Kimin ne olduğunu nereden bileceksin? Bu ay, özel bir zaman dilimi…

Alışveriş düzeni bile bu aya mahsus. Git, alışverişini yap, evine dön.

İftar yaklaşırken okuyacaklarını oku, ibadetini yerine getir, iftar öncesi programlara bak, iftarın keyfini yaşa.

Güzel konuşan hocaları dinle, güzel yazan kitapları oku. Bu ay içindeki okuma bereketi bir başkadır. Başka zaman bu havayı bulamazsın. Suyun musluktan akışı bile bir başkadır bu ayda. Dereden, ırmaktan akışı da başkadır.

Bulutların şekilleri, günbatımındaki renkler…

Meğer fark etmeyi unuttuğun ne çok şey varmış!

Bütün iklim, bütün âlem, içinde bulunduğu zamanı idrak etmekle meşgul. Sen de içinde bir zerre ve aynı zamanda bir âlem olarak iştirak et. Böylece, idrak halkası genişlesin.

*

Evet, böyledir.

Ramazan bir bütündür.

Eviyle, barkıyla, sokağıyla, çarşısıyla, esnafıyla her şeyiyle…

Hurması, zeytini, çorbası, yemeği, suyu, çayı, kahvesi…

Tatlısı tuzlusu ne varsa dâhil.

Meyveyi unuttuk mu? Yok, unutmadık. Onun da yeri bir başka. Tıpkı diğerleri gibi…

Zaten yeri bir başka olmayan ne var şu mübarek Ramazan içinde?

O yüzden, biterken hüzünlenmek son derece makul.

Bayram geçince oruç tutmaya devam etmek mümkün olsa da o mübarek ay içindeki gibi değil.

Ahali sormuş ya Hoca’ya, “Biz bu mübarek aydan pek memnunuz; acaba o da bizden memnun mudur?” diye...

Muhterem Hocamız ne demiş?

“Tabiî ki memnundur. Memnun olmasa, her sene on gün evvel gelmezdi.”

Gerçekten de, ay takviminin o güzelliği ne kadar anlamlıdır! Günlerin her birini o mübarek oruçla şereflendiriyor. Her günü zaman içinde bayramlaştırıyor. Orucun olmadığı, bayramın olmadığı bir gün bile kalmıyor.

Tabiî Kadir Gecesi de yılın her gününe misafir oluyor zaman içinde… 


15 Temmuz sonrası (ne kadar sonraydı, tam hatırlamıyorum; o dönem zaman esnemişti, bir ay önce olan bir hâdise, bir yıl önceymiş gibi, daha dün olmuş bir şey de aylar önce yaşanmış gibi gelebiliyordu) Şehidimiz Mustafa Cambaz’ı rüyada gördüm. Pek çok defa gördüm de, bu anlatacağımın gayet özel olduğunu belirtmek isterim!

Çengelköy’de sık sık buluştuğumuz tarihî çınar altındaki küçük camide (Hamdullah Paşa Camii) arkadaşlarla namaz kılıyoruz.

(Ki orası, hayâsız akına siper ettiği göğsünden iki kurşunla vurulduğu yere elli metre mesafededir.)

Aramızda Mustafa da var. Fakat o yerinde duramıyor. Bir o yana gidiyor, bir beri yana.

“Yahu namazdayken yer değiştirilmez” diyeceğim, namazda konuşulmaz da… Diyemiyorum.

Mustafa her zamanki hareketliliğini namazda da gösteriyor. Minber basamaklarına bile çıkıyor…

Nihâyet namaz bitiyor ve hemen niye öyle yaptığını soruyorum.

Her zamanki büyük gülüşüyle ve bütün sevimliliğiyle “Aaabi” diye söze başlıyor. Öyle yapardı. A’yı uzatırdı, biz de anlardık ki mevzu ciddî.

“Şimdi ben şehit oldum ya…” diyor.

“Evet” diyorum.

“Siz de beni çok seviyorsunuz ya…” diyor.

“Elbette” diyorum, “Sevmez miyiz?”.

“Benim namaz kıldığım yerlerde daha sonra siz de kılmak istersiniz diye düşündüm.”

“Vallahi, doğru düşünmüşsün.”

“O yüzden, birçok yerinde kılmak istedim. İstedim ki, caminin her tarafında kılmış olayım ve siz ne zaman bu camide namaz kılmak isteseniz, durduğunuz her yerde izimi bulabilesiniz…”

*

Zamanın olduğu gibi, mekânın da -her karışıyla- nurlanması mümkün demek ki…

Böyle düşünüyorum uyandıktan sonra.

Düşünüyorum ama keşke uyanmasaydım diye gözlerimi tekrar yumuyor ve bir işe yaramadığını görüyorum. Gelen gelmiş, giden gitmiş…