Bak şu konuşana!

Köy Enstitülerinin idealist yaklaşımını ve medreselerin öğretme sistemini medenî eğitim modelleriyle harmanlayıp doğru bir yol bulsak bile, sonuç almamız onlarca yıl sürebilir. Ama bugüne kadar olanları eleştirirken, “Kime sordunuz bunları getirirken?” derseniz, “Alfabeyi değiştirirken, Şapka Kanununu getirirken, medreseleri kapatırken siz kime sormuştunuz?” deme hakkımız olur. CHP, yanlışı eleştirirken bile doğru yol seçemediğini bu konuyla bir kez daha göstermiştir.

BELLİ ki, birileri Kılıçdaroğlu konuşsun diye çok uğraşıyor. O da cehâletini, önüne koyulan metinleri okuyarak cümle âleme gösteriyor. Ağzından çıkanların kendi fikirleri olmadığı, bir dediğinin diğerini tutmadığından bellidir. Haydi kendisine o koltuğu verenlere gücü yetmiyor ya da onları daha da fazla mutlu etmenin yollarını arıyor diyelim, ya ardından giden seçmen kitlesine ne demeli?

Gördüğüm, tanıdığım, işittiğim her CHP seçmeni, liderine bizden çok gülüyor. Ona bizden çok kızıyor. Onlarınki çâresizlikten öte bir durum değil.

Garip olan, diğer muhalefet partilerinin de Kılıçdaroğlu’nun arkasından gitmeleri… Ve kendi seçmenlerini, CHP liderine dikte ettirilen komik muhalefete ikna edebilmeleri...

Kemal Bey, her Salı olduğu gibi gene kürsüye çıktı bu hafta. Azerbaycan’dan girip Uygur Türklerinden çıktı. Erdoğan’dan başlayıp Bahçeli’yle bitirdi. Barolardan, esnaftan, eğitimden bahsetti de Fransa’yı, Yunanistan’ı ve cümle düşman kardeşleri es geçti gene.

Muhalefetin görevi, Hükûmet’in icraatından beğenmediklerini eleştirip kendi tekliflerini ortaya koymaktır, eyvallâh. CHP, son dönemde maddeler hâlinde birtakım çözüm önerileri de sunuyor, o da kabul. Ancak işe bakınız ki, çözüm diye önümüze koyulanların neredeyse hepsi ekonomik konular. Sen kalkıp, “Ülke batıyor, kasada para kalmadı, IMF’den borç isteyelim” diyeceksin, sonra da “Esnafa şunu ver, öğretmene bunu ver, emekliye zam ver” diye, boş olduğunu iddia ettiğin kasadan daha fazla para çıkmasını isteyeceksin. Aradaki mantıksal çelişkiye kargalar bile güler...

Muhalefetin her konuda görüş beyan etmesi kadar tabiî bir durum olamaz. Büyük küçük demeden her partinin bu hakkı vardır elbette. Ama daha birkaç gün önce, kapalı hâldeki Maraş’ın kısmen açılması konusundaki soruyu bile anlamayan ve verdiği cevapla komedyenleri bile kıskandıran bir performans çizen Müdür Bey, hangi cüretle dış politikadan bahseder ki?

Vay efendim, Rusya’da kurulan ateşkes masasında neden Türkiye yokmuş, Uygur Türkleri ile ilgili kınama metninde neden bizim imzamız yokmuş, Maraş’ın neden tamamı açılmamış?..

Kemal Bey’e danışmanları anlatmamış olabilir diye biz anlatalım bari…

Azerbaycan-Ermenistan çatışmalarında geçici ateşkes çağrısı, Minsk Üçlüsü Eş Başkanı sıfatıyla Rusya’dan geldi. Diğer Eş Başkanlar Fransa ve ABD bile masada yoktu. AGİT Minsk Grubu’nda, Türkiye ve çatışan taraflar dâhil 13 ülke olduğu hâlde, 10 ülkenin katılmadığı, hattâ çağrılmadığı bir geçici ateşkes diyaloğunda Türkiye’yi masada olmadığı için suçlamak, abesle iştigaldir!

Türkiye, Azerbaycan’a olan desteğini açık açık dünyaya duyurmaktan çekinmemiş ve bu desteğinden bir an bile geri adım atmamıştır. Geniş kapsamlı ve kalıcı bir barış masası kurulması çağrılarını da her ortamda dile getirmektedir. Komşu ziyareti kadar ânî gelişen bu toplantıda Türkiye’nin olmamasından, Azerbaycan’ı yalnız bıraktığımız anlamı çıkarılamaz.

Uygur Türklerine Çin Halk Cumhuriyeti tarafından yapılan zulüm herkesin malûmudur. AK Parti iktidarı, bu konuyu çeşitli plâtformlarda defalarca gündeme getirmiş ve Çin’in bu asimilasyon politikasını dünyaya şikâyet etmiştir. Çin’e uyarı mâhiyetinde hazırlanan metnin altındaki imzaların büyük çoğunluğu ise, hak hukuk mücadelesi veren değil, Çin ile ekonomik ve siyâsî hesaplaşma derdinde olan ülkelere aittir.

“Dünya beşten büyüktür” derken Çin’i de karşısına almaktan çekinmeyen Erdoğan’ın, bu ülkeden gelecek ucuz kredileri düşünecek kadar ucuz siyâset gütmediği, gün gibi ortadadır. Sınır komşumuz ve soydaşlarımızın zulme uğradığı Suriye hakkında “Orada ne işimiz var?” diyen zihniyetin Uygur Türkleri konusundaki hassasiyeti, olsa olsa emir aldıkları mihrakların kışkırtmasına bağlanabilir.

Millî eğitim konusundaki eleştirilerin ise genel bir haklılık payı var. Yeri geldikçe yazıp konuştuğumuz bir konudur eğitim sistemimizdeki sistemsizlik. Ve bence, AK Parti’nin 18 yıl boyunca sürekli sınıfta kaldığı tek konudur. Ancak bilinmelidir ki, gerçekten millî olan bir eğitim sistemini üretmek yani doğruyu bulmak, o kadar da kolay değildir.

Köy Enstitülerinin idealist yaklaşımını ve medreselerin öğretme sistemini medenî eğitim modelleriyle harmanlayıp doğru bir yol bulsak bile, sonuç almamız onlarca yıl sürebilir. Ama bugüne kadar olanları eleştirirken, “Kime sordunuz bunları getirirken?” derseniz, “Alfabeyi değiştirirken, Şapka Kanununu getirirken, medreseleri kapatırken siz kime sormuştunuz?” deme hakkımız olur. CHP, yanlışı eleştirirken bile doğru yol seçemediğini bu konuyla bir kez daha göstermiştir.

Son olarak, erken seçim çağrısı bu ülke için belki de en büyük siyâsî gafletlerden biridir. Düne kadar seçimlerin zamanında yapılması konusunda fikir beyan edenlerin bu konuda âniden çark etmiş olmaları iki şekilde açıklanabilir: Birincisi, seçim kazanma ihtimâli olmayan CHP’nin, “Bak, ben seçimden kaçmıyorum” algısı oluşturma gayreti… Bu, siyaseten masum bir söylemdir ve kabul edilebilir.

İkincisi ise, yapılacak ilk seçimi Cumhur İttifakı ve Erdoğan kazansa bile, seçim sonuçlarını gayr-i meşru ilân edip uluslararası kamuoyunu da bu konuda organize etme çabasıdır. Ki bu seçenek, çok vahim bir vatan hainliği tezgâhı olur.

Bir AK Partili olarak her ne kadar Kılıçdaroğlu’nun partime faydası olduğunu düşünsem de, Türkiye’deki muhalefetin kalitesizliği konusundaki utancım her geçen gün artmaktadır. Allâh sonumuzu hayretsin!