“UZUN süre aradım.
Böylesine kalabalık, beton yığınına dönüşmüş büyük bir şehirde, ‘Sakin,
gürültüden azade, hem şehrin içinde gibi şehrin özelliklerini taşısın ama
şehirden de bağımsız olsun’ diyebileceğimiz bir köşe bulmak kolay olmadı.
Bulduğum
semtlerin kiminin yolu yokuş çıktı, kimininse bütçesi bize yokuş yaptı. Kiminde
ulaşma sıkıntısı vardı, kiminde ulaşamama. Allah’tan, bir ay önce bahçeli
evlerinin sükûnetiyle, kaldırımsız sokaklarıyla şehrin yanı başında unutulmuş
ve seksen, yüz yıl öncesinden kalmış hissi uyandıran bu semti buldum da huzura
kavuştum. Şimdi serin yaz geceleri bahçeme masamı kurup sessizliği soluyarak
öykülerimi yazabilirim…”
Dedim
ama nerede?
Haftalar
geçti buraya yerleşeli ama tek satır yazmış değilim. Suyu çekilmiş nehir gibi
kurudum kaldım. Her şeyimi taşıyıp getirmişim de bir yazma özelliğimi eski
mahallemde bırakıp gelmiş gibiyim.
“Bahtiyar
Efendi ve köpeğini yazayım” dedim en son; hazır öykü… Buraya taşındığım ilk
günlerde tanışmıştım. Çaprazımda oturuyor, emekli posta memuru… Her şey
hazırdı, öykünün kendisi bile. Yazmak çok kolay olacaktı. Böylece ben de
şeytanın bacağını kırmış olurdum. Kararım kesindi, bugün yapacağım iki görüşme
sonrası eve döndüğümde başlayacaktım yazmaya.
Arkamdan
gelen acı fren sesiyle irkildim. Dalgınlığım irkilmemin boyutlarını arttırmıştı.
Feryat asfaltın mıydı, arabanın lastiğinin mi, yoksa ikisi bir olup mu
çıkarmıştı bu sesi, bilmiyorum. Bir saniye en fazla kaça bölünür, bilenler
bilir; işte bölünebilecek o her parça için bir ihtimâl geçti aklımdan. Hem de
öyle hızla geçti ki “Beş kuantum bilgisayar hızında” desem yeridir. Ne göreceğimi
çok merak ederek döndüm arkama. Caddenin tam ortasında, fren yapan arabanın
önünde, yaşını tahmin etmekte zorlandığım birisi duruyordu. Aracın sahibi az
kalsın kazaya sebebiyet verecek pejmürde kılıklı adama kızıp bağırıyor, sövüp
sayıyordu. Adam kendisine yapılan hakaretleri hiç umursamadan, geri dönüp,
kaldırımın kenarında dikilmeye başladı.
Olayın
karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir yayanın dalgınlığından kaynaklandığını
düşünerek yoluma devam edecektim ki ayni kişinin tekrar yoldan hızla geçen arabaların
önüne atlamaya çalıştığını fark ettim. Durduğu yerden araçlara doğru hamle
yapıyor, hızla bir iki adım atıyor, cesaret edemeyince (ya da başka bir
sebeple) geri çekiliyordu.
Olduğum
yerden biraz uzaklaşıp adamı seyretmeye başladım. Sanırım adam hızla gelen
arabaların önüne atlayarak hayatına son vermeye çalışıyordu. Bunu yapmaya
çalışırken, son anda muhtemelen aklına bir şeyler geliyor ve çoğunlukla
hamlesini yarıda bırakıyordu. Adamın birkaç başarısız hamlesi sonrasında cadde
üzerindeki esnaftan biri gülerek çıktı dükkânından. Belli ki benim ilk defa
şahit olduğum ve şaşkınlıkla izlediğim olaya o defalarca şahit olmuştu. Sakin
adımlarla yanaştı meczuba. Eğilip kulağına bir şeyler söyledi. Sonra da koluna
girip uzaklaştırdı oradan.
Adamın
bu hâle nasıl geldiğini merak etmiştim doğrusu. Daha öncesinde nasıl bir hayatı
vardı, ne olmuştu ya da ne duymuştu da ölümle son bulacağını düşündüğü bir
acının içine düşüp aklı ile kalbi arasında arafta sıkışıp kalmıştı. Nereye,
hangi olaya, hangi söze takılı kalmıştı aklı ki çoğunlukla tam arabaların önüne
atlayacekken birden vazgeçiyordu ve duymak istediği tek bir sözün dışında bütün
hakaretlere, sövgülere, belki de övgülere kapatmıştı kulağını?
Merakımı
kalbime gömüp, adama hayıflanarak yürümeye başladım tramvay durağına doğru. Bir
taraftan yürüyor, bir taraftan da dönüşte yazacağım öykünün giriş cümlelerini
kafamda oluşturmaya çalışıyordum ama ne mümkün! Az önce gördüğüm mecnunun her
an bir arabanın altına atlayacakmış gibi hareketlenmeleri gözümün önünden gitmiyordu.
Bahtiyar Efendi ve köpeği gittikçe uzaklaşırken, zihnimden durağa yaklaşan
tramvayın kulak tırmalayıcı sesi yaklaşıyordu.
Sabah ve akşam saatlerindeki yoğunluğa nispeten daha sakindi içerisi. Hiç değilse ayakta rahatça durabiliyoruz. İçerisi oldukça sıcak; sanırım klimalar çalışmıyor, duraklarda kapılar açıldıkça biraz nefesleniyoruz sadece. Tekli koltuklardan birinin arkasında duruyorum. Oturacak yer olmadığı için burası emniyetli ve rahat geliyor bana. Önümdeki koltukta bir anne, elindeki poşetler ve kucağındaki çocuğuyla yolculuk etmeye çalışıyor. Çocuk bir ara, ne zaman ineceklerini soruyor. Belli ki sıkılmış annesinin kucağında. “Az kaldı” diye cevap veriyor annesi. Araç durup kapılar açıldığında tekrar soruyor çocuk “Geldik mi?” diye. “Hayır” diyor annesi, ama “Az kaldı” diye tekrar etmeyi de ihmâl etmiyor.
Çocuk cin gibi, yemiyor bu numarayı. “Az önce de az kaldı
demiştin” diye karşılık veriyor. Annesi bu defa hem büyük, hem de anne olmanın
avantajını kullanarak yapıyor atağını, “Tamam! Sus, az kaldı işte!” diyor
otoriter bir ses tonuyla. Çocuk otoriteye baş eğmeye niyetli değil. Her şeyin
farkında olan çocuk, biliyor annesinin doğruyu söylemediğini. “Dur, daha yeni
başladı bu savaş” der gibi yorgunluk ve uyku silahını sürüyor cepheye, uykusunun
geldiğini ve uyumak istediğini söylüyor. Biliyor çünkü bu durumun annesinin
hoşuna gitmeyeceğini. Gizliden gizliye ama ikisinin de bildiği bir savaş devam
ediyor anne ile çocuğu arasında. Bu defa atak sırası annede. “Uyuma, az kaldı”
dese, kızının bu söze inanmayacağını biliyor. Biliyor, çünkü yalan söylediğinin
ve söylediği yalanın da küçük kızı tarafından fark edildiğinin farkında. Kim
bilir daha öncesinde kaç milyon yalana maruz kaldı kucağındaki ufaklık. Bu
nedenle başka türlü tehdit etme yoluna gidiyor kızını.
Mahrum bırakma ve korku yolunu seçiyor bu defa. “Uyursan
eşyalarımızı çalarlar” diyor anne. Küçük kızın umurunda değil eşyalar. Savaşı
kazanmayı kafasına koymuş bir kere. Gözlerini kapatıp annesinin kucağına
yayılarak uyku pozisyonuna geçiyor. Tabiî anne gidişattan hiç memnun değil.
Savaşı kaybetmek üzere olduğunun farkında. Bütün mevzileri bir bir düşüyor.
Elindeki son kozu sürüyor meydana, başarılı olamayacağını ve maalesef yine
yalan olduğunu bile bile üstelik… Küçük kızını, küçücük kızını can evinden
vurmayı deniyor: “Peki” diyor, “Hırsızlar çalsın paketlerimizi ama onun içinde
sana aldığımız oyuncaklar da var”.
Çocuk bu, hevesle aldığı, henüz paketini açıp bir kez bile
oynamadığı oyuncakların çalınma ihtimâli karşısında açıyor gözlerini. Toparlanıyor
annesinin kucağında. Anne biraz rahatlamış gibi. Ama şimdilik! Yani ben devreye
girene kadar…
Başından beri bu diyaloglara şahit olan ben, hiç âdetim
olmadığı hâlde kendimi bir anda olaya müdahale ederken buluyorum. Beni
görebileceği bir açı bulup sesleniyorum. “Hanımefendi!” diyorum, “Ne
yaptığınızın farkında mısınız?”. Şaşırıyor kadın hâliyle. Ne yapmış olabilir ki,
değil mi? Çocuğuyla her zamanki diyaloglarına benzer bir iletişim sürdürüyor
alt tarafı. Bunda ne gibi bir kötü durum olabilir?
Anlamıyor anne. Bir anne olarak üstelik anlamıyor… “Çocuğunuza
yalan söylediniz. ‘Az kaldı’ dediğinizden bu yana sekiz durak geldiniz. Yetmedi,
uyumak isteyen çocuğunuzun içine belki de ömür boyu aklından çıkmayacak ‘Uyursam
oyuncaklarım, en sevdiğim şeyler çalınır’ korkusunu yerleştirdiniz. Çocuğunuza
bundan daha büyük kötülük yapamazdınız” dedim. Bana ne ise, dedim işte!
Alfabenin en büyük “A”sı olmaya aday, uzun ve kocaman bir “A”
çıktı annenin ağzından ve hiç bu açıdan bakmadığını söyledi. İkinci ve felâket
sayılabilecek bir şey daha söyledi: “Üstelik ben bir eğitimciyim!”
Ne eğitiyorsun sen bu farkındasızlıkla hanımefendi, tosbağa
mı?” demeyi çok isterdim ama küçük kızın hatırına diyemedim. İndiğimde fark
ettim acele ettiğimi, çünkü inmem gereken yerden bir durak önce inmişim. Neyse
ki gideceğim yer çok uzakta değildi, en fazla üç sokak gidecektim. Caddeye
çıkıp kaldırıma taşmış dükkânların önünden hızlı hızlı yürümeye başladım. Birinci
sokak, ikinci sokak derken o da ne? Üçüncü sokağın cadde ile kesişen noktasında
bir araç, yaya yolunu kapatmış. Sorun değildi benim için. Aracı dolanıp yolun
karşısına geçebilirdim. Yolu tıkayan aracın etrafını dolanmaya çalışırken
gördüm onu. Haydi ben geçebilirdim de bu tekerlekli sandalyedeki adam nasıl
geçecekti? Üstelik araç resmî bir kuruma aitti ve üzerinde sosyal hizmetlerden
sorumlu olduğunu belirtir yazılar vardı.
Adama biraz beklemesini söyledim. Aracın önündeki telefon
numarasını arayıp aracını çekmesini söyledim, hem de acilen. Bir dakika içinde
gelip aracını çekmesi için emir buyurdum. Bu haksızlığı, saygısızlığı,
duyarsızlığı, vurdumduymazlığı bir daha yapmaması için bağırma hakkımı sonraya
saklamıştım. O kadar haklıydım ki bunu adamın yüzüne karşı söylerken taraftar
bulacağımdan da emindim.
Gelince, avazım çıktığı kadar bağırdım adama. Yaya yolunu
kapatmaya hakkı yoktu. Tekerlekli sandalyedeki adamı gösterip vicdanına oynadım
hem onun, hem de diğerlerinin. Bu adamın buradan nasıl geçeceğini sordum sesimi
yükseltip etraftaki insanların duyacağı şekilde. Muhtemelen daha çok şey
söyledim ama gerisini hatırlamıyorum. Çünkü bir ara tekerlekli sandalyedeki
adamın gitmiş olduğunu, etrafımda da kimsenin olmadığını görünce “En iyisi
susmak!” deyip yoluma gittim.
Ve anladım, hikâye, yaşarken yazılıyor. Yani yaşarsan bir hikâyen olur, yaşamazsan “Bahtiyar Efendi ve köpeği”…