NİSAN ayının yirmi biri, öğlene doğru... “Bu bahar
biraz serin” diyor Safranbolu terminalinde bizi karşılayan mihmandar. Birazcık
dolaşma düşüncesinden vazgecip vakit kaybetmeden konuk olacağımız misafirhanemize
intikal ettik. Bizi, seyrine doyamadığımız ormanın güzelliği ve o güzelliğe
fevkalâdelik katan içten ve bir o kadar da sessiz, sıcak tebessümlü ev
sahiplerimizin hazırladıkları yöresel kahvaltı sofrası karşıladı.
Sağımızda
Bulak mağarasına giden şose yol ve onun bitişiğindeki çam ormanı… Solumuzda
derin bir vadiye açılan geniş ufuklu ormanlar, tepeler ve tepeler… Ev
sahiplerimizin olanca konuk severliği... Tatile özlemi olanları güleç yüzüyle
karşılayan Özlem Hanım ve ailesi… İşte böyle bir atmosferde geçireceğiniz her
gece hayatınızda düşünüp de ötelediğiniz özlemlerinizin referansı olabilir.
Akşamın
karanlığına ulaştığımızda hanemizi hiç duymadığımız kuş sesleri sardı. Sabahın
o güzel atmosferini tamamlayarak âdeta büyülediler bizi. Ortama şaşırtıcı bir
sükûn hâkimdi. Tabiatın bâkirliği insanların sıcaklığıyla birleşince ortaya
böyle tanımı güç bir durum çıkıyor işte. Yorgun ruhların dinginliğe ulaşması da
çok kolay oluyor bu durumda.
Cumartesi
sabahı kahvaltımızı yapıyoruz. En az kendi evimizdeki sıcaklık kadar sıcak bir
ortamda… Saçına kır düşmüş teyzem olanca özverisiyle hizmette... Sonra Bulak
mağarası için yola çıkıyoruz kadim dostlarla. Yol asfaltlanacakmış, bundan
dolayı tozlar arasında kalıyoruz. Yol boyu çocukluğumuzdaki köy yollarını
konuşuyoruz. Ormanın eteklerinde papatyalar ve tütiyeler olanca güzellikleriyle
göz kırpıyor her adımımıza. Koparmadan bakmak güzel ama koparılınca başka bir
güzeli mutlu etmek var sonuçta. “Safran” diyoruz kadim dostlarla, “Safran
çiçeğini nasıl görebiliriz ki?”… Derken bir rampadan tırmanıp tahta sitlerin
arkasında saçına kırlar düşmüş, odun kırmakla meşgul amcamıza selâm veriyoruz.
Bir çınarın asaletiyle selâmımızı alır almaz arka arkaya sorularını içtenlikle
sıralıyor. Bu tavrı çok hoşumuza gidiyor ve “İşte biz buyuz, değil mi?” diyoruz.
“Evet, ama nedense biz her zaman bu değiliz” diyorum dostlara...
Dönüşte
ayran içmek için sözleşip ayrılıyoruz.
Hayatınızda
hiç bitmesini istemediğiniz yol olmuş mudur bilmiyorum, ama Bulak mağarası
yolunun bitmesini hiç istemedim. Hayâl edip de ancak rüyanızda göreceğiniz bir
yürüyüşün bitmesi nasıl istenebilir ki? Toprağın kokusu, ormanın kokusu,
üzerinizde uçuşan kuşların sesleri, böceklerin sesleri, vadinin derinliğinden coşkuyla
akan suyun sesi ve de hiç sesinden bıkmayacağınız arkadaşlarınızın yorgun argın
sesleri…
Su…
“Niçin su almadık?” diye düşünürken bir ses duyuyoruz: “Buyurun, bir çayımızı
için!” Sese yöneliyoruz. Bahçe kapısını bir bey açıyor. Yaşlı anne ve babası da
sofradan bize doğru yöneliyorlar. Koyu bir muhabbete başlıyoruz. Safran
çiçeğinin güzün açan bir çiçek olduğunu, ağırlığının yüz bin katı bir sıvıyı
sarıya boyadığını, safran lokumunun olduğunu, safranın bolca yetişmesinden
dolayı buraya Safranbolu denildiğini, Bulak mağarasının yaklaşık beş kilometre
uzunluğunda olduğunu ve daha birçok şeyi öğreniyoruz.
O yaşlı amcayı derin derin izledim kendi sohbetinin derinliklerindeyken. İliştiği tahta iskemlede sanki durgun bir suyun akışının ritminde konuşuyordu âdeta. Yanındaki eşi de olanca sevgi ve saygısıyla eşine müdahale etmeden onu gözleriyle tasdik ederken, oğlu, saygın bir abide gibi babasının karşısında oturmaktaydı. Anlaşılan gelin hanımları ev işleri için evde kalmıştı. Hâlbuki bu bahçeye çocuklar ne çok yakışırdı. Onlar kalıcıydı, biz yolcu…
Yolculuğa devam…
Teşekkür
edip yolumuza revan olduk. Her adımda suyun kaynağına daha da yaklaştığımızın
hissiyle çocukça eylem ve söylemlerle yürüdük.
Nihayet
bir virajı döndük ve yolun bittiğini fark ettik. Su olanca coşkusuyla, “Hoş
geldiniz, bende arınınız, benden tadınız” der gibiydi. Suyu kıramadık. Ondan
içtik. Onda ayaklarımızı ve yüzümüzü tüm soğukluğuna rağmen sıcak bir
içtenlikle yıkadık. Kendimizi o sesin alıcılığına teslim edip dakikalarca
oturduğumuz o yerden suyun akışına kendimizi sessizce bıraktık. Daha ne
olabilir ki? Sesler kemâline ermişti artık. Orada “Su ve Sevda” başlıklı yazımı
hatırladım. Sevda bir suya tutunmuşsa, mekânlar dar gelir onlara. Sevdayı
sakinleştirecek ya topraktır ya da okyanus. “Ondandır suyun bu acelesi” diye düşündüm.
Sanki ulaşacağı bir yer ya da ulaştıracağı bir emanet varmış gibi...
O
an dostlukları ve sevdaları düşündüm. “Bizim acelemiz hiç mi yok?” diye… Su
kadar da mı çabamız yok bu hayatta? Birbirimize bakıp hep birlikte gözlerimizin
taşıdığı derinliklere su ile beraber aktık. Az sonra yürüyeceğimiz Bulak
mağarasının derinlikleri kadar gizemli ve bir o kadar büyüleyici hislerle
doğrulduk… Biz yılların dostları olarak orada sabrı, orada dostluğu, orada
güveni ve orada edebin pik yaptığı zarafet ve derin anlayışlarını gördük. Ve
ben tekrar suya dönerek, “Sen hızla akışına devam et, biz ağır ağır yol
alacağız bu hayatta” dedim kendi iç sessizliğimle…
Artık
Bulak mağarasının son yokuşuna varmıştık. Vakit oldukça ilerlemişti ve güneş
olanca gücüyle bizi ısıtıyordu. Dağın eteğinde, dönüşte çayını içip çepük
(ağaçtan örülmüş sepet) aldığımız gözlemeci amca ve kızıyla sohbet ettik. Artık
mağarayı koynunda besleyen dar vadinin iki dağı arasına doğru ilerliyorduk ama bazılarımızın
adımları son merhalesine gelmişti. O an karşımızda merdivenlerden inen insanları
görerek ve “İşte mağara!” diyerek yeniden toparlandık. Bekir amca bizi tahta
eyvanında karşıladı. Bulak mağarasının işletmeciliğini Özel İdare’den ihaleyle
almış. Eşi ve bir de çalıştırdığı adamıyla beraber günün büyük bir kısmını burada
geçiriyorlarmış. Misafirlerine mağara hakkında uzun uzun bilgiler aktarıp
buranın adını dedesinden “Mencilis” olarak duyduğunu, ama bu kadar önemli bir
yer olduğunu bilemediğinden çok da fazla bilgi alamadığını anlattı.
Ve
sonra, “Neler göreceğiz, neler var ki mağarada?” merakı içinde daldık. Önce lâmbalar
yakıldı. Yarasaların saldırısından korunmak için… Aynı zamanda müzik… Yarasaların
seslerimize gelmemesi için… Diyebilirim ki, insanı sevdiğinin gözlerinden sonra
en çok etkileyecek mekânlardan biri burası. Yaklaşık beş yüz metre yürünebiliyor
özel yapılan plâtformda. Sarkıtlar ve dikitler, sanki bilerek yapılan hayvan
figürlerini göze resmediyor. Mihmandar, astım ve bronşit hastalarının burada
uzun zaman kalmalarının şifa olduğunu vurguluyor her fırsatta.
Ben
yarasalara bakıyorum. Kara gözlere tutunan kara kaşlar gibi tutunmuşlar
taşlara. Onların hayatı da bu; tutunmak… Hangimizin hayatı tutunmaktan özgür
ki? Hep bir şeylere tutunmaz mıyız? Bazen çok uzak bir hayâl dahi olsa
tutunduklarımızdan hiç vazgeçemeyiz. Yüreğimizdekinin adı sevdaysa… Sevdayla
tutununca yorulmuyor insan. Yarasalar gibi… Hani “Anlatılmaz, yaşanır” derler ya,
Bulak mağarası da öyle işte!
Büyük bir hayranlıkla mağaradan çıkıp vadinin esintisinde demli çayımıza koyulurken, kayanın başındaki mor kır çiçekleri dikkatimizi çekiyor. O bir hamlelik iş. Yeter ki yerine ulaşsın. “Ya nasip!” deyip biraz da hüzünle iniyoruz merdivenleri ağır ağır; her güzel şeyin bir gün mutlaka biteceğinin farkındalığıyla… O an içimiz acıyor ve benden bir türkü isteniyor: “Mavi yelek, mor düğme”…
Suyuna kurban…
“Elimizde
olsa hiçbir güzelliği son buldurmayız” diye söylenerek ve biraz da mahzunca
tahta merdivenleri arkada bırakarak ayrıldık. Artık geldiğimiz yoldan geri
dönüyoruz. Bulak mağarasının turizme daha aktif kazandırılmasının yollarını
tartışıyoruz. Bir yandan da kendi içimde garip bir düşünce ufkuna taşınıyorum. Diyorum
ki, “Her yerde bir şekilde yorulan insan, başka bir yerde mutlaka dinlenebilir.
Ruhumuzu sıkan olaylardan kaçıp gönlümüzü bu dağın serinliğine niçin arada bir
de olsa vurmamışız ki? Burası çok konuşulmadan, susarak dinlenilecek bir mekân.
Ayrıca burada misafirlere davranılması gibi de davranılıyor. Deniz turizminin
olduğu bölgelerdeki gibi, misafirler yolunacak kaz nevinden görülmüyor”.
Bir
de şose yol asfalt yapılıyor geç kalınmış olsa da. “Belki yapılmasa daha mı iyi?”
diye de tartışıyorum sessizce. “Çıplak ayaklarla toprağa dokunmanın keyfide
yaşanılabilir pekâlâ” şeklindeki öneriyi tartışmadan kabul ediyoruz. Hani “Gürül
gürül akan suyun sesine kurban” deriz ya, burada Yaratıcı’nın yaratma kudreti
karşısında binlerce kez “Kurban!” demekten kendimizi alamadık. Yol boyu çalışan
insanlarla selâmlaşarak hanemize ulaştık. Ama ayranımızı içemedik. Biz geç
kaldık diye düşünürken, kapının tokmağına iliştirilen küçük bir notla
karşılaştık: “Kıymetli hocalarım, size karşı mahcubum ama torunum geldiği için
duâcıyım. Gelinimin doğumu için, mecbur, ayrılıyoruz…”
Hayatımızın
birçok önemli işine geç kaldığımız gibi buna geç kalmamıştık ama nasip değilmiş
yol boyu hayâlini kurduğumuz ayran…
Hiç
bilmediğiniz bir şehrin sokaklarında plânsız dolaştınız mı? Tavsiye ederiz, çok
iyi geliyor. Saatlerce dolaşıp bazen tahmin ettiğiniz, bazen de edemediğiniz
bir yere ulaşabiliyorsunuz. Bırakın arabalarınızla gezmeyi, inin
arabalarınızdan ve ayaklarınız açılsın. Geziyi gezi olarak yaşayın. Yani
arabanız gezdirmesin sizi, siz gezdirin kendinizi. Biz her gittiğimiz yerde bu
geleneğimizi devam ettiririz. Safranbolu’da da bunu bozmadık. Hele bir sabah
kahvaltı yapmak için akşamdan tasarladığımız yeri bulamayışımız ise günün
konusu olmuştu. Ve o günün akşamında, ormanda yapılan piknik, yürüyüş,
kayaların başından vadiye doğru günbatımına bakış ve dikenli çalılarla
dostluğumuz… Ayrıca akşamın ilerleyen saatlerinde yol boyu volta yürüyüşümüz… Ve
o günün gecesi yani Safranbolu’daki son gecemiz... Her ayrılışın yürekleri
hüzzam mâkâmında titrettiği gibi… Gözyaşı şişesinin almayacağı kadar gözyaşı,
vadilere sığmayacak kadar hüzün ve hiç kimsenin anlamayacağı boyutta bir
dostlukla geçen güzel üç gece ve iki tam günü bir anı olarak heybemize attık.
Tabiî
ki sizlere Safranbolu evlerini ve Cam Teras’ı anlatmadım. O kadarını da siz
gidip görün diye…
Zerda tatlısı kadar sarı, safran lokumu kadar yumuşak, eski Safranbolu konakları kadar asil, Kaymakamlar Evi’ndeki patatesli gözleme kadar uzak, Ahmet Bey’in konağının halıları kadar kırmızı, Müze Kent kadar tarihî ve nostaljik, Bağlar gazozu kadar serinletici, Hıdırlık tepesi kadar yorucu, Saat Kulesi’nin saati kadar dakik ve “Çamlıca Konağı” kadar sıcak bir dostlukla Safranbolu da unutulmazlarımız içinde yerini aldı…