Bahar kokusuyla yayılan hasret

Neydi bizi susturan; zamansız sevdalar mı, yoksa onun verdiği kaygılar mı? Veya hasretin ruhumuzu ılgıt ılgıt bohçaladığı, vuslatın aydan aya, belki de yıldan yıla ötelenmesi mi? Ya da kendimize kendimizin biçtiği roller mi? Yoksa içselliklerin yüksek enerji düzeyinde olmaları mıdır tüm eylemleri kısıtlayan? Neden sadece, yalnız çocukken yaşam, bizim tüm avareliklerimize müsamaha gösterirken, şimdi iki ayağımızı bir pabuca sokmakta?

GECE uzamış; şafak bir, başka bir ufkun arkasına saklanmıştı. O ise çığlık çığlığa haykıran sessizliğin ortasında gönlüne çarpan sözcükleri sayıyordu. Kaç cilt kitap sonra bitecek bu yoksunluk? Önünde duran kaygılarla örülmüş mermer bariyerler ve bekleyişler kaç büyük depremle tuz buz olacak, içinde çalkalanan vuslat tohumu kaç savruluş sonra çimlenip çiçek açacak?

Beyninde böyle deli sorular… Zira sevdiğini görmeyeli aylar olmuştu. Üstelik daha kaç aya kadar göremeyeceği de belirsizdi. Bundan dolayı hasreti derinleşmekte, yüreği de bu düşüncelerle eleme kapılmaktaydı. Gönlündeki göğünün yıldızları bir özlem kümesi şeklinde dalgalı hareket ediyordu. Yakın gelecekte sevdiğini göreceğine dair umutlarını taze tutma gayretindeydi. Gönlü gibi zihni de bahar kokulusunun hasretine yoğunlaşmıştı. Bundan dolayı diğer tüm yaptığı işlerden çok haz aldığı söylenemezdi. Şayet çok yakın vakitte sevdiğini görüp bahara beraber giremezlerse her işinin daha da zor olacağını düşünmeye başlamıştı bile. Çünkü ona göre seven, sevdiğinin tüm duyuları olarak sıklıkla yanında olabilmeli, onunla yürüyüp onunla tebessüm ederek, aynı noktaya bakarak susabilmeliydi…

Hangi iyiliklerinin karşılığı olarak bahtının kendisine bu güzelliği, bahar kokulusunu sunduğunu çok bilemiyordu. Çocukluğunda yaşadığı coğrafyanın ve çalışma şartlarının üstesinden geldiği gibi bu güzel sevdanın da üstesinden geleceğine ve yolun sonunun bir gülistana çıkacağına olan inancı tamdı. Zira bu yolda hiç yorulduğunu hissetmemişti. Buradan anlıyordu ki, insanı yoran yol değil, yanındaki yolcudur. Şimdi hem yol güzel, hem de yolcu… Yıllardan beri böyle bir yolu ve yolculuğun düşünü kurduğunun ve ona tutunarak bugünlere geldiğinin bilincindeydi. Onun için mevsimlere bakmaksızın heybesinde baharlar biriktirmişti. Bu ise onun umutlarının daima genişlemesi ve canlı olması demekti.

Onun yanına vardığı zamanlar nasıl derin hislere kapıldığını, nefesinin nasıl kristalleştiğini, bakışlarının nasıl billurlaştığını, karanlıklarının nasıl aydınlandığını biliyordu. Her an ona yazdığı sözler, şiirler, mektuplar onun hayatının en anlamlı anlarıydı. Bazen onları bulundukları küçük ceviz sandıktan çıkarıp okuyor, yüzüne sürüyor ve koklayarak hasret giderip tekrar yerine koyuyordu. Bu şekilde yani sevdiğine yazdıklarını okuyunca kendini daha iyi hissediyor, rüyalarında omuzlarına kuğular konuyor, o, onu ziyarete geliyor ve birlikte gezintiye çıkıyorlardı.

Bu tür duygusal yoğunluk onu, ta çocukluğundaki yaz gecelerine taşıyordu; dolunaylı bulutsuz gecelerde köyünden uzak dar bir vadideki rüzgârın uğultusuna teslim ettiği ruhunu ve gönlünü şenlendiren çayın akışı, çiçeklerin kokusu ve de cırcır böceklerinin sesine… Şimdi ise kocaman hasrete rağmen yetim bir çocuğun sahiplenilmesi hazzını içten içe saklıca yaşıyordu. Onun varlığından güç alarak tüm yaralarını sarıp yoksunluklarını yok sayıyordu. Bu yaşadıkları, onun için sonsuzluğa açılan mavi camlı bir pencere, ebedî hayâllerin ve yıllarca tutunduğu düşlerinin renkli bir realitesiydi artık. Daha fazla tarumar olmak çok gerilerde kalmıştı. Yüreğinde bitmeyecek bahar kokulu argümanlara doğru buğulu fenerin aydınlığında ahenk üzere yol alıyordu.

Onun penceresinden her şey gökkuşağı gibi artık. Ne ekiyorsa onu biçtiğini düşünüyor; gözlerinde sevgi ışığı, parmaklarından aşk pınarları akıyordu. İnsanın topraktan olduğu gerçeği ile ne ekilirse onun biçileceğine inanmakla beraber, her toprağın her tohum için uygun olmadığını da biliyor, bu bağlamda aşk ekilince de her zaman aşk biçilemeyeceğini, ama nefret ekilince nefret biçildiğini sıkça duyuyor. “Bazen aşk ekilince hasret ve hicran biçilebilir” diye de düşünüyor. Bir de aşkın her adımda bir şekilde filizlendiğini ve onun belli alanlarda daha iyi çimlendiği hissiyatında. Zira aşkın meyvesi, daha ziyade bahar kokulusuna doğru yürünülen yollarda olgunlaşmakta... Okyanusuna sığ sular akmıyor asla. Yürüdüğü hasret yolları, onu yeşil ve çiçeklerle donatılmış vadinin yamaçlarından akan billur pınarlara ulaştırıyor; oradan da güneşle ışıldayan patikanın kıyılarından Kevser’in kaynağına yani bahar kokulusuna özel bir manyetik alanının etkisiyle ulaşabiliyor.

Bazen sevdasını ve özlemini abarttığı söylense de İsmet abi “Abartın” dediği için tebessüm edip geçiyor. “Hangi mevsim üzerine düşenleri abartıyor ki?” diye düşünüyor; yaz mı, kış mı, yoksa ilk ve son baharlar mı? “Gökyüzü tümden bulutluysa güneşin ne suçu var?” diye de aklından geçiriyor. Acaba hangi mevsimin güneşi daha mutluluk vericidir? Mesele, her mevsimde bir şekilde bahar kokusu alabilmektir. Sonra mevsimlerin ruhlar üzerindeki etkileri gibi, imkânsızlıkların da gönül boyutunda insanı kısıtladığını hatırlayıp bahar kokusunun her şekilde kendine ulaşmasından duyduğu içsellikle derin bir nefes alıp rahatlıyor. Ve bu realiteden dolayı yüreğinin volkanları içinde aklını mantıklı olarak kullanarak, hem kendine, hem de “Bahar kokulum” dediği sevdiğine nefes olmayı amaçlıyor.

Hayatta isyan edilen her konuda hak etmeyenlere sunulan güzel renkli ve hoş kokulu çiçekler ve onlara gösterilen nezaketler başlıca yorgunluk nedenidir, bu anlamda gönlü rahattı. Zira imkânsızlıkların içinden gelen bir soluğun kıymetini bilmeyen, kışın güzelliğine ve tekdüzeliğine zevk katan bir kardelenin cesaretini nasıl takdir edebilir ki? Baharın kokusunu algılayamayan, sadece midesi için meyve yemiş olmaz mı? Anlamayan ve algılanamayan her türlü durumun iki sonucu yok mudur? Biri şımarıklık, diğeri yorgunluk…

Tüm bu düşüncelerin etkisiyle olacak ki, sevdiğini koruma ve kollama referansında özlediği vuslatın kendi dar sokaklarında da cirit atmasını istiyor. Yine ona göre gönül sokağının kaldırımlarında sadece o yürümeli, gönül sofrasına sadece o şeref vermeli, dost olarak da o kapıya onun adı öncelikle yazılmalı. Ve düşündü tüm bunların kendi sokağını hangi sıklıkla ziyaret ettiğini ve o an ellerini kaldırıp verilen nimetlerden dolayı şükrünü yeniledi.

Neydi bizi susturan?

Gece gündüze evrilmiş, gündüz de yönünü akşama çevirmişti. O ise, yağan taze karların tenhalığını, oturduğu yerden, bir sevda güvercini edasıyla seyrediyordu. Karların közünde açacak olan kardelenlerin kokuları, kışın göğsünde tüllenen gün batımlarına doğru dalgalanmaya başlamıştı da bunu içindeki hasretle ilk duyan oydu sanki. Gecenin yükünü dağıtan güneş ağır ağır zevale doğru ilerliyor, gündüzün ağırlıklarından mütevelli mülayim esintileri de yüzlere çarpıyordu.  Yaşamın gerçekleri böyle böyle anlaşılıyor; gelen esintilerden bahar kokulusunu süzüp haznesine sindiriyordu. “Ne güzeldi sevdanın hüznüyle bakmak, ne güzel onun enerjisiyle solumak, ama daha güzeli, özgürlük!” diye düşündü. Sonra da insanların en çok çocukluklarında özgür olduklarını hatırladı. Zira o dönemlerde her bir bakış, her bir tebessüm, kaygılardan oldukça bağımsızdı. Avaz avaz bağıranların şimdi nasıl ve nelerin ağırlığıyla susup kaldıklarını ve içlerinde sadece sevgiden kaynaklı çığlıklarla esenlik dolabileceklerini düşündü.

Neydi bizi susturan; zamansız sevdalar mı, yoksa onun verdiği kaygılar mı? Veya hasretin ruhumuzu ılgıt ılgıt bohçaladığı, vuslatın aydan aya, belki de yıldan yıla ötelenmesi mi? Ya da kendimize kendimizin biçtiği roller mi? Yoksa içselliklerin yüksek enerji düzeyinde olmaları mıdır tüm eylemleri kısıtlayan? Neden sadece, yalnız çocukken yaşam, bizim tüm avareliklerimize müsamaha gösterirken, şimdi iki ayağımızı bir pabuca sokmakta? Tüm suç sevmelerin mi? Ya da sevilmelerin mi?

Belki de çocukluğumuzda katlandığımız hasrete, vuslatsızlığa şimdilerde katlanamıyoruz. Ama yaşamın her döneminde farklı bir hasret sızısı ve farklı bir vuslatının var olduğunu da biliyoruz. Bir de en güzel bilmelerin farkındalıklar içinde saklı olduğunu…  Tüm bu çivisi çıkmış soruların nedeni içinde büyüyen sevdadan kaynaklı, bahar kokulusuna olan özlemleriydi.

Farkındaydı, büyüdükçe düğüm düğüm biriken sözlerin, yaşamak istediği eylemselliklerin ve bunları aşmaya çalışırken bir örümcek ağı gibi gönlünü saran şiirsel gözlerin ve onların etkisiyle ruhunu saran sıcacık sözcüklerin ve onda huzuru bulduğu zamanların… İçinde bulunduğu durumu, tüm güzellikleriyle göz kamaştıran bir vadide sarp kayaların üzerinde renkleri ve kokusuyla her şeye meydan okuyan bir kır çiçeğine bakan bir kuğuya benzetiyordu. En çok haz aldığı, onun kıyısına konup orada zaman geçirmek. Aşkın hangi perdesinde şarkılar okuduğunun önemi yoktu hiç. Zira her hâl aşk üzereydi. Sevdiğinin gönlünde kaç kördüğüm olduğunun önemi var mıydı? İlmekler içinde ruhunu gezindirirken, tutunduğu tebessümlerin kıyısında nefes alıyordu sadece. Bu farklı bir düşkünlük, farklı bir aşk gibi… Kaçıncı bilmiyordu ve hiç saymamıştı onsuz gecelerin kızıl şafaklarındaki yolculuklarını.

Ne çok zaman geçmişti buğulu gözlere yakından bakmayalı. Zaman avunmayı öğretiyordu adeta erite erite. Hayâllere dalıp güneşteki ışığı, bulutlardaki yağmurları, vadilerdeki çiçek kokularını o diye almayı da öğreniyordu. Öğreniyordu durdukça büyüyen, büyüdükçe serpilen, eriyerek çoğalan aşkın plâzma hâlini. Varlığın ne büyük nimet olduğunu ve bu husustaki duâlarını düşündü. Hırçın dalgalara eşlik eden esintilere teslim olduğu günkü duâsını da… Yüzlerine çarpan rüzgârların kayaları daha güçlü kıldığını biliyordu ve bir an kendini o kayalarla özleştirdi. Ve her bir esintinin içinde nasıl büyük körükler oluşturduğunu ve nasıl harlandığını da hissetti.   

Aşka dair çok okumuş, çok dinlemiş, kısmen şahit de olmuş ama bu kadar derinden akan sessiz bir ırmak hiç görmemiş, duymamış ve bilmemiş. Belki de farkında olarak bakmanın, soluk almanın, yönelmenin adıydı bu yaşadıkları. Her ne olursa olsun kendini pozitif düzlemde tutmayı başarıyordu ve bu, onun için çok önemli bir mutluluktu. Fakat sevdiği için aynı şeyi söylemek güçtü. Zira ona göre sevdiğinin düşleri daha çok kaygı beşiğinde sallanıyordu. Bir defasında ona, “Yeryüzü için güneş neyse, kalp için de umut öyle bir şeydir. Güneş hâlâ doğuyorsa, umudu kaybetmemek gerekir” demişti. Çünkü herkes gibi o da hasret yarasının hep aynı yerden kanadığını çok iyi biliyordu. Bundan dolayı baharının kokusunu alamadığında yaşam ışığının azaldığını hissediyordu. Sanki bir okyanusun ufkunda parlayan güneşin peşindeydi de hasret şiirlerinin heceleri göklerin mavilerine dokunuyordu. Bazen de bazı şeyler belirsiz ve muğlâk geliyordu ama o ruh hâlinden çıkması çok uzun sürmüyordu. Bunu, bahar kokulusuna verdiği değere bağlamakta...

Yaşadıkları bu pandemi sürecinin acilen bitmesi, hasretin bitmesi olup vuslata açılan kapı olacağı için şu sıralar duâları daha çok bu doğrultuda olmakta. Geldiği noktada, hasretin ağırlığıyla artan yaşam denklemlerinin nasıl çözüleceğine dair neredeyse bir fikir üretemez olmuştu. Kendini sonsuzluk teoreminin matematikçisi gibi hissediyor, bilinmezlik denklemleri için de tek referans olarak yine kendini görüyordu. İçinde biriktirdiği analitik geometriye de cebirsel bir denklem oluşturma gayretindeydi. Bütün bunlara rağmen içinde duyulan sese -“Seviyorsan güçlüsün”- iman gibi inanıyordu.

Güneş zevaline doğru iyice yaklaşmıştı. Olduğu yerden başını kaldırarak bahar kokulusuna kol kanat olan mavi göğe ve birkaç beyaz buluta baktı. O an aynı göğün altında olmanın, aynı atmosferde solumanın ne büyük bir nimet olduğu düşüncesiyle tebessüm etti. Sonra sevdiğinin resmine bakıp hamdının derecesini yükseltti. “O mutlu ya” dedi içinden, “Benim hasretimin önemi nedir ki?”.

O an gönlünü maviye gark eden gökyüzünün her yerinde yazılı şiirlerinden birini okumaya başladı. Azize baharların yegâne kokusu, yokluğunda bahar kokusunun adresi ve sonbaharın akşam hüznü demekti. Kandillerin duvarlarda titreyen ışığı, dallarda salınan yeşil yaprak, toprağın buğusunun adı da Azize idi. Ve daha birçok güzel şeyin adı da… Bu duygu yoğunluğuna akşam ezanı eşlik ediyordu. Şimdi, her nimet için şükür ve hamd zamanıydı…