GECE uzamış; şafak
bir, başka bir ufkun arkasına saklanmıştı. O ise çığlık çığlığa haykıran
sessizliğin ortasında gönlüne çarpan sözcükleri sayıyordu. Kaç cilt kitap sonra
bitecek bu yoksunluk? Önünde duran kaygılarla örülmüş mermer bariyerler ve
bekleyişler kaç büyük depremle tuz buz olacak, içinde çalkalanan vuslat tohumu
kaç savruluş sonra çimlenip çiçek açacak?
Beyninde
böyle deli sorular… Zira sevdiğini görmeyeli aylar olmuştu. Üstelik daha kaç
aya kadar göremeyeceği de belirsizdi. Bundan dolayı hasreti derinleşmekte,
yüreği de bu düşüncelerle eleme kapılmaktaydı. Gönlündeki göğünün yıldızları
bir özlem kümesi şeklinde dalgalı hareket ediyordu. Yakın gelecekte sevdiğini
göreceğine dair umutlarını taze tutma gayretindeydi. Gönlü gibi zihni de bahar kokulusunun
hasretine yoğunlaşmıştı. Bundan dolayı diğer tüm yaptığı işlerden çok haz
aldığı söylenemezdi. Şayet çok yakın vakitte sevdiğini görüp bahara beraber giremezlerse
her işinin daha da zor olacağını düşünmeye başlamıştı bile. Çünkü ona göre
seven, sevdiğinin tüm duyuları olarak sıklıkla yanında olabilmeli, onunla
yürüyüp onunla tebessüm ederek, aynı noktaya bakarak susabilmeliydi…
Hangi
iyiliklerinin karşılığı olarak bahtının kendisine bu güzelliği, bahar
kokulusunu sunduğunu çok bilemiyordu. Çocukluğunda yaşadığı coğrafyanın ve
çalışma şartlarının üstesinden geldiği gibi bu güzel sevdanın da üstesinden
geleceğine ve yolun sonunun bir gülistana çıkacağına olan inancı tamdı. Zira bu
yolda hiç yorulduğunu hissetmemişti. Buradan anlıyordu ki, insanı yoran yol
değil, yanındaki yolcudur. Şimdi hem yol güzel, hem de yolcu… Yıllardan beri
böyle bir yolu ve yolculuğun düşünü kurduğunun ve ona tutunarak bugünlere
geldiğinin bilincindeydi. Onun için mevsimlere bakmaksızın heybesinde baharlar
biriktirmişti. Bu ise onun umutlarının daima genişlemesi ve canlı olması
demekti.
Onun
yanına vardığı zamanlar nasıl derin hislere kapıldığını, nefesinin nasıl
kristalleştiğini, bakışlarının nasıl billurlaştığını, karanlıklarının nasıl
aydınlandığını biliyordu. Her an ona yazdığı sözler, şiirler, mektuplar onun
hayatının en anlamlı anlarıydı. Bazen onları bulundukları küçük ceviz sandıktan
çıkarıp okuyor, yüzüne sürüyor ve koklayarak hasret giderip tekrar yerine
koyuyordu. Bu şekilde yani sevdiğine yazdıklarını okuyunca kendini daha iyi
hissediyor, rüyalarında omuzlarına kuğular konuyor, o, onu ziyarete geliyor ve
birlikte gezintiye çıkıyorlardı.
Bu
tür duygusal yoğunluk onu, ta çocukluğundaki yaz gecelerine taşıyordu; dolunaylı
bulutsuz gecelerde köyünden uzak dar bir vadideki rüzgârın uğultusuna teslim
ettiği ruhunu ve gönlünü şenlendiren çayın akışı, çiçeklerin kokusu ve de
cırcır böceklerinin sesine… Şimdi ise kocaman hasrete rağmen yetim bir çocuğun sahiplenilmesi
hazzını içten içe saklıca yaşıyordu. Onun varlığından güç alarak tüm yaralarını
sarıp yoksunluklarını yok sayıyordu. Bu yaşadıkları, onun için sonsuzluğa açılan
mavi camlı bir pencere, ebedî hayâllerin ve yıllarca tutunduğu düşlerinin renkli
bir realitesiydi artık. Daha fazla tarumar olmak çok gerilerde kalmıştı.
Yüreğinde bitmeyecek bahar kokulu argümanlara doğru buğulu fenerin aydınlığında
ahenk üzere yol alıyordu.
Onun
penceresinden her şey gökkuşağı gibi artık. Ne ekiyorsa onu biçtiğini
düşünüyor; gözlerinde sevgi ışığı, parmaklarından aşk pınarları akıyordu. İnsanın
topraktan olduğu gerçeği ile ne ekilirse onun biçileceğine inanmakla beraber,
her toprağın her tohum için uygun olmadığını da biliyor, bu bağlamda aşk
ekilince de her zaman aşk biçilemeyeceğini, ama nefret ekilince nefret
biçildiğini sıkça duyuyor. “Bazen aşk ekilince hasret ve hicran biçilebilir”
diye de düşünüyor. Bir de aşkın her adımda bir şekilde filizlendiğini ve onun
belli alanlarda daha iyi çimlendiği hissiyatında. Zira aşkın meyvesi, daha
ziyade bahar kokulusuna doğru yürünülen yollarda olgunlaşmakta... Okyanusuna
sığ sular akmıyor asla. Yürüdüğü hasret yolları, onu yeşil ve çiçeklerle
donatılmış vadinin yamaçlarından akan billur pınarlara ulaştırıyor; oradan da
güneşle ışıldayan patikanın kıyılarından Kevser’in kaynağına yani bahar
kokulusuna özel bir manyetik alanının etkisiyle ulaşabiliyor.
Bazen
sevdasını ve özlemini abarttığı söylense de İsmet abi “Abartın” dediği için
tebessüm edip geçiyor. “Hangi mevsim üzerine düşenleri abartıyor ki?” diye
düşünüyor; yaz mı, kış mı, yoksa ilk ve son baharlar mı? “Gökyüzü tümden bulutluysa
güneşin ne suçu var?” diye de aklından geçiriyor. Acaba hangi mevsimin güneşi
daha mutluluk vericidir? Mesele, her mevsimde bir şekilde bahar kokusu alabilmektir.
Sonra mevsimlerin ruhlar üzerindeki etkileri gibi, imkânsızlıkların da gönül
boyutunda insanı kısıtladığını hatırlayıp bahar kokusunun her şekilde kendine
ulaşmasından duyduğu içsellikle derin bir nefes alıp rahatlıyor. Ve bu
realiteden dolayı yüreğinin volkanları içinde aklını mantıklı olarak
kullanarak, hem kendine, hem de “Bahar kokulum” dediği sevdiğine nefes olmayı
amaçlıyor.
Hayatta
isyan edilen her konuda hak etmeyenlere sunulan güzel renkli ve hoş kokulu
çiçekler ve onlara gösterilen nezaketler başlıca yorgunluk nedenidir, bu
anlamda gönlü rahattı. Zira imkânsızlıkların içinden gelen bir soluğun
kıymetini bilmeyen, kışın güzelliğine ve tekdüzeliğine zevk katan bir
kardelenin cesaretini nasıl takdir edebilir ki? Baharın kokusunu algılayamayan,
sadece midesi için meyve yemiş olmaz mı? Anlamayan ve algılanamayan her türlü
durumun iki sonucu yok mudur? Biri şımarıklık, diğeri yorgunluk…
Tüm
bu düşüncelerin etkisiyle olacak ki, sevdiğini koruma ve kollama referansında
özlediği vuslatın kendi dar sokaklarında da cirit atmasını istiyor. Yine ona
göre gönül sokağının kaldırımlarında sadece o yürümeli, gönül sofrasına sadece
o şeref vermeli, dost olarak da o kapıya onun adı öncelikle yazılmalı. Ve
düşündü tüm bunların kendi sokağını hangi sıklıkla ziyaret ettiğini ve o an
ellerini kaldırıp verilen nimetlerden dolayı şükrünü yeniledi.
Neydi
bizi susturan?
Gece
gündüze evrilmiş, gündüz de yönünü akşama çevirmişti. O ise, yağan taze
karların tenhalığını, oturduğu yerden, bir sevda güvercini edasıyla
seyrediyordu. Karların közünde açacak olan kardelenlerin kokuları, kışın
göğsünde tüllenen gün batımlarına doğru dalgalanmaya başlamıştı da bunu
içindeki hasretle ilk duyan oydu sanki. Gecenin yükünü dağıtan güneş ağır ağır
zevale doğru ilerliyor, gündüzün ağırlıklarından mütevelli mülayim esintileri
de yüzlere çarpıyordu. Yaşamın
gerçekleri böyle böyle anlaşılıyor; gelen esintilerden bahar kokulusunu süzüp
haznesine sindiriyordu. “Ne güzeldi sevdanın hüznüyle bakmak, ne güzel onun
enerjisiyle solumak, ama daha güzeli, özgürlük!” diye düşündü. Sonra da
insanların en çok çocukluklarında özgür olduklarını hatırladı. Zira o
dönemlerde her bir bakış, her bir tebessüm, kaygılardan oldukça bağımsızdı.
Avaz avaz bağıranların şimdi nasıl ve nelerin ağırlığıyla susup kaldıklarını ve
içlerinde sadece sevgiden kaynaklı çığlıklarla esenlik dolabileceklerini
düşündü.
Neydi
bizi susturan; zamansız sevdalar mı, yoksa onun verdiği kaygılar mı? Veya
hasretin ruhumuzu ılgıt ılgıt bohçaladığı, vuslatın aydan aya, belki de yıldan
yıla ötelenmesi mi? Ya da kendimize kendimizin biçtiği roller mi? Yoksa
içselliklerin yüksek enerji düzeyinde olmaları mıdır tüm eylemleri kısıtlayan?
Neden sadece, yalnız çocukken yaşam, bizim tüm avareliklerimize müsamaha
gösterirken, şimdi iki ayağımızı bir pabuca sokmakta? Tüm suç sevmelerin mi? Ya
da sevilmelerin mi?
Belki
de çocukluğumuzda katlandığımız hasrete, vuslatsızlığa şimdilerde
katlanamıyoruz. Ama yaşamın her döneminde farklı bir hasret sızısı ve farklı
bir vuslatının var olduğunu da biliyoruz. Bir de en güzel bilmelerin
farkındalıklar içinde saklı olduğunu… Tüm
bu çivisi çıkmış soruların nedeni içinde büyüyen sevdadan kaynaklı, bahar
kokulusuna olan özlemleriydi.
Farkındaydı,
büyüdükçe düğüm düğüm biriken sözlerin, yaşamak istediği eylemselliklerin ve
bunları aşmaya çalışırken bir örümcek ağı gibi gönlünü saran şiirsel gözlerin ve
onların etkisiyle ruhunu saran sıcacık sözcüklerin ve onda huzuru bulduğu
zamanların… İçinde bulunduğu durumu, tüm güzellikleriyle göz kamaştıran bir
vadide sarp kayaların üzerinde renkleri ve kokusuyla her şeye meydan okuyan bir
kır çiçeğine bakan bir kuğuya benzetiyordu. En çok haz aldığı, onun kıyısına
konup orada zaman geçirmek. Aşkın hangi perdesinde şarkılar okuduğunun önemi
yoktu hiç. Zira her hâl aşk üzereydi. Sevdiğinin gönlünde kaç kördüğüm
olduğunun önemi var mıydı? İlmekler içinde ruhunu gezindirirken, tutunduğu
tebessümlerin kıyısında nefes alıyordu sadece. Bu farklı bir düşkünlük, farklı
bir aşk gibi… Kaçıncı bilmiyordu ve hiç saymamıştı onsuz gecelerin kızıl
şafaklarındaki yolculuklarını.
Ne
çok zaman geçmişti buğulu gözlere yakından bakmayalı. Zaman avunmayı öğretiyordu
adeta erite erite. Hayâllere dalıp güneşteki ışığı, bulutlardaki yağmurları,
vadilerdeki çiçek kokularını o diye almayı da öğreniyordu. Öğreniyordu durdukça
büyüyen, büyüdükçe serpilen, eriyerek çoğalan aşkın plâzma hâlini. Varlığın ne
büyük nimet olduğunu ve bu husustaki duâlarını düşündü. Hırçın dalgalara eşlik
eden esintilere teslim olduğu günkü duâsını da… Yüzlerine çarpan rüzgârların
kayaları daha güçlü kıldığını biliyordu ve bir an kendini o kayalarla
özleştirdi. Ve her bir esintinin içinde nasıl büyük körükler oluşturduğunu ve
nasıl harlandığını da hissetti.
Aşka
dair çok okumuş, çok dinlemiş, kısmen şahit de olmuş ama bu kadar derinden akan
sessiz bir ırmak hiç görmemiş, duymamış ve bilmemiş. Belki de farkında olarak
bakmanın, soluk almanın, yönelmenin adıydı bu yaşadıkları. Her ne olursa olsun
kendini pozitif düzlemde tutmayı başarıyordu ve bu, onun için çok önemli bir
mutluluktu. Fakat sevdiği için aynı şeyi söylemek güçtü. Zira ona göre
sevdiğinin düşleri daha çok kaygı beşiğinde sallanıyordu. Bir defasında ona, “Yeryüzü
için güneş neyse, kalp için de umut öyle bir şeydir. Güneş hâlâ doğuyorsa,
umudu kaybetmemek gerekir” demişti. Çünkü herkes gibi o da hasret yarasının hep
aynı yerden kanadığını çok iyi biliyordu. Bundan dolayı baharının kokusunu
alamadığında yaşam ışığının azaldığını hissediyordu. Sanki bir okyanusun
ufkunda parlayan güneşin peşindeydi de hasret şiirlerinin heceleri göklerin
mavilerine dokunuyordu. Bazen de bazı şeyler belirsiz ve muğlâk geliyordu ama o
ruh hâlinden çıkması çok uzun sürmüyordu. Bunu, bahar kokulusuna verdiği değere
bağlamakta...
Yaşadıkları
bu pandemi sürecinin acilen bitmesi, hasretin bitmesi olup vuslata açılan kapı
olacağı için şu sıralar duâları daha çok bu doğrultuda olmakta. Geldiği
noktada, hasretin ağırlığıyla artan yaşam denklemlerinin nasıl çözüleceğine
dair neredeyse bir fikir üretemez olmuştu. Kendini sonsuzluk teoreminin
matematikçisi gibi hissediyor, bilinmezlik denklemleri için de tek referans
olarak yine kendini görüyordu. İçinde biriktirdiği analitik geometriye de cebirsel
bir denklem oluşturma gayretindeydi. Bütün bunlara rağmen içinde duyulan sese -“Seviyorsan
güçlüsün”- iman gibi inanıyordu.
Güneş
zevaline doğru iyice yaklaşmıştı. Olduğu yerden başını kaldırarak bahar
kokulusuna kol kanat olan mavi göğe ve birkaç beyaz buluta baktı. O an aynı
göğün altında olmanın, aynı atmosferde solumanın ne büyük bir nimet olduğu
düşüncesiyle tebessüm etti. Sonra sevdiğinin resmine bakıp hamdının derecesini
yükseltti. “O mutlu ya” dedi içinden, “Benim hasretimin önemi nedir ki?”.
O an gönlünü maviye gark eden gökyüzünün her yerinde yazılı şiirlerinden birini okumaya başladı. Azize baharların yegâne kokusu, yokluğunda bahar kokusunun adresi ve sonbaharın akşam hüznü demekti. Kandillerin duvarlarda titreyen ışığı, dallarda salınan yeşil yaprak, toprağın buğusunun adı da Azize idi. Ve daha birçok güzel şeyin adı da… Bu duygu yoğunluğuna akşam ezanı eşlik ediyordu. Şimdi, her nimet için şükür ve hamd zamanıydı…